Joshua J. Mark,
Çeviri: Nizamettin Karaben
Orta Çağ’da, Kilise ve aristokrasi, kadınların yaşam tarzını belirliyordu. Orta Çağ Kilisesi, hayatın anlamı ve kişinin toplumdaki yerinin basıl olması gerektiği “büyük resmini” gösterirken, aristokrasi sınıfı da toplumu din adamları, soylular ve serfler olmak üzere üş sınıfa ayıran feodal sistem üzerinden herkesin bulunduğu yerde kalmasını sağlamaya çalışıyordu.
Kadınların ruhban sınıfı arasındaki yeri, manastır duvarları arasında rahibe yaşamı sürdürmekle sınırlıydı. Soylu kadınların sosyal konumları, evlilik yaparken çeyiz olarak ne kadar toprak getirdiklerine bağlı olarak değişiyordu. Çünkü o dönemde toprak sahibi olmak, güç sahibi olmakla eş anlamlıydı; bu nedenle, bir kişinin yaşam kalitesi ve özerk olma durumu, ait olduğu üst sınıf arasında işgal ettiği yere bağlı olarak önemli oranda değişebiliyordu. En alt sınıf mensubu kadınlar, günlük yaşam pratiklerinde diğer iki sınıf mensuplarından daha fazla ifade özgürlüğüne sahip idiler. Kadın ya da erkek olsun, serfler sınıfına mensuplarının idame ettirdiği yaşam seyri alt sınıf yaşam tarzıyla aynı derecede zor geçiyordu, çünkü serfler sınıfı kadınları erkeklerle birlikte tarlalarda ve Orta Çağ loncalarında erkeklerle eşit ya da neredeyse eşit oranda çalışıyorlardı.

Bununla birlikte, Orta Çağ’da kadın hakları ve kadınların fırsat eşitliği, alt sınıf kadınları için en az düzeyde değişiklik arz etse de, tek tip bir durumda değildi. Bilim insanları Orta Çağ’ı üç döneme ayırırlar:
- Erken Orta Çağ (476-1000)
- Zirve Orta Çağ (1000-1300)
- Geç Orta Çağ ( 1300-1500)
Kadın hakları konusunda, Orta Çağ’dan son döneme kadar, iki farklı faktöre bağlı olarak değişiklik göstererk, büyük ölçüde artış olduğu görülüyor: Meryem Ana Kültü’ne rağbet olmasında dolayı artış yaşanması, saray aşkı kavramıve şövalyelik gibi temaların zamanla gelişme kaydetmesi. Kadınların toplumdaki statüsü ve fırsat eşitliği konusunda, merhum kocalarının işlerini üstlenmekle karşı karşıya kaldıkları 1347-1352 dönemde Kara Ölüm/Veba salgının patlak vermesinden sonra da gelişme kaydedilmişti. Kadın hakları konusu, özellikle içinde bulundukları dönemin sosyal konumları gereği, mevcut statükoyu tehtit ettiği gerekçesiyle ataerkil iktidar sistemi tarafından daha fazla kısıtlama uygulandığı Geç Orta Çağ’da doruk düzeyine ulaştı.
Kadınlara Yönelik Değişen Tutumlar
Orta Çağ’da, Meryem Ana Kültü yeni değildi. Meryem (Mary) , 431’de yapılan Üçüncü Ekümenik Konseyinde Tanrı’nın Annesi ilan edilmişti. Bununla birlikte, Meryem’in kişi olarak gördüğü yüksek itibarı, kadınların toplum arasındaki statüsünün yükselmesinde az da olsa katkısı olmuştu. Kurum olarak Kilise, insanlığın Cennet Bahçesinden çıkmasına neden olan İncil’de yer aldığı şekliyle Havva Ana hikâyesi ile oğlu İsa’nın insanlığı bu günahkârlığından kurtardığına inanılan Meryem Ana ikilemi arasında kalan kadınları bir yandan şeytanlaştırırken, diğer yandan da onları yüceltmiştir. Bu dönemde Kadınlar, aynı zamanda, hem dünyadaki bütün kötülüklerin kaynağı ve hem de İsa Mesih’i doğuran Meryem Ana sıfatından dolayı dünyanın kurtuluşa ermesinin aracı olarak görülüyorlardı.
“KADINLARIN YA BAŞTAN ÇIKARICI KÖTÜ, YA DA BAKİRE TANRIÇA OLARAK GÖRÜLMESİ, MAKUL BİR BİREY OLARAK KADIN ALGISI İÇİN HİÇBİR ORTA YOL KALMAMIŞTI”.
Bir erkeğin hayat arkadaşı, yardımcısı ve hatta bellirli koşullarda eşitti olarak tanımlanan kadının, erkekle aynı sosyal statüde olması hemen rededildi. Kadınların şeytani varlıklar olarak baştan çıkarıcı ya da tapınaklarda bakire tanrıçalar olarak görülmesinden dolayı mantıklı bir birey olarak kadın algısı açısından hiçbir orta yol kalmamıştı. Erken Orta Çağ ruhban sınıfının, ilk kadın Havva’nın erkeğin/Âdemin Cenetten çıkmasındanki rolüne vurgu yapması nedeniyle baştan çıkarıcı kadın modeli baskın çıkmış oldu.12.yüzyıldan klasik Orta Çağ’ın sonlarına kadar Meryem Ana Kültü giderek daha popüler hale gelirken, bu dönem kadın algısı da gelişme kaydetmiş oldu.
Buna rağmen kadınlar, Meryem Ana Kültü popülaritesinin doruğunda olduğu zaman da bile, Meryem Ana kişiliği mükemmelliğini yansıtmayı başaramadıkları için topluca şeytanlaştırıldılar. Kadınlara daha önce olduklarından dah iyi bir gözle bakılıyordu, bu durum din adamlarının, aristokrasi sınıfının veya genel olarak erkeklerin, İncil’de yer alan şu pasajlarda açıklandığı şekliyle, sözde Tanrı tarafından kandınlara verilen konumlarının üzerinden gördükleri anlamına gelmiyordu: Koromtiller 11:3’te, erkeğin kadının başı olduğu belirtilir veya Timoteos 2:11-15, kadınların erkeklere tabi olduğu ve ilk kadın Havva’nın ilk günahkâr olduğu açıkça belirtiliyorr. Kadınların bir yandan, Havva Ana’ya her zaman bağlı kalmaları istenirken, diğer yandan da Meryem Ana ile ilişkilendirilerek yüceltildiler.
Akademisyen Elieen Power’ın konuyla ilgili yorumu;
“Orta Çağ’ın kadınla ilgili karakteristik düşüncelerini ele alırken, bu fikirlerin yalnızca neler oldukları değil, aynı zamanda, bu fiklerin kaynaklandıkları membayı da bilmek önem arz ediyor. Her yaşta ifade edilen bir görüş vardır; o görüş, dile getiren kişilere ve sosyal sınıflara bağlı bir düşüncedir ve bundan dolayı genellikle küçük ama sesi çıkan bir azınlığın görüşünü temsil eder. Orta Çağ’ın başlarında, çağdaş görüş olarak kabul edilen düşünce iki kaynaktan ileri geliyordu: Kilise ve aristokrasi.
Akademisyen Power, bu iki kaynağı şöyle işaret ediyor: Kaynaklardan biri, dini nedenlerden dolayı evlenmeyen kimseler, diğeri ise kadınları yanında “süs eşyası” olarak görenler. Bu her iki kaynağın, kadınlar hakında yazmak üzere en az niteliklere sahip olduklarına işaret ederek analizine devam ediyor. Özellikle Kilise’de verilen vaazlarda ve dini eserlerde konu ele alınırken, kadınların ikinci sınıf vatandaş olarak görüldüklerine dair “resmi” görüşün aksine, aile kayıtları, düzenlenen yasal belgeler, lonca kayıtları ve diğer belgelerin incelenmesinde kadınların Orta Çağ’ın büyük bir bölümünde erkeklerle aynı işleri yaparak yaşamlarını sürdürdükleri, kocalarının ölümünden sonra, genellikle kocalarının işlerini devralan ve sektördeki diğer aktörler gibi tüccar, sanatçı ve zanatkar kişilikler oldukları anlaşılıyor.
Kadın Hakları
Orta Çağ boyunca alt sınıf mensubu kadınlar, fırıncılar, bira üreticileri, sütçü kızlar, barmenler, zanaatkârlar, dokumacılar ve tarlada kocaları ve çocuklarıyla berlikte çalışan kiracı çiftçiler olurdu. Feodal sistem, toprağın lord’a ait olduğunu dikte ettirmişti, lord kişi de sahip olduğu toprağı, toprağa bağlı olan kiracılara – serflere – kiraya verirdi. Toprak sahibi lord, kiracısı olan serfleri, hayatlarının her yönüyle kontrol ediyordu. Bu kontrol işleminin kapsamı serfin karısına ve kızlarına kadar uzanabiliyordu.
Bir kızın kiminle evleneceğine kızın babası değil, toprak sahibi olan lord karar veriyordu. Çünkü bir serfin kızı, tıpkı annesi ve babasının durumunda olduğu gibi, lord’un malı olarak kabul ediliyordu. Bir kız evlendikten sonra, kocası, onun her türlü çıkarını kontrol eder ve davranışlarından sorumlu olurdu, bu nedenden dolayı, Erken Orta Çağ’da yasal konular açısında, kadınlardan erkekler kadar sık söz edilmezdi. Bir kadın, bir kuralı ihlal ederse, kadının kendisi değil, kocası dava edilirdi. Bir kadının asıl işi; eviyle ilgilenmek, kocasına işinden yardım etmek ve çocuk doğurmak olarak kabul ediliyordu.
Akademisyen Elieen Power yazılarında, “kadınların büyük çoğunluğu tarlada, diğer çiftçilik işlerinde ve evde çalışırlarken kayıt dışı oldukları ya da öldüklerini belirtiyor” (Loyn,346).

Önceleri kadın, sosyal statü gereği erkeğin malıydı ve ondan aşağı derecede yer alıyordu; 12.yüzyılın romantik şiiri, zarif ve kültürlü bir beyefendi, şövalyelik silahşörü tarafından korunacak ve hizmet edilecek kadınların yüceltilmesini teşvik ederken geçerli bu değerler dizisini de (paradigma) tersine çevirdi. Bilim adamı Norman Cantor’un gözlemlediği gibi, bu dönem eserlerinin Orta Çağ Avrupa’sı aristokrasi sınıfı üzerine dramatik bir etkisi oldu, Şöyle ki:
“Romantic şairler, kadına özgü nitelikleri kahramanlık düzeyine yükselterek, kadın haysiyatini artırmış, onu kendine özgü ama değerli niteliklere sahip bir varlık haline getirmişlerdir”.
Düşes Eleanor ve Kızı Marie, ilahi bir dişil bilgelik ilkesine (Sophia) saygı duyan ve bir dizi önemli noktada Ortodoks Katolikliğinden ayrılan Orta Çağ Katharizm dini sapkınlığıyla ilişkilendirildiler. Bu nedenle, saray aşkı kavramını konu alan romantik şiirin, Kilise tarafından zulüm gören mezhebin taraftarları için bir tür “kutsal kitap” olarak yaratıldığı öne sürülmüştü. Şiirler de, çeşitli isimler altında yer alan Ulu Hanımefendi, Sophia, ona hizmet eden sadık şövalye ise Kathar/Cathar oluyordu. Bu iddia hatırı sayılır dereceda kanıtlarla desteklense de, günümüz bilim insanlarının çoğu tarafından hala sorgulanmakata ve evrensel olarak kabul görmekteden daha çok uzaktadır.
Şiirler ister dini alegori tarzında, ister basit eğlenceli konularda yazılmış olsun, üst sınıf ve alt sınıf kadınlara daha fazla saygı duymak ve eşitlik bahşetmek üzere Orta Çağ’ın ekonomik ve sosyal iklimiyle bütünlük sağlıyorlardı. Kadınlar, kocalarının ölümünden sonra veya kocaları yurt dışında bazı işleri icra etmek ya da savaşagitmek üzere çağrıldıkları zaman, kocalarının işlerini yerine getirmek için mali işlerini devralma sorumluluğuna sahip olmuşlardır. Ancak bu uygulama klasik Orta Çağ’da daha yaygın hale gelmişti.
Geç Orta Çağ’da kadınlar aynı değreler dizisi doğrultusunda yaşamaya devam ettiler. Alt ve üst sınıfa mensup kadınlar bir kez daha sabit düzeyde kaldılar, orta sınıf ise en dramaik değişiklikleri yaşadı. Buna rağmen, değerli birey olarak yeni kadın modeli artan bir sosyal ivme kazandı ve bu da üst sınıf kadınlarının kendilerini edebi ve dini eserler üzerinden ifade etmelerine neden oldu.

Eski değerler dizisi ile en dramatik kırılma, büyük yazar, Fransız-İtalayan Christine Pizan (Christine de Pisan olarak da bilir, 1364-1480) kişiliğinde örneklendirilir. Venedik’te doğan Pizan, akademisyen babası V.Charles’ın (1364-1380) sarayına astrolog sıfatıyla atandığı zaman Paris’e taşındı. Yazar Pizan’ın kendi eserlerinden anlaşıldığına göre, babası onu edebi alanlara ilgi duymaya teşvik ederken, annesi ise kızının eğirme ve kumaş dokuma işlerini öğrenmek gibi “kadın işi” yapmakla sınırlanması gerektiğini düşünüyordu. Hem babası ve hem de kocası öldükten sonra, ailesinin geçimini sağlayacak hiçbir yolu kalmayan Pizan, kitap yazmaya yönelerek Avrupa tarihinde profesyonel ilk kadın yazar oldu.
Bu paradigma, aralarında Norveçli Julian/ Julian of Norwich 1342-1416), Siennalı Catherine (1347-1380) ve St.Therese d. Avila gibi şahsiyetlerin yer aldığı yazarların yaşam tarzı ve eserleri aracılığıyla kadınların eğitim almalarını yasaklayan Kilis’ye kadar uzatılabilir.
Kadının Toplumsal Rolü
Kadınlar, Geç Orta Çağ’da kurumsal manastırlarda, rahibelerin kaldıkları manastır mekânlarında ve sarayda gecikmeli olarak yeni ifade özgürlükleri bulmuşlarken ve de erkekler arasında daha fazla sosyal kabul gömüşlerken, burjuvazi sınıfı kadınları ise yeniden düzenlenen kısıtlamalarla karşı karşıya kalmışlardı. Geç Orta Çağ’da Loncalarda yer alan kadınlar, kurum olarak loncalar onları üyelikten çıkardıkça ve erkek iş arkadaşları hayatlarını idame etmede işlerini daha da zorlaştırdıkça, giderek daha az iş bulur oldular. Çalışan kadınlara hala da erkeklerden daha az ödeme yapılıyordu ve bundan dolayı genel olarak bir mağazada bir erkek yerine bir kadının işe alınması daha karlı oluyordu. Bu uygulama daha yaygın hale geldikçe, erkekler işlerini kaybetme tehditini hisseser oldular ve bu durum karşısında missileme yapıldı; loncalar faaliyetlerinde giderek erkeklerle sınırlı hale geldiler.
Bu dönemde kadınların dini tarikatlara (religious orders) girip girmedikleri net olarak belli değildir, ancak, 10.yüzyılın başlarından itibaren rahibelerin el yazmalarına açıklama getirdikleri 1274 yılında en az sayıda kadın kâtip olduğu, 14.yüzyılda önceki dönemlerden daha fazla kadın kâtiplerin, kitap yazma işlerinde çalıştırıldıkları biliniyor. Kadınların yer aldığı dini tarikatlar yaygın olmayıp sayıları sabit kaldığı görünüyor, ancak, 13.yüzyılda Fransa’da başlayan yeni bir tarikat olan Beguines hızla önemli sayıda taraftar kazanmıştı.

Beguines tarikatı üyelerinin hepsi, yoksul bir hayat süren, iyi işler yapan ve hayırseverlik işlerinde çalışan, ancak rahibe olmayan ve istedikleri zaman topluluktan ayrılabilen sadık kadınlardı. Bu kadınlar mal üretim ve hizmeti sağlayarak birbiriyle ve çevrelerindeki toplulukla ilgilendiler. Böylece evlenmek veya bir dini tarikata katılmak zorunda kalmadan loncaların yeni kısıtlamalarını aşıp kendi değerlerine göre hayat yaşayabildiler.
Orta Çağ’da, orta sınıftan evli kadınlar rutin olarak kocalarının ticari hesaplarıyla ilgilendiler ve kocalarının ölümünden sonra işlerini devir aldılar. Bu uygulama 1347-1352 yılında yaşanan Kara Veba salgınınn ardından kadınların düzenli olarak merhum kocaları ve oğullarının işlerini yürüttüğü, toprak mülkiyetini kazandığı ve eskisinden daha fazla özerkliğe sahip olduğu hale geldiler. Kocaları bir işi yerine getirmek veya savaşa katılmak üzere çağrıldığında, kocalarının mal varlığını ve asallarını yönetmesi beklenen soylu kadınlar, bundan sonra, kocalarının ve oğullarının ölümünden sonra her türlü faaliyet ve işlemlerden sorumlu oldular.
Sonuç
Orta Çağ’da kadınlar, bu iddia ne kadar sık tekrar söylenirse söylensin, dini ve siyasi ataerkinin pasif kurbanları değillerdi. Kadınlar sıklıkla önlerine konulan engelleri aşmanın yollarını buldular veya karşı karşıya kaldıkları zorlu engel büyük olduğu zamanda bile yeni yolları açmayı bildiler. Kocalarının işlerini devraldılar ve gerekli faaliyetleri başarıyla yönettiler, loncalarda çalışmaya devam ettiler ve hatta İtalya’daki tekstil loncaları yönetimlerinin da onayladıkları gibi kendi loncalrını bile kurdular.
Kurum olarak Kilise, kadınların erkeklerden daha az değerde olduğu anlayışını destekleyip teşvik ederken, yukarıda bahsi geçen yazarlar gibi kadın şahsiyetlerin değerini kabul etmede bazı önemli tavizler vermek zorunda kaldı ve aynı derecede önemli olarak, kadınların sadece bir erkeğin malı olmayıp değerli bireyler olduklarına dair hüküm verdi. Danimarka’da, 12.yüzyılda, Kilise, tecavüz saldırısının bir kadına karşı işlenen suç olmadığına karar verdi. Buna rağmen, Geç Orta Çağda, kadınların başarıları ve sosyal ilerlemeleri, Kilise kurumsal ataerkiliği ve aristokrasi tarafından desteklenen statükoyü deviremedi. Toplumsal Rönesans’ın daha aydınlanmış çağına gireken bile kadınlara daha fazla kısıtlama getirildi.