Salı , 30 Mayıs 2023

DAG SOLSTAD

A.Ömer Türkeş

14. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar olan dönem, Peder Claussøn Friis ve Ludvig Holberg gibi Norveç doğumlu yazarlar Danimarka-Norveç ortak edebiyatına katkıda bulunsa da, ülke edebiyatında Karanlık Çağ olarak kabul edilir. 19. yüzyılın başlarında milliyetçiliğin ortaya çıkışı ve bağımsızlık mücadelesi ile birlikte ulusal edebiyat dönemi açıldı. Ulusal romantizm akımı içerisinde Norveç Edebiyatı’nın Büyük Dörtlü’sü ortaya çıktı: Henrik IbsenBjørnstjerne BjørnsonAlexander Kielland ve Jonas Lie.

Ulusal romantizm dönemini, Norveç dışından, özellikle Fransa’dan da gelen gerçekçilik izledi. Buradaki realizm terimi, romantiklerin idealleştirmesi ve öznelliği olmaksızın, hayatı olduğu gibi tanımlamaya çalışan bir edebi üslubu ifade eder. Ve aynı zamanda 1855’ten 1880’lere kadar, ama özellikle 1870’lerde yazılmış Norveç düzyazısı ve dramasına atıfta bulunur. Bjørnstjerne Bjørnson çağdaş bir ortamda köylü hikâyeleri ve romanları yazarken, Camilla Collett‘in çığır açan romanı “The District Governor’s Daughters” Norveç’te feminist edebiyatın açılışını yaptı. Ibsen, çağdaş kültürü eleştiren bir dizi oyun yazdı. Romancı Jonas Lie, aile hayatını, iş ilişkilerini ve diğer güncel konuları tasvir etti. Lie’nin meslektaşı Alexander Kielland, neslinin usta hicivcisiydi.

20. yüzyılın ilk yarısında Norveç edebiyatı, Karl Marx ve Sigmund Freud’un etkisinin yanı sıra iki dünya savaşı deneyimiyle de dikkat çekiyor. I. Dünya Savaşı’nın getirdiği sosyal koşullarda meydana gelen değişiklik, savaş zamanı vurgunculuğu, Nazizmin Norveçe nasıl sirayet ettiği gibi konular ele alındı.

Savaş sonrası Norveç edebiyatı, insanların Soğuk Savaş’ın gerçekleri ve süper güçler arasındaki gerilim hakkındaki endişelerini yansıtır. Romancılar Tor ObrestadEspen Haavardsholm ve Dag Solstad, 1960’larda Maoizm’den etkilendiler ve Marksist Leninist devrim davasına katkı yapmak umuduyla yazdılar. 1980’lerde ise bu dönemi anlamlandırmaya çalışan eserler verdiler. Varoluşsal sorunlar da aynı şekilde ilgi çekiciydi. Kjartan Fløgstad ve Jan Kjærstad  başta olmak üzere birçok yazar üstkurmacaya, ve postmodern anlatılara yöneldiler.

Günümüzde Per Petersen, Roy Jacobsen, Karl Ove Knausgård, önemli yazarlar olarak öne çıkıyorlar.

1941 doğumlu Norveçli yazar Dag Solstad edebiyat dünyasına 1965’te öyküleriyle adım atmış, ilk romanı “Irr! Grønt!”ı 1969 yılında yayımlamıştı. 1980’in ilk yarısına dek yazdığı romanları siyasete yaptıkları vurgu nedeniyle tartışmalara neden olmuş ve eleştirilmişti. Ancak sonrasında Dag Solstad, ülkesi Norveç’in ve Kuzey Avrupa’nın en önemli yazarlarından birisi olarak kabul edilmekle kalmadı siyasi solun önemli bir figürü de oldu. Çok sayıda roman, öykü, oyun ve deneme kitabı yayımladı; ayrıca 1982-1998 yılları arasında Jon Michelet’le birlikte dünya futbol şampiyonaları üzerine beş kitap kaleme aldı. Solstad, ülkesinin en prestijli edebiyat ödüllerinden Norveçli Eleştirmenler Ödülü’nü üç kere kazanmanın yanı sıra, Kuzey Avrupa Edebiyat Ödülü’nün de sahibidir.

Başlıca kitapları: Irr! Grønt! (1969), Roman 1987 (1987), Ellevte roman, bok atten (1992; On Birinci Roman, On Sekizinci Kitap 2022), Genanse og verdighet (1994; Mahcubiyet ve Haysiyet 2018), Professor Andersens natt (1996; Profesör Andersen’in Gecesi 2021), T. Singer (1999; T. Singer, 2021), Armand V. Fotnoter til en uutgravd roman (2006)

*****Özet

“Mahcubiyet ve Haysiyet” (1994) romanında bir lise öğretmenine, edebiyat öğretmeni Elias Rukla’nın bir öfke krizi sonrasında geçmişi sorgulamasına odaklanıyor. Hemen ekleyelim, okuduğum bütün romanlarının kahramanı benzer yaşlardaki filoloji eğitimi almış karakterler.

Elias biraz içkiye düşkün, elli üç yaşında bir lise öğretmeni, her sabah birlikte kahvaltı ettiği hafif tombul, 47 yaşında bir karısı var. Bu sonbahar Eva kırk yedi yaşını sürüyordu, Elias ise elli üç yaşında bir lise öğretmeniydi. Rutin bir hayat sürdürüyorlar. Girişteki bir paragraf karı koca arasındaki ilişkinin niteliğini –ve hüznünü- bütün açıklığıyla ortaya koyuyor:

Karısına abartılı bir içtenlikle veda etti, kulağa samimi gibi gelen ses tonu kendisinin keyifsiz, kadınınsa bezgin yüz ifadesiyle tam bir tezat oluşturuyordu. Bu her sabah böyle tekrarlanırdı, içinden gelerek “Hoşça kal” diyebilmek için tüm gücünü seferber ederdi, yıllar boyu yan yana yaşadığı ve bunun sonucu olarak da derin bir karşılıklı aidiyet hissettiği kadına jest olarak yapardı bunu, gerçi artık bu derin duygudan geriye bölük pörçük bir şeyler kalmıştı ama olsun, her ne kadar ikisi de bunun gerçekte böyle olmadığını gayet iyi bilse de o, her sabah rahat ve şen şakrak bir şekilde dile getirdiği bu “Hoşça kal” sözü aracılığıyla ilişkilerinin hiç değişmediğini ruhunun derinliklerinde hissettiğini eşine anlatmaya mecbur tutuyordu kendini, benliğini zorlayarak bu jesti mümkün olabilecek en üst seviyeye çıkarıyordu, zira karşı taraftan aynı rahat ve samimi ses tonuyla söylenmiş ve içindeki huzursuzluğu yatıştırmaya yarayan “Güle güle” cevabının geleceğini biliyordu ve buna şiddetle ihtiyacı vardı.”

Bir pazartesi sabahı. Fagerborg Lisesinin son sınıflarından birinde Norveç Dili ve Edebiyatı dersine başlıyor. 25 yıldır bu dersi döne döne veriyor ve Norveç Edebiyatı’nın en önemli figürlerinden Henrik Ibsen ve onun başyapıtlarından “Yaban Ördeği” üzerinde fazlasıyla düşünüyor. Yine bir hatırlatma yapalım; İki yıl sonra yayımladığı “Profesör Andersen’in Gecesi” romanının kahramanı Andersen de Ibsen uzmanıdır. Ve; “Son tahlilde Profesör Andersen tüm hayatını yok olmaya mahkûm bir şeye harcamış olduğundan ciddi bir biçimde kuşkulanıyordu.”

Elias Rukla’nın kaygısı da aynı; “Son tahlilde ve mevcut şartlar dikkate alındığında hiç kuşkusuz haklı olanlar öğrencilerdi, haksız olansa kendisiydi. Verdiği eğitim yetersizdi çünkü üzerine inşa edildiği temeller öğrenciler açısından geçersizdi, şu andaki uygulamalarının tamamen gereksiz sayılacağı günlerin gelmesi an meselesiydi artık…”

Öğrencilerin dersteki tavırlarına sinirlenir; tenefüse çıkar ve bütün hıncını şemsiyesinden çıkarır:

“Öğretmen teneffüste Fagerborg Lisesi’nin bahçesinde durmuş, bir şemsiyeyi açmaya çalışıyordu. Sonuç alamadan. Çevresindeki yüzlerce öğrenci içinde bazıları bu halini görmüş olmalıydı. Ama yeter artık! Hızla bahçedeki çeşmeye doğru yürüdü ve şemsiyeyi öfkeyle taşa çarpmaya başladı. Şemsiyeyi çeşmeye vuruyor, vuruyordu; metal aksamının yumuşadığını ve tellerin kırıldığını fark etti. Bundan mutlu olmuştu, olanca gücüyle şemsiyeyi taşa çarptı, çarptı. Öğrencilerin konuşmadan, ağır ağır kendisine doğru ilerlediklerini adeta bir sis bulutu içinden görüyordu, işte şimdi etrafında yarım çember olmuşlardı, elbette arada saygılı bir mesafe bırakılmıştı. Parçalanmış şemsiyeyi çeşmenin taşına vahşi bir öfkeyle vurmaya devam ediyordu. Tellerinin parçalandığını fark edince elindeki şemsiyeyi yere fırlattı ve üzerine çıkıp tepinmeye başladı, ayakkabısının topuğuyla eziyordu şemsiyeyi. Sonra yerden alıp çeşmenin taşına vurmaya devam etti, kırılmış teller sağa sola ok gibi uzanıyordu, vurdukça teller ellerine batmaya, kesmeye başladı, sıyrıklarından kan aktığını fark etti… Aptalca bir şaşkınlık sergileyen bu yüzler onu daha da öfkelendirdi. İri yapılı sarışın kızın gözünün içine bakarak “Amcık!” diye bağırdı. “Sen yemeğini ye! Don yağı suratlı!” Bunları söylerken de parçalanmış siyah şemsiyesini eliyle kavradı, kamburu çıkmış bir şekilde üzerlerine doğru yürüdü.”

Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır:

“Apaçık bildiği tek bir şey vardı, yirmi beş yıllık görevinin, Norveç okullarında eğitimci olmak üzere kendisine devlet tarafından verilmiş görevin sonu gelmişti. Nihai düşüşüydü bu. Fagerborg Lisesi’nden uzaklaşırken oradan ebediyen ayrıldığını, bir daha geri dönmeyeceğini biliyordu.

Solstad, mahçup olma ya da utanma duygusunun bireydeki travmatik karşılığını az ya da çok her romanında kullanmıştır. Mesela en önemli yapıtları arasında gösterilen “T. Singer” (1999) romanında bir adamın silik, sıkıcı ve boşa geçmiş hayatını acımasız bir netlik ve kara bir mizahla tasvir ederken hikayesinde Singer’ın çocukluğundan önemsiz bir olayı hatırlamasıyla başlar; “Yapmacık bir kahkaha atarken suçüstü yakalanmıştı. Bir çocuk. Yakalanmıştı, kendisini ele vermişti”.

***siyasi meseleler

Elias Rukla’nın iç hesaplaşmasıyla 70’li yıllara dönüyor ve Norveç solunun tarihine bakıyoruz. Roman kahramanlarının hayatlarını belirleyen, sonrasında belleklerinden hiç çıkmayan, karakterlerini dönüştüren yıllara… Peki neye dönüşmüş bu idealist öğretmenler? Kısaca beklentilerini yitirmiş bireylere diyeceğim. Hayatın kıyısına çekilmiş, bir zamanlar sahip oldukları heyecanlardan uzaklaşmış, yeniyle ilişki kurmakta zorlanan bu “eski tüfekler” şimdiki zamanın genç kuşakları karşısında öfke ve şaşkınlık duyuyorlar.

Dag Solstad’ın edebiyat anlayışı, siyasi görüşlerinin de etkisiyle, politik kurgular üzerinde temellenmişti. Özellikle kendisinin de bir parçası olduğu 60’lı ve 70’li yılların radikal solunu, onların ideallerini, değişen dünyayı ve yitirilen umutları ele aldığı ilk dönem romanlarında hayatın anlamını değerler ekseninde sorguluyordu. “Lise Öğretmeni Pedersen” siyasi tartışmalara açtığı kapsamlı yerlere Dan Solstad’ın en karakteristik romanı. Aslında romanın yumuşak karnı da tam burası. Solstad, Norveç’te faaliyet gösteren Çin Komunist Partisi yanlısı bir hareketin düştüğü yanılgıyı ortaya koymak ve muhtemelen  kendi adına özeleştiri yapmak için 70’li yılların siyasi tartışmalarına geniş yer ayırmış. Doğrusu, aynı yıllarda Türkiye’de benzer tartışmalara tanık olmuş birisi olarak romanın bu bölümlerinden rahatsızlık duyduğumu söyleyemem. Kısaca “Lise Öğretmeni Pedersen” olarak anacağımız romanı 1982 yılında yazmış Solstad. Hikayenin anlatım zamanı da 1982. Anlatıcı Knut Pedersen, o tarihte Larvik’te görev yapan kırk iki yaşında bir lise öğretmeni. Norveç gibi Avrupa’nın ekonomik anlamda en gelişmiş ve demokratik sistemi en iyi işleyen ülkelerinden birinde, 1970’li yılların -ilhamını çok uzak bir ülkeden -Çin’den- alan- siyasi uyanış hareketini anlatmaya, daha doğrusu anlamaya çalışıyor. Zira kendisi de Norveçli pek çok üniversite öğrencisi ve entelektüel gibi bu harekete inanmış, bütün hayatını harekete adamış bir adam. 82 yılında bu işe kalkışmasının nedeni yakın çevresindeki gelişmeler; “yakın dostlarımdan birkaçı umutlarını yitirip, kendilerini mağdur hissederek Parti’yi terk etti, içlerinden birinin Parti’den ayrılışı ise çok dramatik bir biçimde gerçekleşti.”

“Mahcubiyet ve Haysiyet”in kahramanları da geçmişte radikal sol hareketin içinde bulunmuş insanlar. Ama artık geriye bir şey kalmamış, eski arkadaşı, Eva’nın eski sevgilisi Johan ise Marksist teoriye hakimiyetini nakte çevirmeyi başarmıştır. Belki de Elias’ın içinde barındırdığı yenilmişlik duygusu ve öfke biraz da kendisinin böyle bir sıçrama yapamamasından, sanki ödünç bir hayat sürdürmesinden:

“Elias Rukla görünmez olmuştu adeta, bu da ona acı veriyordu. Lanet olsun, diye düşündü Elias, ben sağlıklı kararlar alabilen, eğitimli, toplumsal olaylara ilgi gösteren bir bireyim. Üstelik çok kitap okudum. Değişimin başını çeken kişiler bana artık niçin hiç ilgi duymuyor, niçin selam göndermiyorlar? Evet, Elias Rukla böyle hissediyordu. Basitçe ifade etmek gerekirse, gazeteler gururunu incitiyordu, çünkü gazeteleri okudukça önünde bulunan başka imkânları bir yana iterek öğretmenliği seçmekle ne kadar budalalık ettiğini anlıyordu. …  Elias kendini yenik hissediyordu. Savunduğu her şey toplumdaki günlük konuşmalardan silinmişti.  “

***Anlatım tekniği

Uzun teorik tartışmaları bir kenara bıraktığımızda geriye incelikle yazılmış, dile özen gösteren, iyi işlenmiş karakterleri yaşadıkları kuzey atmosferine yerleştirmesini bilen romanlar var karşımızda. Mesela Elias Rukla’nın ruh halinin dibe vurduğu Ekim ayında hava kurşuni bir renktedir, ardından sağanak başlar ve kahramanı patlatan kıvılcımı da yakar.

Dag Solstad iyi yazıyor, gerçekten kendine özgü bir sese sahip iyi bir yazar. Ciddiyetle komiği biraraya getirişi, klasik duruşu, modern üslubuyla Solstad, -Karl ove Knausgaard’ın deyişiyle- “yeni eski moda zerafet”in temsilcisi. Gelgelelim okunması o kadar kolay değil, okuyucuyu bilerek zorlayan, tartışmalara katılmasını talep eden bir yaklaşımı var.

Solstad’ın en dikkate değer yanlarından birisi -hiç şüphe yok ki- hayatında hiç bir parlak, çekici bir yan bulunmayan bir adamı roman kahramanı olarak kullamasıdır.

“Mahcubiyet ve Haysiyet”in kahramanı kendi çıkarlarına bile nadiren müdahale eden, hayatın önüne koyduklarıyla yetinen pasif bir birey. Şöyle özetleyelim; “Kendi halinde bir lise edebiyat öğretmeni olan Elias Rukla hayatın hiçbir alanında ön plana çıkmamıştı, herhangi bir şekilde üstünlük göstermek gibi bir düşünceye de hiçbir zaman sahip olmadığından bundan rahatsızlık duymazdı. Toplumsal olaylara ilgi gösteren sıradan bir Norveç vatandaşıydı, gazete, kitap okuyor, televizyon seyrediyor, düşünüyor ve her gün Fagerborg Lisesi’ndeki işine gidiyordu. Hayatındaki en dikkate şayan durum, on üç yıl önce, otuz altı yaşındayken çok güzel bir kadınla evlenmiş olmasıydı.”

Aslında evlendiği kadını bile kendisi seçmemiştir. Tıpkı “On Birinci Roman, On Sekizinci Kitap”ın kahramanı Bjørn Hansen gibi. (Norveç’in küçük bir kentinde saygın bir bürokrat olarak görev yapan Bjørn Hansen elli yaşına geldiğinde korkunç bir gerçekle yüzleşir: Hayatındaki önemli kararları kendisi değil tesadüfler vermiştir. Yıllar önce âşık olduğu bir kadın uğruna ailesini terk edip bu taşra kentine yerleşirken de, burada yeni bir kariyere başlayıp boş zamanlarında tiyatroyla ilgilenen örnek vatandaş rolüne bürünürken de talihinin itaatkâr kölesi olmuştur yalnızca. Uzun yıllardır sürdürdüğü ilişkisi de sona erince Bjørn Hansen hayatını değiştirmek, dünyadan intikamını almak için yollar aramaya başlar ve sonunda “Büyük Ret” adını verdiği çılgınca bir planı uygulamaya koyar.)

Genel olaral konuşursak eğer; benzer bir tematik hareketi ve anlatı tarzını paylaşan ve hepsi Solstadian kahraman etrafında kurgulanmış bir dizi roman… Yaşlanan bir entelektüel, çalışmalarına ve çevresine yabancılaşmış, vicdan kriziyle karşı karşıya bir karakterdir bu. “On Birinci Roman, On Sekizinci Kitap”ın, “Mahcubiyet ve Haysiyet”tin, “Profesör Anderson”in, “Öğretmen Pedersen”in ve “T.Singer”in kahramanları sessiz tavırları ve duygusal izolasyonlarıyla, genç nesil ile umutsuz, durgun bir ilişki sürdürmeleriyle, hepsi de benzer savruluşlar, benzer edilginlikler hatta benzer kaderlere sahip.  Hepsi de orta yaşlı, melankoli ve memnuniyetsiz, nedensellikten uzak, düşük yoğunluklu hayatlar sürdürüyorlar.

Burada Ibsen’in “Yaban Ördeği”nden bir replikle -ki Norveç edebiyatının en ölümsüz cümlelerinden biri sayılıyor- özetleyelim: “Bir insanın elinden hayatı boyunca kendisini kandırdığı şeyi aldığınız anda mutluluğunu da bitirirsiniz.”

Onların bitmiş mutluluklarının, kaderin akıtısıyla sürüklenişinin acısını Solstad’ın üslubu yoğunlaştırıyor. Solstad’ın uzun cümleleleri kıvrılıp bükülerek anlatıya geri dönüyorlar. Thomas Bernhard tarzı bir üslup ve etki, ama Bernhard’ın aksine, okuyucuyu ısrarcı bir yumuşaklıkla ve biraz da mizahla yatıştırıyor Solstad. Ve -yine Bernhard’ın aksine- “güzel” şeylerden söz etmekten imtina etmiyor.  

Eğer sürüklenmenin kendi acımasızlığı varsa -kazara amansız bir his- o zaman bu Solstad’ın nesir devresine dayanır ama aynı zamanda Salstad’ın bu düzyazıyı oluşturmak için tam da böylesi karakterlere ihtiyaç duyar. Solstadian uzun cümle, denize doğru giden bir nehrin amaçsız kaçınılmazlığı ile kıvrılarak kendi içine geri beslenir. Thomas Bernhard bir etki gibi görünüyor, ama yok olma ya da somut anlatıcıları canlandıran bastırılmış mani yerine Solstad, okuyucuyu ısrarcı bir yumuşaklıkla yatıştırır. Bernhard bizi huzursuzca dikleştirir. Solstad’ın mizahı histerinin tam tersidir. Kahkaha, bunun için kelimeden yoksun bir dilde hissedilebilir – hiçbir şey komik olmadığı için değil, her şey olduğu için.

Solstad’ın kullandığı yöntemi şöyle özetleyebiliriz: Karakterinin düşüncelerine bağlı bir anlatıcı ve anlatıcısının diline bağlı bir karakter, kahramanın hayatının küçük ayrıntılarına ve düşünce tarzına odaklanan bir anlatı… Diyaloglar ve olaylar seyrek ve anlatıcının yorumlarıyla sıklıkla kesintiye uğruyor. Solstad’ın türkçeye çevrilen diğer iki romanındaki gibi, yazar metindeki varlığını bilhassa hissettiriyor, zaman zaman meta-yorumlara müdahale ederek Singer’ın hikayesini okuma algımızı şekillendirmeye çalışıyor. Anlatıcı ile yazar arasındaki mesafe -yaratıcı ve yaratılış arasındaki çizgiyi tamamen inkar etmeden- kasıtlı olarak bulanıklaşıyor. Açıkçası gerçekliği kendine özgü bir tarzda işa ediyor Solstad. Öyle ki kurgu ile kurgusal olmayan arasındaki sınırlarda geziniyor. Kısacası Solstad, okuduğumuz hikayenin bir kurgu olduğunu hatırlatıyor ama bunu çok ince bir şekilde, hikayenin içine yedirerek gerçekleştiriyor.

Pek çok kişi roman kahramanlarının “boşa geçmiş bir hayat”tan ibaret hikayesini bir biçimde paylaşacaktır. Solstad, sade değil ama sessiz ve alçakgönüllü bu romanında toplumsal değer yargılarının biçimlendirdiği, “alem ne der” kaygılarıyla bocalayan modern bireyin bunaltısını çok iyi yakalamış.

Solstad’ın şaşırtıcı, hüzünlü, komik, hatta zaman zaman sıkıcı olmanın eşiğine gelen kurmaca dünyasını çok sevdiğimi söyleyebilirim. Solstad’ın romanlarını okumak zorlu ama heyecan verici. Yegane sorun onlar hakkında yazmanın da bir o kadar zor olması…

*2023 kış döneminde A. Ömer Türkeş ile gerçekleştirdiğimiz ‘Çağdaş Dünya Edebiyatı’ seminer metnidir.

Mahcubiyet ve Haysiyet