Cumartesi , 23 Eylül 2023

Toplumsal Çelişkiler Sisteminin Kuruluş Ve İşleyiş Biçimi -10-

Nazım Can

İlkel Topluluk

Milyonlarca yıl devam eden, Doğa ile Alet-Bilinç arasındaki Çatışma (Do-AlbiÇa), İlkel Topluluk Sürecine ait ‘Temel Çelişkidir’. Bu çelişki süreci boyunca “ipler, insanların iradelerinin değil, doğanın elindedir”. [[1]] Do-AlbiÇa, içinden geçtiği zaman ve mekânın ruhuna uygun olarak, beslenme zorunluluğu ile insan bilinci, iş ve geçim aletlerinin etkileşimi ve gelişimi temelinde, değişip dönüşerek (ÜGGY) az veya çok ama sürekli bir gelişme, ilerleme trendinde biçimlenmiştir. Her toplumsal temel çelişki sürecinin belirlenmesi gibi Do-AlbiÇa süreci de üç aşamadan geçerek biçimlenmiştir. Bunlar kuruluş (paleolitik), olgunluk (mezolitik) ve çözülme (neolitik) aşamalarıdır. Bir önceki yazıda, bu çelişkinin olgusal Kuruluş/Oluşum (paleolitik) Aşamasında, insanın geliştirdiği taş, tahta, kemik ve boynuzdan yapma basit aletler ile kurduğu ‘İlkel İnsani Sahiplik’ -veya aynı şey demeye gelen- ‘İlkel Mülkiyet Sahipliği’  [[2]] biçiminden söz etmiştik. Do-AlbiÇa, ok, yay ve taş uçlu mızrak gibi uzaktan avcılık aletlerini kendine katıp zenginleşince, yukarı Paleolitik aşamasından sonra, sürecinin Olgunluk (mezolitik) Aşamasına geçtiğini de belirtmiştik. Belirtirken de bu geçiş sırasında, ‘İlkel Mülk Sahipliğinin’, oluşum ve dönüşüm biçimlerine, ana hatları ile değinip geçmiştik. Bu yazıda ise ilkel topluluğu ait ‘İlkel Mülk Sahipliğinimülk edinme kavramı temelinde ama özellikle ilkel topluluğun “eşitliği” meselesini ele alıp tartışacağız.

Tartışma boyunca, ‘İlkel Mülk Sahipliğinin’, hangi karakteristik maddi temeller üzerinden gelişip biçimlendiğini,nasıl ilkel topluluğa ait ‘İlkel Lider Kültü ve Otoritesinin’ gelişmesine yol açtığını, hangi çevrelerin, bütün bir ilkel topluluğa nasıl “eşitlik” atfettiğini ele alıp inceleyeceğiz. Böylece Do-AlbiÇa sürecinin, Kuruluş (paleolitik) ve Olgunluk (mezolitik) Aşamalarının var oluş ve gelişim biçimlerini tamamlayarak, neolitik (çözülme) aşamasına varmış olacağız.

İlkel Mülk Sahipliği

‘Tarihi Toplumsallaşma Süreci’ boyunca, ‘İlkel Mülk Sahipliğinden, Uygar Kamu Mülkü Sahipliğine’ gelene kadar MÜLK kavramı, ilkel toplulukta doğal ve ilkel mülkiyetli iş, geçim ve yaşam biçimi ile farklı uygar toplum özel mülkiyetli üretim biçimlerinde de her zaman müşterek (ortak) olanı, herkese ait olan mal ve hizmetleri ifade etmiştir. Etmektedir. Bundan sonra da ifade etmeye devam edecektir. Çünkü İlkel mülk sahipliğinin özü “toplumsal”, biçimi ise kabile ve aşiret liderleri (bunlar ana, ata rolündeki insanlar) tasarrufunda, topluluk adına onların şahsi sahipliğinde ve yönetiminde “boğulmuştur”. Yani doğal olarak mülk biçimsizleştirilerek; biçimi, özüne boğdurulmuştur. Böylece ilkel lider kültü tasarrufunda tekçi (monopolcu) iktidar ve yönetim biçimi oluşmuştur. İşte bu gerçeklik temelinde, ‘ilkel insani sahiplik’ veya başka bir ifade tarzıyla ‘ilkel mülkiyet sahipliğini’ de kapsayıp yutan ‘ilkel mülk sahipliğine’ geçilmiştir.

İlkel Mülk veya onun uygar türevi olan Kamu Mülkü, insan ihtiyacını karşılayan, her hangi bir müşterek (ortak) mal ve hizmet demektir. Ama söz konusu mal ve hizmet, kişiye ait değil ve doğası itibariyle de kişiye ait olamıyorsa, o şey; tüm ilkel topluluk ve uygar toplum süreçlerinde, ilkel mülk veya Kamu mülkü (müşterek, ortak) olarak var olmak zorundadır. Bunlar genellikle ilkel toplulukta avlanma, toplayıcılık ve beslenme alanları, ilkel Liderin yönetim gücü ile savunma gücüdür. Uygar herhangi bir toplumda ise dağlar, ovalar, ormanlar, denizler, göller, nehirler, barajlar, sokaklar, caddeler, köprüler, ana su kanalları, yollar, parklar, sit alanları, yargılama ve savunma gücü, devletin yönetim erki, gelenek ve görenek, biyolojik çeşitlilik, eko sistem, su, hava vs’dir.     

Mülk veya Kamu Mülkü gibi “müştereklerin” (ortak) var olma zorunluluğu şu demektir: Doğası itibariyle bir şey, ilkel topluluk veya uygar toplum süreçlerinde, MÜLK veya “müşterek” değil ve öyle olamıyorsa o şey; mutlaka kişilere ait doğal mülkiyet veya özel mülkiyet ilişkisi altındadır veya öyle olmak zorundadır. Dolayısıyla ‘Tarihi Toplumsallaşma Süreci’ boyunca, uygar özel mülkiyet, mülkten ayrışarak ortaya çıkmıştır. Ama uygar özel mülkiyetten, kamu mülkü ortaya çıkmamıştır. Çünkü o da ‘ilkel mülk sahipliğineden’ ortaya çıkmıştır. İşte bu kavrayış temelinde, tarih toplum incelemeleri sonucu olarak Marks, “İnsan hayatı, kendini geliştirmek için özel mülkiyete gereksinme duymuştur” [[3]] diye önemli tarihi bir saptama yapmıştır.Bu nedenle, istisna ve manipülasyon (hileli yönlendirme) yapma dışında, bir şey ya mülktür ya da özel mülkiyettir. Kooperatifçilik gibi hileli yönlendirme dışında, üçüncü bir şık yoktur!

İnsanlık, İlkel Topluluk Sürecine ait Kuruluş/Oluşum (paleolitik) aşamasında, “evcilleştirdiği” ateşi ve geliştirdiği taş balta, keski, kama ve mızrak gibi iş ve geçim aletlerini; ‘İlkel İnsani Sahiplik’ veya bir başka ifadeyle doğal olarak ‘İlkel Mülkiyet Sahipliği’ biçiminde, önce aile sonra klan (boy) örgütlenmelerinde sahiplenmişti. Yukarı Paleolitik aşamanın sonlarından ve mezolitik (olgunluk) aşamanın kuruluşundan itibaren de insanlık, ok, yay, keskin taş uçlu mızrak gibi uzaktan etkili, geçim ve yaşam araçları geliştirip çeşitlendirerek çoğaltmış. Onları da aynı şekilde, İlkel İnsani Sahiplik veya İlkel mülkiyet Sahipliği kapsamında, ama esas olarak İlkel topluluk mezolitik (olgunluk) aşaması ve sonrası için de İLKEL MÜLK SAHİPLİĞİ temelinde sahiplenip, yaşam ve geçim biçimine katmıştı.

Bu süre zarfında ‘ilkel mülk sahipliği’ temelinde, kadın-erkek arasındaki işbölümü daha da derinleşip belirginleşmiş. Erkekler genellikle avcılık ve balıkçılığa, kadınlar ise toplayıcılık ile yabani sebze ve meyve devşiriciliğini esas iş edinmişlerdi. Erkekler ok, yay, keskin taş uçlu mızraklar kullanarak, ilkel topluluk süreci olgunluk (mezolitik) aşamasına “Uzman Avcı” [[4]] olarak geçiş yapmış. Kadın erkek işbölümü ise iş ve geçim aletlerinin gelişmesi ve kullanılması, avcılık ve toplayıcılık ile devşirilen görece besin “artışı”, toplulukta nüfus artışına yol açmıştır. Ama bu arada, süregelen iklimdeki değişiklikler gibi doğal afetlere, kıtlık ve yoksunluklara karşı mücadeleye, bir de avcılık ve toplayıcılık alanları paylaşımı için iç-dış kavga ve çatışmalar eklenmiştir.

Bu kavga ve çatışmalar çoğalıp yayılınca, aile ve klana (boy) dayalı ilkel topluluk örgütlülük biçimi, beslenmek ve üremek için saldırılara karşı koyma ve savunmada yetersiz kalmış. Avcılık ve toplayıcılık alanlarını kollayıp koruma, iş ve geçim araçları üzerindeki ilkel mülkiyet veya İlkel İnsani Sahiplik edinme biçiminin sürdürebilme olanağı zora girmiş. Topluluk, zorunlu olarak faklı akraba klanların birleşimi ile ilkel topluluk örgütlenme biçimini, yeni düzenlenmelerle bir üst aşamaya taşımak zorunda kalmıştır. Bu gelişmeler temelinde, iç dönüşümler geçiren ilkel topluluk örgütlenme biçimi, ilkel mülkiyet veya İlkel İnsani Sahiplik biçimini de kapsayacak şekilde, yeni bir üst biçim olan İlkel Mülk Sahipliği temelinde, ilkel topluluk Liderinin önderliği ve otoritesi altında, faklı klan (boy) birleşimlerinden oluşanaşiretler biçiminde örgütlenmeye başlamıştı.

Klan ve aşiret örgütlenmelerine önderlik eden ilkel topluluk Lideri, aile büyüğü olan babadan farklı olarak, çalışmadan geçinip yaşayabilen ilk insan tipi olarak tarih sahnesine çıkmıştır. [[5]] Tıpkı karınca ve arı kolonilerinde ana arı veya kraliçe karıncanın beslenmesi gibi ilkel topluluk da varlığını sürdürebilmek için tüm yoksunluğuna rağmen, kendini ve kendi liderini beslemek zorunda hissetmiştir. İşte zamanla bu doğal duygu potansiyeli, artı değer sömürüsü ile beslenip masumiyetini yitirerek, farklı uygar toplum biçimlerine uygun özel mülkiyet temelinde, hâkim sınıfları koşullandırıp, ezilen sömürülen sınıflar ile birlikte farklı devlet kökenli yeni toplumsal örgütlenme biçimleri ile siyasal iktidar biçimlerine yol açmıştır.

Bu tarihsel gelişme temelinde, aile gibi kan bağına dayalı örgütlenme biçimleri ile başlayan ilkel topluluk, önce birden fazla aile birleşimi ile klanlara (boy), daha sonra klan birleşimleri ile aşiret gibi daha kalabalık, örgütlenme biçimlerine geçmiştir. Akraba aşiretler de birleşerek daha üst ve daha kalabalık etnik (aşiretler koalisyonu) yapı örgütlenmelerine geçmiştir. Aile, klan, aşiret ve etnik topluluk birleşimlerinde ana yapıştırıcı unsur, “kan bağına” dayalı akrabalık ilişkisidir. Bu ilişki, oldukça zayıflamış da olsa, kuruluş özü etnik temelli olan kapitalist toplumlarda, hala farklı hayali ulus-devlet tarzı örgütleme biçimleri ile varlığını ekonomik ve siyasi olarak devam ettirmektedir.  

Peki, karınca ve arılarda “ana” liderliğinin olduğu gibi İlkel Topluluk Liderinin, İlkel Mülk Sahipliği üzerindeki tekelci, otoriter örgütlenmesindeki benci veya benmerkezciliğinin, ana kaynağı veya ana dayanağı neydi ve nereden kaynaklanıyordu? İlkel Topluluk üyelerinin genel çoğunluğu neden, İlkel Topluluk Liderine boyun “eğmişti”? Veya hayvanlardan farklı olarak, bilinçli olmasına rağmen ilkel topluluk insanları, neden MÜLK olma ve MÜLKİYET edinme ihtiyacı hissederek, İlkel Topluluk Liderinin boyunduruğu altında örgütlenmeye razı olmuştu?

Sebep neydi?

Cevap olarak, eğer ona yaşamak denirse, “insanın daha iyi yaşaması için” denilebilir ve bu cevap gerekli de olabilir, ama meselenin özünü açıklamada yetersiz kalır. Çünkü bu sorulara cevap olabilmek için her toplumsal olgu için 4 öğeli, tek süreç, 2 aşamalı diyalektik işleyişi [[6]] bilince çıkarabilen ‘bilimsel indirgemeci’ yöntem ile o maddi olgunun özündeki hareketin, kendini otomatik örgütleyebilen yeteneklerine dönüp, olgu ve oluşumların değişim ve dönüşümlerine odaklanmamız şarttır. Biliyoruz ki, maddi âlemde geçmişi olmayan hiçbir varlık formu yoktur. Hiçbir olgu, oluşum süreci hızına ait zaman ve mekândan geçmeden, biçimlenip var olamaz. Bu inşa süreci ve inşa aşamaları, geriye doğru iz sürmemizi, günü anlamamızı ve geleceğe projeksiyon (kestirim) yapmamızı kolaylaştırmaktadır.

Bindiği gibi maddenin maddiliği -zaman ve mekânda enerji kütle birlikteliği olarak varlığı-, insan iradesinden bağımsız, bir biri ile kopmaz birlik ve bütünlük arz eden oluş ve olgusal bir birlikteliktir. Bu birliktelik, her hangi bir olgu sürecine ait şu an, geçmiş ve gelecek gibi nesnel olgu ve varlık biçimlerine geçerek çalışır. Şeylerin değişip dönüşmesi, birinin diğerine dayanması, birinin diğeri ile bağlantısı ve sonsuza doğru, var oluş ve yok oluş temelinde akması, maddi gerçekliğinin temel karakteri ve varlığını sürdürme biçimidir. Eldeki mevcut soyut kavram düzeneklerinin (lisanın, dilin) varlığı ve gelişmesi, maddenin sonsuza doğru akışına dayanmaktadır. Bu akışta insan iradesi dışında, maddi yaşam koşulları temelinde, bilinç-bilgi düzeneği ile kavramlar belirlenip biçimlenerek dilin oluşumuna çıkmaktadır. Dolayısıyla kavramların maddi temeli, maddenin sonsuza doğru akışı temelinde, ama görece uzun erimli olarak sınamalardan geçerek oluşmaktadır.

Bu kavrayış temelinde, bilimsel yöntem ile kavramların aşılıp aşılmadığını anlamak için onları mevcut maddi gerçeklikleri ile karşılaştırıp, pratikte karşılıklarının varlığı veya yokluğu ile test etmemiz gerekir. Eğer aşılmışlar ise onların, yeni maddi temellerine bağlı kalıp yeni soyutlamalar ile zenginleştirmek veya yeni kavram soyutlamaları yaparak değiştirmek gerekir. Böylece maddi gerçeklikten hareketle biz, idealizm ve metafizikten azade, onun gerçeğiyle örtüşen yeni soyutlamaları geliştirip kullanarak ilerleyen; doğa, toplum ve bilinç dünyasındaki yeni değişimleri kavramlaştırıp ifade etmiş oluruz.

Pusulasız yol almamak, karmaşaya ve sakata gelmemek, idealizme savrulmamak için maddenin, maddi (enerji kütle birlikteliği) gerçeklik zeminini terk etmememiz şarttır. Yukarıdaki soruları, maddi kökenleri temelinde sorgulayıp anlamak, bilince çıkarmak için insan iradesi dışında her zaman 4 öğeli diyalektik çalışan enerji kütle birlikteliği formlarını, ‘bilimsel indirgemeci’ veya ‘bilimsel kestirimci’ araştırma ve inceleme yöntemine ihtiyacımız olacaktır. Çünkü oldum olası, hâkim sınıflar ve kiralık ideoloji üreticileri taifesi, şeylerin maddi (enerji kütle birlikteliği) gerçekliğine nüfuz etmemizi ve gerçeği öğrenmemizi engellemek için kavramlar ile oynayarak aklımızı çelmeyi ve bizi yönlendirerek “gütmeyi” huy edinmişler. Unutulmamalıdır ki onlar, [[7]] kavram türetip uydurma manipülasyonları (hileli yönlendirme) ile tarihi eğip bükerek toplumu kontrol edip yönlendirmeyi, kendilerine asıl görev bilmişlerdir. Ne yazık ki bu faaliyetlerinde onlar, şu ana kadar da “başarılı” olmuşlar. Bu nedenle, hâkim sınıflar ve kiralık ideoloji üreticileri taifesinin bu huylarını sadece, çok ama çok ciddiye almamız gerektiğini söylemiyorum. Şarttır diyorum!

Hâkim sınıf güçlerinin, bütün baskılarına rağmen, onların kumpasçı ve teslim alıcı tutumlarına karşı, geliştireceğimiz mücadele ise çok basit ve anlaşılırdır!

Nasıl mı? Şöyle:

Topluma baskın batıya öykünme hayranlığını yıkıp bertaraf etmek için önümüze koyduklarını, kuzu kuzu yemeden veya babalanıp ret ederek atmadan önce onları, mutlaka ‘bilimsel indirgemeci’ yöntem ile ele alıp, çok yönlü sorgulamadan geçirerek test etmeli, cesaretle aşmak için çıkış yapmayı denemeli kafa yormalıyız. Bu tarzda bir duruş ve tutum alışımız, bilimsel çağdaşlıkta ısrar etmemizin, temel ve en öncelikli koşullarından biri olacaktır!

Maddenin, maddilik (enerji kütle birlikteliği) gerçeği, soyutlanmış kavramdan, tekrar soyut kavrama geçişte ve daha çok tekrarı halinde -nöronlar arası oluşan bağlantılar dışında- her halükarda düşünme işlemi, değişim ve dönüşümden münezzehtir. Dolayısıyla maddi âlem ile bağı kopmuş kavram düzeneklerindeki soyutlamadan, kavram türetme yoluyla yapılan yeni bir soyutlamaya geçmekle, hiçbir şey değişmiş olmaz. İşte metafizikçi idealizmin kökeni, bu değişmez soyutlama biçiminde yatmaktadır. Çünkü böylesi bir duruma düştüğümüzde, gerçek ile bağımız kopmuş, hakikati aşarak soyut âlemde sürf yapmaya geçmişiz demektir. Hakikati, işe yarar biçimde somutlaşarak maddi dünyaya geri çevirmezsek, hakikat kavramları üzerinden soyutlamaya devam edersek, çıkacağımız yer, Hegel’in asla değişmez dediği, fasit döngülü keyfi “mutlak ruh/idea” hayal dünyası olacaktır.  

Hâkim sınıflar ve onların kiralık ideoloji üreticileri taifesi olan metafizikçiler, sınıfsal çıkarları gereği her zaman değişim ve dönüşümden korkmuşlar. Kendi düzenlerini dünyanın değişmez biçimi olarak vazetmiş, ona göre farklı türden ideoloji üretmişler. Onlar, oldum olası şeylerin özüne inmemizi, şeylerin özüne nüfuz edip gerçeği öğrenmemizi istememişler. İstemedikleri için de insani şirazelerinden çıkıp gericileşerek, envai türlü saptırıcı saldırı biçimi gerçekleştirmişler. Dolayısıyla onlar, asla diyalektik çalışan gerçekliği, ‘bilimsel indirgemeci’  ve ‘bilimsel kestirimci’ yöntemi kullanarak öğrenmemizden hazzetmedikleri için her zaman karşı saldırı, propaganda ve ideolojik söylem biçimleri geliştirip uygulamaya koymuşlar!

Bu kısa özlü çözümlemeden sonra, şimdi de doğanın, toplumun ve düşüncenin diyalektik hareketini çalışabilen ‘bilimsel indirgemeci’ yöntemi kullanarak, yukarıdaki soruların benzeri olan şu soruya odaklanalım: canlıların –bitkilerin fotosentez olayı ile arı ve karıncaların koloni yaşamı dâhil- özellikle insanın, benci veya benmerkezci eğilimlerinin kökeni nasıl oluşmuştur? Maddi kaynağı nedir? sorusuna odaklanalım:

Bilindiği gibi madde, enerji-kütle birliği ve bütünlüğünde evrenseldir. Bu evrensellik ölçütünde biliyoruz ki madde, “kütle çekim” gücüne sahiptir. İdealizme ve keyfiliğe sapmamak için incelenip kavranacak esas şey, maddenin kendi varlığına içkin, enerji ve kütle birliğini 4’lü diyalektik yöntem ile çalışma biçimine, hiçbir şey katmaksızın, ‘bilimsel indirgemeci’  ve ‘bilimsel kestirimci’ yöntem ile araştırıp inceleyerek bilgi edinmemizden geçer.

Bu bağlamda biliyoruz ki, insanın bilinci dâhil, insan bedeni ile çevresel ilişki teşkil eden her şey maddidir. İnorganik madde, fiziki standart dört kuvvet ile kendi iç ve dış dinamikleri ile değişip dönüşürken, kendine içkin merkezi kütle çekim gücü başta olmak üzere farklı katmanlarda ve farklı biçimlerde, organik-biyolojik düzeyde de farklı otomatik öz örgütlenme gücüne sahiptir. Madde, organik-biyolojik varlıklar biçiminde örgütlenirken, kendisine içkin merkezi kütle çekim gücünü bir başka düzeyde başkalaştırarak, onu türevi olan, benci veya benmerkezci eğilimlere dönüştürür. Tıpkı bir atomun var oluşunda, değişim ve dönüşüm koşullarını sağlayan elektron alış-verişleri ile oluşturduğu fizikokimyasal bağlar gibi benci veya benmerkezci eğilimler de evrim geçirerek bitki, hayvan ve insanlarda, farklı besin alış-verişi biçimleri üzerinden, farklı beslenme biçimleri ile farklı biyolojik sahiplenme biçimlerine yol açarlar.

Bu farklı biyolojik sahiplenme (beslenme) biçimleri, ana hatları ile şunlardır:

Bitkiler, durduk yerde fotosentez yaparak beslenirler. Hayvanlar, güdüsel hareketli beslenme ve sahiplenme ile beslenirler. İnsanlar ise alet-bilinç sarmalında hayvanlara büyük bir fark atarak, alet yapım ve kullanım yeteneklerini kullanarak beslenmeye çalışırlar. Böylece insanlar ilkel topluluk süreci boyunca, beslenme faaliyetleri ile geçinmek için kullanım değeri geliştirme temelinde ‘İlkel İnsani Sahiplik’ -veya aynı şey demeye gelen- ‘İlkel Mülkiyet Sahipliği’ ile ‘ilkel mülk sahipliği’  biçimlerini geliştirmişler.

Diğer canlılarda da olduğu gibi insan bedeni de enerji ve kütle birliği temelinde maddidir. Bu maddi biçim, farklı maddelerin kombinasyon (birleşim) ve katmanlarının örgütlenmesi ile oluşmuştur. Bu oluşum sırasında, insan bedeninde, kütle çekim gücü değişip dönüşerek, benci veya benmerkezci bir forma geçmiştir. Dolayısıyla insan bedeni, maddi yapıda olduğu için onun geliştirdiği ve geliştireceği bilinç-ruh dâhil, her türlü enerji biçimi de maddidir. Dikkat edilsin lütfen! Maddidir diyorum. Maddedir demiyorum. İlkel Topluluk Liderinin, benci veya benmerkezci MÜLK edinme istek ve arzusunun, ilkel topluluktan sonra, köleci uygarlıktan itibaren özel mülkiyet edinme ile kamu mülküne geçiş potansiyelini taşımasının ana kaynağı, onun bedeninin maddi yapıdaki beslenmesinden kaynaklanmaktadır. Çünkü madde, doğası itibariyle evrensel kütle çekim gücü düzeyinde, o düzeyin ritmik ve belli zaman aralığı ve farklı frekanslarına uygun tarzda, madde alış verişi yaparak, kendisini sonsuz düzeyde, otomatik olarak örgütleyebilme, dağıtma, gücü ve yeteneğine sahiptir.

Dörtlü diyalektik yöntem ile uyumlu çalışan, ‘bilimsel indirgemeci’ yöntemi kullanarak, maddenin ana yapısına daha da yakından bakınca, kütle çekim gücünün, insan bedeninde başkalaşarak kendisinin, bir başka formu olan benci veya benmerkezci eğilime nasıl geçtiğini görebiliriz. Bu geçişin ana kökeni hakkında, söylenebilecek şey şudur:

Genelde insanın ve bu arada İlkel Topluluk Liderinin, maddi benci veya benmerkezci eğiliminin ana kaynağı, kütle çekim gücünün başkalaşmış bir biçimidir. Bu hadise şöyle gelişmiştir: Higgs Parçacığının, evreni kapsayan alanı ile etkileşime girebilen, kuantum parçacıklarının kapsanıp enerjilerinin sınırlanmasıyla, parçacıkların hız kesip, ışık hızının altında, rölavistik (göreceli) hıza geçerek, kütle kazanmasına ve kararlı duruma meyletmesinden oluşmuştur. Parçacıklarının kütle kazanması ile beraber madde, aynı anda “Kütle Çekim Gücü” de kazanmış olur. Kütle çekim gücü kazanan madde (ve anti madde) parçaları, evrene dağılıp hareketli bir denge hareketi ile galaksi, yıldız ve gezegenleri oluşturmuştur. Bu kütlesel ve evrensel dağılım biçimi ile her bir galaksi, yıldız ve gezegen, kendi merkezine doğru büyük bir kütle çekim gücü kazanmıştır. Eğer bu hareket tarzı, evrene dağınık, değişik yerlerde ve çoklu biçimde var olup, kozmolojik çapta ve ritmik düzeyde, hareketli ve kararlı bir “denge” salınım biçimine geçmeseydi; evren, tek bir kara deliğe dönüşürdü. Bu dönüşüm engellendiği için dağılımı ile maddenin “bencil” kütle çekim gücü, gezegenimizde belli bir frekans aralığında, beslenme ile besin (madde) alış-verişi yaparak, bildiğimiz bitki, hayvan ve insan gibi yaşam formlarını geliştirip biçimlenmesine olanak sağlamıştır. Bu gelişme ve biçimlenme, genel olarak maddeye ve bu arada bütün canlılara özgü beslenme egosu (benci veya benmerkezci) ile insanlarda ayrıca ÖZEL EDİNME (özel mülkiyete ve birikimine yol açan) duygusu ve eğilimlerinin temelini oluşturmuştur.

Sonuç olarak, söz konusu doğal olgu ve oluşumlar, canlıların ve özellikle insanın özünde, faklı biçimlerde özelleşen çekimci, benci veya benmerkezci duygu ve eğilimi, kendini şöyle inşa etmeye başlamıştır:

Maddenin varlık biçimine özgü “bencil” kütle çekim gücü, proton ve nötron birleşimi ile atomlara ait çekirdekleri oluşturmuştur. Atom çekirdekleri de aynı “bencil” kütle çekim gücü ile elektronları yakalayıp, enerji düzeylerine göre belli yörüngelere hapsederek, atomları meydana getirmiştir. Atomlar, fizikokimyasal (kovalent, iyonik ve hidrojen vb.) bağlar ile elektron paylaşarak molekülleri, moleküller de diziliş biçimlerine göre kristalize olup, metalleri ve ametalleri meydana getirmiştir. Metal ve ametallerin, farklı dizilim biçimleri ile inorganik doğa, organik-biyolojik doğaya geçiş yaparken; yaşamda, bir hücreli ve çok hücrelilerin evrimi ile bitki ve hayvanlar âleminden, insanlık âlemine geçiş yapılmıştır. Böylece insana ait söz konusu benci veya benmerkezci eğilim (istek ve arzu), evrim ile tarihsel değişim dönüşümün bir ürünü olarak, canlılarda beslenme, üreme ve savunma biçimlerine yol açmıştır. Bu duygu ve eğilim, bitki ve hayvanlardan faklı olarak insanda, bilinç-bilgi sarmalında gelişip, alet bilinç sarmalında bir biri ile etkileşime geçip gelişerek, alet yapıp kullanma ve nihayet mülk, mülkiyet, özel mülkiyet ve kamu mülkü edinme duygusu ve bilinci üzerinden, kendini maddi varlık biçimlerine vardırmıştır.

Bir atom çekirdeğindeki “bencil” kütle çekim gücü eğilimi ile bir atoma ait elektronların, rölavistik hızda, enerji düzeylerine göre doğal hiyerarşiye geçip atomu örgütlemesi gibi ilkel topluluk liderinin hâkim gücü de kendini merkeze alarak, ilkel topluluk üyeleri ile doğal hiyerarşiye geçip ilkel topluluğun örgütlenmesine yol açmıştır. Doğal olarak ilkel topluluk lideri, ilkel topluluğu, kendisine ait “özel mülkiyeti”  ve ‘mülkü’ olarak algılıyordu. ‘Mülk’ kavramına içkin bu gizil özel mülkiyet edinme ve ortaklık (müşterek) eğilimi, daha sonra üretilen artı ürün ve artı değer ile dünyada ilk defa Kurd Sımer (Sümer) ülkesi Neolitik Tarım ve Hayvancılık Devrimi ile uygarlığa geçiş sırasında ikizlerine ayrışıp, köleci uygarlık için Özel Mülkiyet ile Kamu Mülkü biçimlerine dönüşmüştür.

Şimdiye kadar incelediğimiz İlkel topluluğun, kuruluş (paleolitik) ve olgunluk (mezolitik) aşamalarındaki pratiği, kalın çizgilerle insanlığa öğretmektedir ki, iş ve geçim aletlerinin gelişmişlik düzeyi, ilkel topluluk insanı ile İlkel Topluluk Liderine, özel mülkiyet edinme bilinci-bilgisini kazandıracak kadar gelişkin değildi. Çünkü aletler, bu bilinci geliştirecek kadar, teknolojik bilgibiçimden yoksundular. Dolayısıyla biliyoruz ki, insanlığın özel mülkiyet edinme ve onunla yaşama biçimi, insanın iradesine bağlı bir iş değildir. O, tamamen tarihsel koşulların belirleyip geliştirdiği bir konudur. Yani kişinin iddia ederek, ben sosyalistim dediğinde bile o kişi sosyalist olamaz!

İlkel topluluk dâhil, farklı uygar toplum mülkiyet ve üretim biçimleri, kendilerini biçimlendiren, tarihi araçsal altyapılarına bağlı ve ona uygun toplumsal formlardır. Tarihsel koşullara bağlı kalmadan yaşıyor olabilseydik, düşündüğümüz gibi üretir, düşündüğümüz gibi yaşardık. Sevgili Kemal Sunal’ın, hile ile “Tosun Paşa” yerine geçmeye zorlandığında dediği gibi “Tamam! Ben Tosun Paşayım. Sen de Tosun Paşasın! Haydi, herkes Tosun Paşa olsun” der, “paşaca yaşar” bu kadar zahmeti çekmemiş olurduk. Ama gel gör ki yaşam gerçekliği bu kadar basit değildir. Ne yazık ki ben buyum (kapitalist veya sosyalist) veya sen busun deyince, dediğimiz gibi olamıyoruz! Üfürmekle olmuyor!..

Tarihi görevini yerine getirememiş olsa da zamanında Marks, bu tarihsel toplumsal gerçeği, dâhiyane bir biçimde, şöyle analiz edip ifade etmişti:

Maddi yaşamın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel yaşam sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen şey toplumsal varlıklarıdır. (…) Onun içindir ki, insanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar. Çünkü yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak sorunu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar”. [[8]]

Dolayısıyla öğreniyor ve anlıyoruz ki, İlkel Topluluk Liderinin tekçi tekelci (monopolcu) eğilimi, otoritesi ve yönetim biçimi, bir yandan ileride gelişecek olan köle sahibinin özel mülkiyet eğiliminin embriyonik potansiyellerini bağrında taşıyordu. Öte yandan da bir atomun oluşumuna katılan elektronların, çekirdeğin kendileri üzerindeki etkisini kanıksayıp, farklı enerji düzeylerine göre farklı yörüngelere hapsolup atomu oluşturması gibi. Aynı İlkel Topluluk Liderinin tekçi tekelci (monopolcu) eğilimi, otoritesi, yönetim biçimi ve etkisi altında, yaşamaya razı olan ona uyum sağlayıp bağlanan, ilkel topluluk üyeleri de KÖLECİ DEVLET düzeneğinin embriyonik potansiyellerini bağrında taşıyordu. Bu şekilde başkalaşan maddi gerçeklik, her düzeyde, o düzeyin koşullarına uygun tarzda maddenin otomatik öz örgütlenme ve dağılma yeteneğine dayanmaktadır.

Peki, İddia Edildiği Gibi Gerçekten İlkel Topluluk “Eşitlikçi” Miydi?

Bu Mümkün müdür?

Peşin olarak ayır!

Çünkü doğada denge nispi, anlık ve geçicidir. Eğer doğa, insan bilinci ve türevi (yapay zekânın, var olan çoklu seçenekler içinden, istenilene en yakın öğeyi seçme işlemi yapma yeteneği) dışında eşitlik üretirse, o andan itibaren doğa, sonsuza doğru akmaz, akamaz! Bu da doğanın/maddenin tabiatına aykırı olduğu için doğa eşitlik üretmez üretemez!  

Peki, o halde eşitlik bilinci ve bilgimiz nereden gelip, insan bilinci ile türev biçimine (alet ve makinelere) yükselmektedir?

İşte esas sorun, bu noktanın bilincinde ve farkında olmaktır:

Doğa, doğrudan eşitlik üretmez. Ama aynı doğa, dolaylı yollardan insanın geliştirdiği üretim aletleri ve makineler üzerinden eşitlik üretir. İşte insan bu temelde, tür olarak insanlaşmaktadır! Bu insanlaşma sürecinin gerçekleşebilmesi için alet ve makinelerin içselleştirdiği tarihsel teknolojik bilginin, alet ve makineye dönüşmeden önce, insan –ve ilerde kısmen veya tamamen makineler- tarafından üretilmiş olması şarttır. Dolayısıyla bilgi, insanın doğa, toplum ve bilinç yasalarının keşfi ve yönlendirmesi ile oluşan toplumsal yaşamına ait ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel ve ruhsal (bilişsel) davranış biçimlerini, anlama ve kavrama yeteneklerinin ürünüdür. Teknoloji, bilgidir ama HENÜZ alet ve makine değildir. Teknolojik bilginin, alet ve makine haline gelebilmesi için onun, insan tarafından taş, tahta, kemik, metal ve plastik üzerine işlenip, bilgibiçim ve algoritmik dijital veri olarak nesnelleşmesi şarttır. Bilgi, ne kadar insanın ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel ve ruhsal (bilişsel) yaşamının bir ürünü ise üzerine teknolojik bilgi işlenen taş, tahta, kemik, metal ve plastikten yapılmış alet ve makine de o kadar insanın ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel ve ruhsal (bilişsel) yaşamının bir ürünüdür.

Alet ve makinenin içselleştirdiği bilgibiçim ile algoritmik dijital veri, insandan kopmuş ama inorganik, mekanik ve otomatik olarak canlanabilen, türev canlı formlardır. Bu tarihsel gelişme ile şu noktaya geldik. Ne yaparsak yapalım, makineler, ‘doğal ve esnek/biyolojik bilinç’ sahibi değiller ve olamazlar. Onlar, insan beyninin nöronları gibi çevre ve evren ile doğal otomatik anlama ve kavrama ilişkisine geçemezler. [[9]] Onlar “sınırlı” sayıda bilgibiçim ve algoritmik dijital veri tabanlı çalışarak, ‘doğal insan bilincini’ taklit edip ‘yapay, yek düze/bir biçimli yapay bilinç, bilgi üretip, çoğaltarak hızlı ve çoklu seçenekli çalışma, belirleme ve seçme marifetlerini kullanabilirler. Dolayısıyla alet ve makinenin içselleştirip ürettiği “bilinç”, kaç katlı bilişim ve iletişimli, algoritmik dijital veri tabanlı olarak, ne kadar hızlı çalışırsa çalışsın o, yine de çok fonksiyonlu yapay zekâdır. Onun ötesine geçip biyolojik yetenek kazanamaz. Dolayısıyla yapay zekâ, algoritmik dijital, yek düze/bir biçimli ve inorganiktir.

Bu nedenle alet ve makineler, mekanik veya otomatik canlandıklarında, her zaman içselleştirdikleri bilgibiçime ile yapay, algoritmik ve dijital bilgi KADAR çalışır. Üretim yaparlar. İçselleştirdikleri bilgibiçime ile yapay algoritmik ve dijital bilgiden farklı olarak, yaratıcı bir şekilde çalışamaz, insan bilinci gibi her yeni gelişen veya keşfedilen kozmolojik veya doğal hareketi takip edip anlamlandırarak, gerekli bilinç üretmek için farklı bir esneklik gösteremezler. İşte bu nedenle inorganik bilgibiçime ile yapay, algoritmik ve dijital bilgi biçimlerini içselleştiren alet ve makineler, sahipleri olan “efendilerinin” kim olduğuna aldırış etmeden, her zaman sahipleri için gerçek manada “kölece” ama belli sınırlar dâhilinde “yek düze/bir biçimli” görece eşit iş ve işlem üretirler. Ama kapitalist özel mülkiyet sahipliği, eşitsiz toplumsal sınıf farkı geliştirdiği için alet ve makinenin ürettikleri eşitlik; eşitliğine rağmen toplumda, toplumsal eşitsizlik üretmeye neden olur.

İşte bu temelde insanlığın, özellikle de ‘Büyük İnsanlığın’ kurtuluşu hedefinde, ‘Sosyalist Emekçi Özel Mülkiyet Biçimi’ bir zorunluluk haline gelmiştir.

Alet ve makineler, “kölece” ama “yek düze/bir biçimli”, iş ve işlemi üreten doğaları itibariyle, maddenin doğal eşitsizlik üretme özüne, asla “ihanet” etmeden çalışırlar. Tıpkı hız ve zamanın göreceliği gibi alet ve makineler de GÖRECE bir EŞİTLİK üretirler. Dolayısıyla onlar, doğal ve esnek algıya sahip bilinç üretemedikleri sürece, bu “kölece” ve “yek düze/bir biçimli” eşitçe iş, işlem üretmeye devam edecekler. İşte onların bu özellikleri, işçi sınıfını üretim dışı ederek, toplumsal işsizlik geliştirmektedir. Bu nedenle kapitalistler, kapitalist kalmak ve kapitalist sömürüyü devam ettirebilmek için onların işsizlik yaratan bu özelliklerine çare arayıp bulmaya çalışmaktadırlar. Günümüzde, British Anglosakson Siyonist Finans Oligarşisi (BASFO) [[10]] önderliğinde, dünya tekelci kapitalistler için işsizliğe çare bulmak, “beka soruna” haline gelmiştir. “Çaktırmadan” bu soruna çözüm bulmak için can havli ile öyle harıl harıl çalışmaktadırlar. Öyle ki, Reel Sosyalizme karşı mücadele ederken, “ayaklarına” sıktıklarını bile fark etmiş bulunmaktadırlar. Reel Sosyalizmin kitleler nezdinde ki prestiji sıfırlanmamış olmasaydı, kitleleri kandırıp yönlendirmek için “yılana sarılır” gibi tekelci kapitalistlerin alayı Reel Sosyalist olurdu. Nitekim 2000’lerden itibaren BASFO, ABD’de eski tüfek Marksistleri kendi kontrol ve denetiminde işe koşarken [[11]], ideolojik ve pratik düzeyde,  “yılana sarılmayı” “ulus üstü” şirket ve kurumlarında hala test etmektedir.

Hali hazırda BASFO, kapitalist kalmak için dünya Büyük İnsanlığını makinelere yedirip –teknolojik katliam ile-, nüfusu azaltarak dünya büyük insanlığını yönetebileceğini düşlemektedir. Bu yönde, büyük mesai harcamaktadır. Ama günün birinde, aynı makinelerin kendilerine de dönebileceğini gördükleri için korkuya kapılıp sıtmaya tutulmuşlar. Dolayısıyla çıkışsız ve çaresizdirler! Öyle ki, Dünya Ekonomik Formu (WEF) toplantılarındaki tartışmalara bakılırsa artık “kendilerine külah bile dikemiyorlar”, ama dünya ‘Büyük İnsanlığını’ kandırmak için onlara “ceket dikmeye çalıştıklarını!” vazediyorlar!

Konjonktürel olarak, ‘Sosyalist Emekçi Devrim ve Sosyalizm Paradigması’, insanın varlığını sürdürebilmesinin tek çaresi haline gelip gündeme oturmuştur. Daha da çok tanınıp oturacaktır! Bu kaçınılmazdır! Çünkü İNSANLIK için başka çare, çıkış, yol, yöntem yoktur! Kalmamıştır!

BASFO’nun önderliğindeki kapitalistlerin, insanlıklarını elde edip mutlu ve umutlu yaşayabilmeleri için yapabileceği tek şey, kapitalist mülkiyet ilişkilerini tasfiye edip, ‘Sosyalist Emekçi Özel Mülkiyet’ ilişkilerinin varlığına devretmeleridir. Böylece onlar da insanca yaşamanın, mutlu olmanın ne demek olduğunu anlamış, tadına varmış olacaklar. Çünkü insanım diyen herkes için kapitalist vahşetten çıkıştan başka, hiçbir yol kalmamıştır. Kapitalizmden çıkış, insanın varlığı için ısrar haline gelmiştir. “Ya hep beraber, ya hiç birimiz” noktasına gelip dayanmışız! Onun için İNSANLIK olarak ya hep beraber kazanacağız! Ya da dünya ‘Büyük İnsanlığı’ olarak biz, zaten “Kazanacağız! Mut-la-ka kazacağız!”

Eşitlik konusuna dönüp devam edelim:

Üretim aletleri ve makineler, aynı anda farklı sahipleri için eşit iş işlem üretebilirler ama farklı zamanlarda ve farklı sahipleri için aşınma ve yıpranma payları ölçüsünde daha az eşitlik üretirler. Bu nedenle, toplumsal altyapıyı temsil eden alet ve makineler, kendilerine uygun toplumsal üstyapı öğelerini üretip biçimlendirirken, kendi bünyelerindeki aşınma ve yıpranma payını daha uzun zaman yaymak üzere, teknolojik yapılarına uygun olarak dil, din, devlet, sanat, edebiyat ve kültür gibi üstyapı öğeleri olan kavram ve kurumlar üretip onlara aktarırlar. Bu nedenle, makinelere nazaran, dil, din, devlet, sanat, edebiyat ve kültür gibi üstyapı kavram ve kurumlar daha uzun ömürlü olup, daha uzun sürede değişirler. Örneğin: bir makinenin ekonomik ömrü 25-30 yıl ise bir deyim veya “devlet” gibi bir kavramın (sınıfsal ara biçimleri dışında) ömrü binlerce yıla sarkabilmektedir. Böylece biz, kısa erimli alet ve makinelerin geliştirdiği eşitlik ile onlardan daha uzun erimli üstyapı kurumlarının geliştirdiği eşitlik arasındaki farkı önemsemediğimiz için göreceli olarak, eşitlik bilinci geliştirip kabullenmiş oluruz. Demek ki, aslında alet ve makine tabanlı olan gerçek eşitlik bilincimiz, asıl gerçeği nüanse etmeyen göreceli değişken bir eşitliktir. Yoksa zannedildiği gibi alet ve makinelerin geliştirdiği eşitlik de mutlak, durağan ve sabit olmak gibi tek biçimli değildir.

Bu çözümlemenin dışında, geliştirilen eşitlik analizi, yok hükmündedir. Şayet varsa ve söz konusu ediliyorsa o, tamı tamına hayal ürünü idealist ve metafiziktir.

İşte bu nedenle, haklı olarak oldum olası bir üstyapı kurumu olan devletin, kendi yurttaşlarına karşı eşitçi ve “adil” olması gerektiği beklenir ve umulur. Ama bu umut ve beklentiler, her zaman, her seferinde ve her üretim biçiminde boşa çıkmıştır. Neden? Çünkü eşitliği biçimlendiren alet ve makinelerin, hâkim sınıfların (günümüzde kapitalistlerin ve özellikle tekelci kapitalistlerin) özel mülkiyeti altındadır da ondan. Bu gerçeklik, hâkim sınıflara imkân sağladığı için onlar da arka kapıdan devlete sızarak, devlette olması gereken toplumsal eşitlik ve adaleti sekteye uğratan illegal, hukuk ve yasa dışı usulsüzlük biçimlerinin geliştirilmesine yol açarlar. Tarihsel olarak kapitalist sistem, gayri meşru konuma düşmüştür. Ama reel olarak hala devam etmektedir. Dolayısıyla bu tarihi koşullarda, tek tek kapitalistin meşruiyeti de tartışmalı hale gelmiştir.

İşin gerçeği şudur:

Toplumda özel mülkiyet sahibi her kim ise aynı özel mülkiyetin belirlediği devlet biçimi de o karakterde ve onun hizmetinde olur. Bu bire birdir ve kaçınılmazdır. Rivayet edildiği gibi burjuva demokrasisi denen yönetim biçimi, ağzı ile kuş tutsa bu gerçekliğin dışına çıkamaz. Burjuva demokrasisi, bir madeni paranın iki yüzü gibidir. Mayası metaliktir. Bir yüzü yazı diğer yüzü tura olduğu gibi bir yüzü burjuva demokrasisi, diğer yüzü faşizmdir. Konjoktüre göre, fırıldak gibi döner. Dolayısıyla burjuva demokrasisi, diğer burjuva “devlet” biçimlerine nazaran, günlük sürdürülen devrimci demokratik sosyalist mücadele platformu için tercih edilir ama o da kapitalist özel mülkiyet temelinde gelişip biçimlenen tıpkı monarşi, aristokrasi, oligarşi gibi bir devlet ve yönetim biçimidir. Onun için mevcut kapitalist özel mülkiyet ilişkilerine yönelip, toplumsal altyapıdan hareketle toplumu değiştirerek dönüştürmeyi öngörmeden, sistem içi siyasal sınıf mücadelesi yürüterek devletle, siyasetle cebelleşmek “havanda su dövmekten” farksızdır.

Bu nedenle, yukarıda çözümleyip ortaya koyduğumuz, görece eşitçilik fikrini, gerçeklemenin tek yolu vardır. O da ‘Sosyalist Emekçi Özel Mülkiyetin’ kurulmasıdır. İnsan olarak özgür, adil, eşit, kardeşçe yaşamak için başka hiç bir şansımız yoktur ve olmayacaktır. İşte bu sebepten ötürü ısrarla insanlığın eşitlik, özgürlük, adalet ve kardeşliği yakalayabilmesi için ‘Sosyalist Emekçi Devrim ve Sosyalizm Paradigması‘ temelinde, ‘Sosyalist Emekçi Özel Mülkiyetin’ olmazsa olmazımız olduğunu, ilkesel düzeyde şart koşuyoruz. Çünkü İlkel Topluluktan bugüne insanlık, doğal ve farklı türden eşitsiz özel mülkiyet biçimleri yüzünden yapay olarak, hiyerarşi ve sınıflı toplumda, eşitsiz ve sömürüye maruz kalarak yaşamak zorunda kalmıştır. Bu anlayış temelinde, yüz binlerce yıldır yaşanan doğal ve yapay eşitsizliğin, tarihsel toplumsal değişim dönüşüm doğrultusunu, ana hatları ile şöyle özetlemek mümkündür:

(Birincisi), maddeye içkin doğal hiyerarşi ve doğal eşitsizlik, insanların iradelerinden bağımsız olarak, yaratılışta doğal evrimci geçiş ile onların biyolojik varoluşsal bedenlerinin biçimlenmeleri (örgütlenmeleri veya kodlanmaları) üzerinden, ilkel topluluk insanlığına aktarılmıştır. Dolayısıyla sürü insanından itibaren, ilkel topluluk eşitlikçi değil; tam tersine, doğal olarak eşitsiz ve hiyerarşik olarak insanlığa adım atmıştır. ‘Tarihi Toplumsallaşma Süreci’ boyunca uygar insan, huzur bulmak (en düşük enerji kullanımı düzeyi ile maksimum yaşam düzeyi tutturmak) için bedeli ağır da olsa insanlaşmaya çalışarak, arada bir gerici ve yıkıcı dönüşler yaparak, ilerlemeye devam etmiştir.

(İkincisi), İnsanlık, alet-bilinç sarmalında yoğrulup elde ettiği bilgiler ile geliştirdiği toprak, iş, yaşam araçlarına ait teknolojik bilgibiçim düzeylerinin geri olması gerçeği ile ilkel topluluğa ait doğal hiyerarşi ile doğal eşitsizliği giderememiştir. Gideremediği için de ilkel toplulukta, doğal hiyerarşi ve doğal eşitsizliğe bir de İlkel Liderin otoritesi ile topluluğa bir de yapay hiyerarşi ile yapay eşitsizlik eklenmiştir. Böylece ilkel topluluk insanı, İlkel Liderin boyunduruğu altında, doğal ve yapay çifte hiyerarşi ve çifte eşitsizliğe katlanarak, yaşamını sürdürmek zorunda kalmıştır.

Doğuştan itibaren her insan, eşitsiz bir biçimde, farklı fiziki güç ve yeteneklerle doğar. Bu doğallık, topluluk ve farklı toplumsal üretim biçimlerinde, farklı iş ve üretim tarzlarına yol açarken, doğal fiziki güç ve yetenekler hiyerarşisine yol açmıştır. Böylece ilkel topluluklarda doğal hiyerarşi,  doğal eşitsizliğe yol açmıştır. Aynı doğal hiyerarşi ve doğal eşitsizlik, farklı uygar toplum özel mülkiyet edinme biçimlerinin geliştirdiği artı değer sömürüsü temelinde sınıfsallaşarak, uygun ortam bulduğu için bir de yapay hiyerarşi ve yapay eşitsizlik geliştirmiştir.

Şimdiye kadar toplumsal sınıflar, farklı özel mülkiyet ve üretim biçimleri ile ekonomik altyapı tarafından belirlenene siyasal üstyapıya yönelmiş ve sistem içi toplumsal devrimler gerçekleşmiştir. Örneğin 1700’lerden itibaren, ütopik (hayali) sosyalistler ile 1840’lardan sonra da Reel Sosyalistler, siyasal üstyapı idealleri ile harekete geçtikleri için yenilip tarih olmuşlar. Oysa tam tersine ‘Tarihi Toplumsallaşma Sürecinde’ insanlık, her seferinde işe, toplumun siyasal üstyapısının geliştirdiği doğal ve yapay hiyerarşi ve eşitsizliğinden hareketle değil. Çünkü bu yoldan çıkışın asıl meseleyi çözemeyeceği, sistem içi kalacağı için onun yerine, el yordamı ile haklı ve doğal olarak, devrimci mücadeleyi toplumsal altyapıyı teşkil eden farklı özel mülkiyetli altyapı ilişkilerini değiştirmekten başlatmıştır. Dolayısıyla öğreniyoruz ki ilkel topluluk, köleci, feodal ve kapitalist toplum için tarihsel devrimci çıkış ve geçişler hep bu temelde gerçekleşmiştir. Kapitalizmden sosyalizme geçiş de bu yasanın doğal akışından kaçamaz.

1775 sanayi devrimi buhar makineleri ile sıra, ‘Sosyalist Emekçi’ çıkışa gelmiştir. Dolayısıyla yukarıda söz konusu edilen tarihsel doğrultu gereği, günümüz dijital üretim alet ve makineleri dâhil tümünün, sosyalist emekçi özel mülkiyet edinme tarzı ile kontrol altına alınıp denetlenmesi bir zorunluluktur. Bu zorunluluğa uygun hareket edilmediği için yaklaşık 250 yıldır, tüm fedakâr ve saygın “sosyalist” çabalara rağmen, her seferinde “sosyalist çıkışta” yenilgi kaçınılmaz olmuştur. Böylece hem toplumsal sınıflara dayalı yapay toplumsal hiyerarşiyi, hem de toplumsal sınıflara dayalı yapay eşitsizlik ortadan kaldırılamamış, toplumsal değişim dönüşüm esaslı (nitelikli) bir biçimde gerçekleşememiştir. Kapitalist sistem içi değişim dönüşümler ile Reel Sosyalist ülkelerin çöküş deneylerinin hemen hepsi, bu tespit ve analize kanıttır.

İlke düzeyinde, doğal hiyerarşi ve doğal eşitsizliği ortadan kaldıramayız. Bu mümkün değildir. Böyle bir çaba sonuçsuz, boş ve saçmadır. Manipülasyon (hileli yönlendirme) ve istisnalar dışında, eşitlik adı altında zeytinyağı ile su arasındaki yoğunluk farkını; kadın ile erkek arasındaki, doğal cinsel ve fiziki farklılığı ortadan kaldırıp eşitliklerini sağlayamayız. Böyle bir saçmalığa soyunamayız. [[12]] Ama “cinsiyet ayrımı gözetmeden”, insan bakış açısıyla toplumsal olarak, sosyalist emekçi özel mülkiyeti ile donanıp çıkış yaparsak, kapitalist sınıf ile işçi sınıfı arasındaki kapitalist özel mülkiyet ilişkilerine dayalı, sınıfsal farklılığın geliştirdiği yapay hiyerarşi ile yapay eşitsizliği ortadan kaldırabiliriz. Böylece otomatik olarak, sosyalist emekçi özel mülkiyeti temelinde, kadın ve erkek arasındaki kapitalist özel mülkiyete dayalı yapay hiyerarşiyi kaldırırken, ikisi arasındaki cinsiyet ayrımcılığına bağlanan “toplumda cinsiyet ayrımcılığı yapan iş ve işlemi” de ortadan kaldırabilir, toplumsal eşitliği ve özgürlüğü sağlayabiliriz.

Sömürücü hâkim sınıf özel mülkiyet ilişkilerine dayanan, cinsler ve sınıflar arasındaki yapay toplumsal hiyerarşi ve eşitsizliği ortadan kaldırmak mümkündür. Bu işin, tek çözüm yolu vardır.  O da kapitalist özel mülkiyeti yerine, ‘Sosyalist Emekçi Özel Mülkiyeti’ geçirmektir. Yani somutlarsak, var olan kapitalist özel mülkiyeti tasfiye edip, onun yerine her ülke toprağı gerçekliğinde, mevcut emek gücüne eşit paylı dağılmış, mevcut devletin hukuki ve yasal düzeneğinde, tapu tescilli ve ticaret sicil kaydı ile teminat altına alınabilen “Sosyalist Emekçi Özel Mülkiyeti’ kurabiliriz. Ondan sonra da onu kolektif komünal işyeri ve işletmeler şeklinde işletebiliriz. Dolayısıyla mülkiyet ilişkilerinin böyle bir dağılım ve örgütlenme biçimi, tüm bir toplumdaki emek gücünü, eşit özel mülkiyeti üzerinden, eşit gelire sahip olmasını sağlayacak. Çıkarına olduğu için toplum da farklı yetenek sahiplerinin gelişkin enerjilerini değerlendirerek onları, ekstra bir gelir türü ile ödüllendirebilecektir. Böylece toplumun mevcut çalışkan ve yetenekli emek gücü, daha az yetenekli ve daha az çalışan emek gücüne sömürtülmemiş. Eğitim-öğretim, kendini geliştirmenin ve çalışkanlığın anlamı, önemi ve teşviki sağlanmış olacak. Toplumsal sömürüden azade toplumsal eşitlik, gerçek manada topluma yayılmış olacaktır. Bu gerçeklik temelinde, yapay toplumsal hiyerarşi ve eşitsizlik ortadan kaldırılmış; doğal hiyerarşi ve eşitsizlik ise otomatik olarak, toplum tarafından dizginlenip kontrol altına alınarak, toplumun hizmetine koşulmuş olacaktır.

Daha fazla uzaklaşmadan, esas konumuza geri dönelim:       

İlkel toplulukta, avcılık ve toplayıcılık alanlarında kullanılan iş, geçim ve yaşam araçlarının teknolojik düzeyi, öyle geriydi ki, onlara içkin eşitliği görüp fark etmek, toplumsal eşitliğe yol açmasını beklemek imkânsızdı. Bu nedenle ilkel topluluğun eşitliği yaşadığını söylemek, hareketsiz madde var demek kadar, abesle iştigal etmektir. Çünkü istisnalar dışında eşitlik, maddenin kendine içkin, doğal otomatik akışına aykırıdır! Yukarıda da vurguladığımız gibi eşitlik, sadece ve sadece “sosyolojik” olarak alet ve insan bilinci etkileşiminde oluşabilir. O da ancak, BİLİNÇTEN yoksun olanüretim aletleri ve makinelerin, ‘Sosyalist Emekçi’ tarzında, eşit ve özel mülkiyet edinme biçimi ile özel mülkiyet edinilirse gerçekleştirilebilir. Kadın ile erkek, ezilen ile ezen, sömürülen ile sömüren arasında, kısacası insan ile insan arasındaki eşitsizlik, ancak bu şartla toplumsal düzeyde eşitliğe dönüştürülebilir.

Birbirimizi şimdiye kadar “kandırdığımız” gibi artık boşuna “babalanıp” kandırmayalım! Çünkü artık elimizde, çıkış için dijital teknoloji emip türev “kişilik” kazanan, alet ve makinelerin fonksiyonlarını gelecek toplumsal yaşam formuna (sosyalizme) tercüme eden, ‘Sosyalist Emekçi Devrim ve Sosyalizm Paradigması’ vardır!

Buna göre, her ne biçimde olursa olsun, sosyalistim, komünistim, devrimciyim, ilerici, solcu, yurtsever, eko-sosyalistim, toplumsal ekolojist, yeşilci, feminist, demokrat, sosyal demokratım demekle. Toleranslı, hoşgörülü, iyi niyetli, barışçı olmakla, düşünmek, babalanmakla, üflemekle, salâvat çekmekle, dua etmekle, ağlama duvarına alın dayamakla, kilise ayinlerinde tütsülenmekle, kilise communion ayinlerinden komünal yaşam biçimleri türetip yardımlaşmakla asla toplumsal eşitsizlik ve toplumsal hiyerarşi ortadan kaldırılamaz, toplumsal eşitlik, özgürlük, adalet ve kardeşlik sağlanamaz. Bunlarla sağlansaydı, 2500 yıldır şimdiye kadar zaten sağlanmış olurdu.

Dolayısıyla ve özellikle vurgulamam gerekiyor ki ilkel toplulukta, özel mülkiyet ile bağı koparılıp, özel mülkiyetten yoksun bırakılan kadın, [[13]] hiçbir biçimde özgür olamaz. Günümüzde kadınlar, toplumsal düzeyde, ‘Sosyalist Emekçi Özel Mülkiyet’ biçimi ile geleceklerini teminat altına almadığı müddetçe, onların ve toplumun, dolayısıyla insanlığın özgürleşmesi ASLA mümkün olmayacaktır! Günümüzde toplumsal eşitlik, özgürlük, adalet ve kardeşlik; ancak ‘Sosyalist Emekçi Özel Mülkiyet’ edinme ilişkileri temelinde, anti sömürgeci, antiemperyalist ve antikapitalist olacak şekilde, anlam ve önem kazanarak günlük sürdürülecek devrimci demokratik sınıf mücadelesi tarzıyla yürütülebilirse sağlanabilir.

70 yıllık Reel Sosyalist tecrübeyi yaşayan ülkeler, kooperatifçi mülkiyet [[14]] ve endüstri işletmeciliği ile kapitalizme geri dönmüşken; hala kooperatifçi mülkiyet ilişkileri ile kooperatif müdürünün veya parti-devlet bürokratlarının marifeti ve insafı ile toplumsal eşitlik, özgürlük, adalet ve kardeşlik sağlamayı hayal etmek, kapitalizmden çıkışı düşünmek “havanda su dövmektir”.

Bunca yıkımdan sonra bu anlayışa insaf derim!

İlkel toplulukta, yeterince bilinç-bilgi ile donanıp gelişmiş alet ve makine teknolojisi olmadığı için doğal eşitsizlik ve doğal hiyerarşi aşılamamıştır. Hatta eşitlik bilinci, fark edilebilir hale bile gelememiştir. Böylece doğal eşitsizlik ve doğal hiyerarşi, toplumdaki yapay eşitsizlik ve yapay hiyerarşiyi de kapsayacak şekilde devam etmiştir. Bu nedenle ilkel topluluklar, kesinlikle EŞİTSİZDİR! Bu anlayış temelinde, uygar toplumlarda sınıflar ve cinsler arası özel mülkiyet ilişkilerine dayanan yapay hiyerarşi ve eşitsizlik, ancak üretim araçları, özellikle üretim aletleri ve makinelerin, ‘Sosyalist Emekçi Özel Mülkiyeti’ tarzındaki örgütlenmesi ve toplumsal emek gücüne eşit paylı dağıtımı ile ortadan kaldırılabilir.

Dünya ‘Büyük İnsanlığı’ olarak kendimizi, ‘Sosyalist Emekçi Özel Mülkiyet’ temelinde SOSYALİST EMEKÇİYE dönüştürmeden; başka hiçbir biçimde eşitlik, özgürlük, adalet ve kardeşliği gerçekleştirme şansımız yoktur! Bu tespit biçimi aynı zamanda, kendi ideolojik iç dinamiklerinin yetersizliği ile çöken Marksizm’in ve Reel Sosyalizmin, tarihi ve tarihsel tecrübesi ile yoğrulup, onun küllerinden kendini yeniden yaratan ‘Sosyalist Emekçi Devrim ve Sosyalizm Paradigmasının’, dünya ‘Büyük İnsanlığına’, kendilerini ‘Sosyalist Emekçiye’ dönüştürme çağrısıdır! 

İş, geçim ve yaşam araçlarının, “teknolojik” düzeylerinin yetersizliği veya hâkim sınıflar tarafından engellenmesi, topluluk ve toplumun geri kalmasına yol açar. İş, geçim ve yaşam araçlarının, doğal mülkiyet veya sömürücü hâkim sınıf tarzındaki özel mülkiyet edinme biçimleri, eşitsiz dağılımları şeklinde devam ettiği müddetçe, insanın beslenme ve özel mülkiyet duygusunu, istisnai ve geçici dengelemelerin dışında aşıp, doğal ve yapay hiyerarşi ile eşitsizliği çözerek, toplumsal eşitliği geliştirmesi mümkün değildir.

Çünkü işin doğası şudur: bir atom çekirdeği, elektronları bir ve aynı yörüngede değil, onları enerji düzeyine göre farklı yörüngelere hapsedip tutarak kedisini örgütlemesi gibi sosyolojik yaşam biçimi de doğallığında, aynı şekilde, farklı sınıfların varlığında devletsiz veya devletli farklı düzeylerde kendini örgütlerken, eşitsizlik üretip devam ettirir.

İlkel Toplulukta, “Eşitlik” Sorunu ve Marksist İdealizm

Yukarıda tartıştığımız maddi gerçekliğe rağmen Marks-Engels, iddia edip teorize ettiler ki ilkel topluluk, “komünal üretimci, komünal mülkiyetli, eşitlikçi ve komünal paylaşımcıdır” . [[15]] Engels, çok daha açık bir biçimde, “doğal ve yabanıl durumunda insanlar eşitti” [[16]] derken; aynı eserin birkaç sayfa ötesinde de dediğini nüanse eden şu ifadeyi kullanmıştır. “İnsanlar, (…) henüz yarı-hayvan, kaba, daha doğa güçleri karşısında güçsüz, henüz kendi öz güçlerinin cahili; öyleyse, hayvanlar denli yoksul ve ancak onlar denli üretken. O zaman varoluş (yaşama)  koşullarında belli bir eşitlik ve aile başkanları için bile, toplumsal konumda bir türlü eşitlik, –hiç değilse-, daha sonraki uygarlaşmış halkların doğal tarımsal topluluklarında devam eden bir toplumsal sınıflar yokluğu egemen olur”. [[17]] (abç) diyor.

Aslında Marksizm, ideolojik olarak toplumsal çelişkiler yumağıdır. Marks’ın Kapital Ciltleri, bu çelişkiler yumağının zirvesidir. [[18]] Kapital Ciltleri, belli bir mantık çerçevesinde, çok ince elenmiş ve sık dokunmuştur. Bu nedenle, tarafımdan Marksizm’in kodlarının çözümlenmesi uzun süreli, hayli külfetli, zor ve meşakkatli geçmiştir.

Bu zor ve meşakkatli çalışma sırasında, ilkçağ tarih okumalarımdan anladığım ve çıkarsadığım iki noktayı burada paylaşmak istiyorum:

(Birincisi) MS. 1600’den itibaren Merkezi Ortadoğu’da, İngiliz Sömürgeler Bakanlığı üzerinden BASFO’nun sürdürdüğü misyonerlik faaliyetidir. Özellikle 1840’lardan [[19]] itibaren bu faaliyet temelinde, Kurdistan’da geliştirilip sürdürülen arkeolojik kazılardaki bulgu, belge ve kanıtlar üzerinden pazarlıklar konu edilerek, büyük bir kontrol ve denetim kurulmuş, sürekli manipülasyonlar (hileli yönlendirmeler) ile keyfiyet alışkanlık haline getirilmiştir.

(İkincisi) de Marksizm’in “çözümsüzlüğünün”, dünya akademik çevre ve bilim insanları üzerinde yarattığı “ketumcu/susturucu” ağır etkidir.

Bildiğim ve anladığım kadarıyla birkaç kişi dışında, bu iki noktada ekonomik ve siyasi baskı altına alınan dünya bilim insanları ve akademik çevreler, gerçekleri ya çarpıtarak sulandırmış, ya da arkeolojik bulgu ve belge gerçeklikleri açık seçik bir biçimde sorgulayıp ifade etmekten kaçınmışlar.

Bu baskı ve kaçınmayı şu üç noktada toplayıp ifade etmek mümkündür:

(I) Genel olarak arkeoloji, antropoloji, tarih ve toplum çalışan bilim çevreleri insanlığın, dünyanın ilk ‘Neolitik Tarım ve Hayvancılık Devrimi’ ile uygarlığa adım attığı coğrafyanın, hali hazırda 4 devlet arasında bölünmüş Kurdistan ülkesi toprakları olduğunu, zikredip belirtmekten özellikle kaçınmışlar. Hala da kaçınıyorlar! Karbon molekülleri izotoplarının analizi ve Antik DNA tekniği ile gerçeği açığa çıkan somut tespitlere rağmen söz konusu bilim insanları, hala Kurd-Kurdistan demekten imtina ederek, onun yerine “Yakındoğu”, “Mezopotamya”, “Kuzey Mezopotamya” ve “Verimli Hilal” gibi kavramları kullanarak vaziyeti idare etmeye çalışıyorlar.

Yukarıda tenzih ederek ‘birkaç kişi dışında’, diye ifade ettiğim bilim insanlardan biri Gordon Childe’dir.  Gordon Childe, –ki “Neolitik” kavramını geliştiren bilim insanıdır- Neolitik Tarım ve Hayvancılık Devrimi ile ilgili olarak “Yakındoğu, Kuzey Mezopotamya” kavramlarını kullanmakla beraber, “Tarihte Neler Oldu” adlı eserinde Kurdistan’daki tarihsel gelişmeyi somutlaştırarak, cesaretle şunları ifade etmiştir: “MÖ. 9000 yıllarından itibaren, Kurdistan’daki, özellikle Şenider’deki (Kuzey Irak Kurdistan’ın Halaf arkeolojik kazı ve kültür havzasındaki), son araştırmalar, evcilleştirmenin ilk başladığı tarih üzerine daha duru bir aydınlık getirdi” diye belirtip şöyle devam etmiştir. Binlerce yıl geçtikten sonra hayvan evcilleştirme işlerinin özellikle yoğunlaştığı bölgenin, “MÖ. 4750 dolaylarında Kürdistan’daki Jarmo (Kuzey Irak Kurdistan’ın Halaf arkeolojik kazı ve kültür havzası) temsil eder. Jarmo çiftçileri bu bölgenin yabani-otlarında, asıllarının bu ekinler olduğu yolunda, hala açık belirtileri bulunan taneli bitkileri yetiştiriyor, koyun keçi yanı sıra, sığır da besliyorlardı” [[20]] (abç), (pba) deyip dünyanın ilk tarım ve hayvancılık kültür havzasına vurgu yapmıştır. Bu vurgu, tarih ve yer vurgusu itibariyle “dışarıdan gelenlerin” kadim Sımer (Sümer) uygarlığını geliştirdiği, hurafe tezi yerle bir eden bir darbedir. Böylece ırkçı, sömürgeci, emperyalist kapitalistlerin 2400 yıldır, yalan dolan ile ördüğü “tarihin” ipi pazara çıkmıştır.

(II) İstisnalar dışında, dünya bilim akademik çevrelerinin hemen hepsi, Hint Avrupa dil ve kültür havzasının merkezinin Kurdistan olduğunu söylemekten, sözbirliği etmişçesine özellikle sakınmışlar. Peki, bunca arkeolojik bilgi belge ve bulguya rağmen, Hint Avrupa dil ve kültür havzasını oluşturan insanların ana merkezi neresidir? İngiltere, Almanya mıdır? Kuzey Karadeniz Rusya Bozkırları mıdır? Yoksa Hindistan mıdır? Bu mesele hala bilinmiyor mu? Bu konuda, dünya bilim ve akademik çevreleri ketumdur! Çıt yoktur! Manipülasyon (hileli yönlendirme) ile yalan-dolanın etkisi “Ar-şu alaya çıkmıştır”. İşte bu temelde tarihçi William H. McNeill haklı olarak, “endüstri devriminin tarihsel önemini yeterince vurgulamak kolay değildir” diyor. [[21]] Ernest Gallner ise “sanayi toplumuna açık olan seçeneklerin tümünü tam hakkıyla anlamış değiliz ve belki de hiç anlamayacağız” diyor. [[22]]

Evet! Doğru söylüyorsunuz. Gerçekten anlayamazsınız! Neden?

Çünkü BASFO üçlüsü (British, Siyonist ve Anglosakson) ile Fransız ve Almanlar sömürgecileri ve emperyalistleri tarafından, ilk çağ Kurdi tarım ve hayvancılık devriminin dünyaya etkileri ve yayılması gerçeğinin tartışılması ya engellenmiş, ya da sulandırılıp anlaşılmaz hale getirilmiştir. Bu faaliyetler ile Kurdistani dil ve kültüre ilk saldırı ve karalamalar, MÖ. 608’lerde, İsraillilerin Babil’e sürgün edilişinden sonra, İsrail tefecileri ile başlamış; Arap (Akad, Asur ve Babilli) tüccarlarını da kapsayacak şekilde devam ettirilmiştir. MS. 17. Yüzyıllarda ise ikinci ırkçı saldırı furyası “misyonerlik” çalışmaları ile başlatılmıştır. Özellikle 1840’lardan itibaren British, Anglosakson Siyonist Finans Oligarşisi (BASFO) ile Fransız ve Alman sömürgeci ve emperyalist güçleri tarafından yapılmıştır. Bu sömürgeci ve emperyalist hegemonyacı güçler, arkeolojik kazılar ile bölgeyi kontrol altına alarak, bulgu ve belgeleri istedikleri gibi ve istedikleri kadar ve istedikleri biçimde, kültürel soykırım saldırıları ile manipülasyona (hileli yönlendirmeye) tabi tutarak emellerine ulaşmaya çalışmış, hala devam etmektedirler. Böylece Batı Avrupalı Sanayi Devriminin, Kurd Neolitik Tarım ve Hayvancılık Devrim ile somut bağları sakatlanarak belirsizleştirilmiş, anlaşılmaz hale getirilmiştir.

Amaç, dünyanın ilk ‘Tarım ve hayvancılık Devrimi’ olan Kurd-Sımer (Sümer) uygarlığını ırkçı, emperyalist ve sömürgeci söylemler ile hiç edip kendilerini “üstün ırkçı ve zeki varlıklarına saydırarak” dünyayı sömürmektir. Dolayısıyla 2400 yıldır günümüzden geriye doğru Kurd dili, tarihi ve kültürü uluslararası çapta, asimilasyona tabi tutulup ret, imha ve kültürel soykırım saldırılarına maruz bırakılmıştır.

(III) Marksizm’in etkisi ile dünya bilim insanları, nüans farklılıklar ile ilkel topluluğun EŞİTSİZ olduğunu belirtmekten kaçınarak, “zımni söz birliği” etmişçesine, çekimser veya ikircikli tutum ve davranmışlar sergilemişler. Bunlardan, takdire şayan çaba ve çalışmaları ile istisna teşkil edip dikkat çeken iki kişi Gordon Childe ile Alaeddin Şenel’dir:

Gordon Childe, ilkel topluluğun eşitliği veya eşitsizliği konusunda çekingen bir tavır takınarak, belirgin bir fikir beyan etmemiştir. Ama okumalarımdan anladığım kadarıyla onun ilkel topluluk hakkındaki eğilimi, daha çok “eşitsiz” olduğu yönünde sezilebilir, “örtük” bir eğilimdir. Tutumunu şöyle bir ifade etmiştir: ilkel toplulukta “silahlar, kaplar, süs eşyaları, hatta sihirli sözler ve danslar üzerinde özel mülkiyete benzer bir hak tanınmış olabilir” diyor. [[23]] (abç) Diyor ama ilkel topluluk ve ya her hangi bir toplumda iş, geçim ve üretim araçları, ilkel mülkiyet sahipliği veya her hangi bir uygar toplumda olduğu gibi özel mülkiyet biçiminde ise orada eşitlik değil, eşitsizlik kaçınılmaz bir biçimde kural demektir. Kaldı ki alet ve makineler dışında doğa, toplum ve düşünce âleminde, eşitlik kural değil istisnadır. Eşitlik sadece toplumsal olarak, üretim aletleri ve makinelerin yapım ve kullanımında kural haline gelmiştir. Bu nedenle ilkel toplulukta, ilk ilkel aletin yapımı ile eşitliğin mayası insanlığa çalınmıştır.

Alaeddin Şenel ise ilkel topluluğun eşitliği [[24]] veya eşitsizliği [[25]] konusunda, gerektiğinde ve gerekli yerlerde, ilkel topluluğun eşitsiz yönlerine vurgu yapmakla beraber, “karşılaştırmalı zoolojiyi” tartışırken, ilkel topluluğun “eşitliği” [[26]] için şu vurguları yapmıştır: ilkel “topluluklar, doğayla ilişkileri bazen etkin bazen edilgin; topluluk içi ilişkileri, işbirlikçi, eşitlikçi, (…) türdeş (…) paylaşımcı (…) ortakçı (…) hem barışçı hem savaşçı olan bir yaşam biçimine sahiptirler” diyor. [[27]]

İşbirliği yapmak, türdeş, paylaşımcı ve ortakçı tutum ve tavır almak ile “ilişkiler” eşitliği sağlar diye genel geçer bir ölçüt yoktur. Kaba ve genel bir gözlemle kapitalist şirketler, işbirliği yapan kurumlarıdır ama asla eşitliği sağlamazlar. Emekçi sınıflar türdeştir ama gelirden asla eşit pay almazlar. “Günün sonunda” kapitalist ile işçi paylaşırlar ama eşitliği sağlayarak yapmazlar. Ortakçı çiftçi ile toprak ağası arasında bir ortaklık ilişkisi vardır ama gelirin bölüşümü eşit değildir. Kapitalist ve Reel Sosyalist kooperatifler “ortakçı” kurumlardır ama eşitliği bir türlü sağlayamadılar. Dolayısıyla eşitlik, insanın dürüstlükle isteyeceği, edep, terbiye ve erden ile sağlayabildiği toplumsal bir eylem biçimi değildir. O, tarihsel bir var oluştur. “İşbirlikçi, türdeş, paylaşımcı ve ortakçı” kavramların oturduğu hareket biçimleri ile eşitliği sağlamak şimdiye kadar mümkün olmamıştır. Doğa da eşitlik üretmediğine göre, eşitlik üretecek tek bir yol kalmaktadır. O da henüz “yapay zekâ geliştirip, türev kişiliklerinin varlığından habersiz” olan, alet ve makinelere işlenmiş bilgibiçim kodları ile otomatik çalışan algoritmik dijital veri tabanlarıdır.

Çalışmaya başlayan her bir alet ve makine, yıpranma ve aşınma ile eşit üretim yapamaz. Ama SAHİBİNE KARŞI, yapay doğasındaki çalışma tarzı ile EŞİT DAVRANIR. Alet ve makineler, hiçbir zaman ve hiç bir sahibine karşı imtiyazlı ve farklı tutum geliştiremezler. Onlar, hiç kimse için daha az veya daha çok aşınma ve yıpran payı -yenilenmeleri dışında- veya daha çok kazanç sağlama ve arttırma yeteneğine sahip değildirler. İşte bu nedenle, ‘Sosyalist Emekçi Özel Mülkiyet’ edinme biçimleri ile alet ve makineler, ‘göreceli toplumsal eşitliği’ gerçekleştirmenin tek ve kesin araçları ve kaynaklarıdırlar.

Ayrıca konu ile ilgili olarak Marksizm’in, ilkel topluluğa atfettiği “EŞİTÇİLİĞE” dair itirazlarımız ana hatları ile şunlardır:

(1) Yukarıda tartıştığımız gibi doğa, insanın geliştirdiği alet ve makine yapımı ve kullanımı dışında, eşitlik üretmez. Üretemez! Dolayısıyla Engels’in dediğinin tam tersine; ilkel toplulukta, “doğal ve yabanıl durumunda”, ne “insanlar eşitti”, ne de hayvanlar.

(2) Sürü insanından kopup gelen ilkel topluluk insanı gelirken; beraberinde doğal hiyerarşik ve eşitsiz özellikleri ile alışkanlıklarını, yaşamına katarak gelmişlerdi. Dolayısıyla Engels’in dediği gibi , “doğal ve yabanıl durumunda insanlar eşit” ise zahmete girip alet yapıp kullanarak, ilerleyip toplumsallaşarak eşitsizlik üretmeye ne gerek vardı? İlkel toplulukta eşit kalıp, “gözümüzü kargalara uydurarak” açlıktan ölüp uygarlığa geçmeseydik daha “iyi değil miydi”?

(3) Ayrıca ilkel topluluk insanları, ‘belli bir eğitim ve öğretimden geçmediği’ için gerekli eşitlik bilinci ve bilgisine de sahip değildiler.

(4) İlkel topluluğun yapıp kullandığı iş ve geçim araçlarının, teknolojik düzeyi çok geri bir düzeyde olduğu için üzerinde taşıdığı bilginin etkisi, eşitliği sağlama konusunda, topluluk yaşamında anlamsız ve önemsizdi.

(5), Dolayısıyla bu 4 koşulu yaşayan ilkel topluluğa, “komünal üretim, komünal mülkiyet, eşitlik ve komünal paylaşım biçimlerinin” varlığını atfetmek, “doğal ve yabanıl durumunda insanlar eşitti” demek, Hıristiyan kiliselerinde düzenlenen “communion” ayinlerinden ilham alıp, sosyalist komünaliteler türetmek kadar etkisiz, hükümsüz ve anlamsızdır.

Adam Smith, ilkel topluluğun hazin durumu şöyle ifade etmektedir. “Bu toplumlar o kadar yoksuldurlar ki, gerekli maddeleri yeterince karşılayamadıkları için bazen çocuklarını, yaşlılarını, ayağa kalkamayan hastalarını, kendi elleriyle yok etmek, bazen açlığa terk etmek ya da vahşi hayvanlara yem olarak bırakmak zorunda kalırlar, ya da hiç değilse buna mecbur olduklarını düşünürler”. [[28]]

Engels ilkel toplulukta, “Savaş tutsaklarının ne işe yarayacağı bilinmiyor, bunun sonucu onlar, düpedüz öldürülüyorlardı. Daha da eski bir tarihte, onları yiyorlardı. Ama artık erişilmiş bulunulan ekonomik durum düzeyinde, bu savaş tutsakları bir değer kazanıyorlardı. Bunun sonucu yaşamları bağışlandı ve emeklerimden yararlanıldı”. Çünkü “kölelik bulunmuştu” diye yazar. [[29]]

Marks’ın L. H. Morgan’dan alıp aktardığı da şu alıntı ise işin tuzu biberi gibi durmaktadır. Şöyle diyor Marks: “yabanıl dönemde (paleolitik) yamyamlık, (…) tutsak alınmış düşmanlar (ile) açlık zamanlarında, arkadaşları üzerine de uygulanıyordu”. [[30]] [pba]

Adam Smith, Marks ve Engels’in bu tespitlerin rağmen, hala ilkel topluluk eşitlikçi bir toplumdur demeye, pes doğrusu! İfade edildiği gibi bir birini yiyen insanlardan nasıl “eşitlik” devşirilebilir ve bu eşitlik sosyalizme nasıl dayanak yapılabilir? “Anlamak” mümkün değildir!

Bu nasıl bir tezgâha gelmedir! Hayret doğrusu!  

O halde Marks, Engels neden ve nasıl böylesi bir idealizme savrulup ilkel topluluğa, “komünal üretim, komünal mülkiyet, eşitlik ve komünal paylaşım biçimlerini” atfettiler? Bir de bu noktaya bakalım:

(Birincisi), önemli derecede felsefi yöntem hatası yaşadılar:

Ne yazık ki dönemlerinde, dünyayı değiştirmek için alet ve makinelerinkapitalizmi AŞAN KISMINI, özel mülkiyet edinecek ‘Sosyalist Emekçi’ gibi devrimci bir gücü tespit edemediler. Onun yerine, Aristocu-Hegelci 3’lü diyalektik felsefi anlayış ile Fransız Jakoben Hareket ve işçi sınıfının işsizlik, ücret artışları, sosyal yardımlar için geliştirdiği sistem içi günlük sınıf mücadelesinin etkisi altında kalarak, işçi sınıfı önderliğini teorik görüşlerinin merkezine yerleştirdiler. 9/10 işçi sınıfı mülkiyetsizliğini, tarihin bir lütfü olarak görüp ele alıp işlediler. [[31]] İşçi sınıfını, neden sınıf mücadelesi için önder güç olarak ele aldıklarını ispatlamak için de L. H. Morgan tespitlerini, Darwin’in tespitleri gibi zannederek [[32]] o temelde, ilkel topluluk geçim ve yaşam biçimini eğip bükmeye başladılar. Üretimin, eşitliğin, özgürlüğün ve komünal yaşamının olmadığı “doğal ve yabanıl durumunda insanlar eşitti”  diye ilkel topluluğa, “komünal üretim, eşit paylaşım ve komünal tüketim biçimi” atfedip Marksizm’i inşa ettiler. Sonuçta Reel Sosyalizmin, kendi iç çelişkileri sonucu çöküş gerçeği ile karşı karşıya kaldık.

(İkincisi), Sanayi Devrimini yeterince okuyup çözemediler:

Marks-Engels, kapitalizmi aşan “Sanayi Devrimi” alet ve makinelerinin geliştirdiği yeni ve devrimci biçimlerini öngörüp onlara bir anlam biçemediler. Greçek manada bir çıkış yapamadılar! Yapamadıkları için de zamanın alet ve makine teknolojisine denk düşen, ‘Sosyalist Emekçi Özel Mülkiyetli’ KOMÜN hareketi ile doğanın yokluk, yoksunluk ve muhtemel dış saldırılarına karşı, ilkel topluluk insanının kendilerini savunma refleksleri ile geliştirdikleri dayanışma, yardımlaşma ve ortaklaşmalarda bir araya toplanma biçimlerini bir birine karıştırdılar. Karıştırdılar diyorum! Çünkü tüm “saygın, zor, zahmetli çabalarına” rağmen onlar, toplumsal şiddeti öngören Hegelci 3’lü diyalektik yöntem felsefesinin etkisinde kalarak, toplumsal gelişmenin bütünlüğünü A-Tez eksikliği ile eksik okudular. Kapitalist mülkiyet ilişkilerini aşan üretim aletleri ve makinelerin nasıl özel mülkiyet edinileceğini bilemediler. Bilemedikleri için de ilkel topluluk ile ilgili doğru, yeterli ve gerekli, kendi orijinal çözümlemeleri ve tezlerini geliştiremediler. Ya da var olduğu kadarıyla çalışmaları, meseleyi görmelerini sağlayacak kadar gelişkin olamadı. Onlar, J. J. Roussoue, Saint Simon, Kant, Hegel, Adam Smith, David Ricardo, L. H. Morgan vb. dönemin filozofları, “ütopik sosyalistleri” ve burjuva aydınlarının, ilkel topluluk için geliştirdikleri analizlerin etkisinde kalarak, dönemi okumaya çalıştılar. Ve yanıldılar!

Sonuç olarak, her toplumsal olgu gibi yukarıda tartıştığımız ilkel topluluk da sürecinin kuruluş, olgunluk aşamalarından geçerken, her bir aşamasını aşan iş ve geçim araçlarının yeni biçimleri ile sürecinin, ‘Neolitik Çözülme Aşamasına’ gelip dayandı.

(Devam edecek)

D İ P N O T L A R:


[1] Alâeddin Şenel (1980), İlkel Topluluktan Uygar topluma Geçiş Aşaması, Bilim ve Sanat Yayınları, 4. Baskı (1995), S. 96.

[2] Gordon Child (1941),Tarihte Neler Oldu. Kırmızı Yayınları, 5. Baskı (2009),  S. 59-60.

[3] Marks, K. (1844), El yazmaları, Birikim Yayınları,  S. 144.

[4] Alâeddin Şenel (1980), İlkel Topluluktan Uygar topluma Geçiş Aşaması, Bilim ve Sanat Yayınları, 4. Baskı (1995), S. 67. 

[5] A, g, e. S. 72.

[6] Nazım Can (Ekim 2019), Toplumların Altyapı Anatomisi ve Marksizm -4 ve 5-, ozguruniversite.org.

[7] Özellikle Siyonistler ile Anglosaksonlar bu konuda çok ustadırlar.

[8] Marks (1859), Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Sol yayınlar, 6. Baskı (2005), S. 30-40.

[9] Onun için “enseyi karartmaya gerek yoktur”. Yapay zekâ, bilinç ve bilgi sahibi olan dijital alet ve makineler; hayvanların bitkilere, insanların bitki ve hayvanlara bağımlı olduğu kadar; alet ve makineler de yapay bilinç ve bilgi üretiminde, insanlara bağımlı kalmaya devam edecekler. Bu bağımlılık ilişkisi, henüz ölçülememiş belli bir orandaki insan nüfusunun, dünyaya yayılmış biçimde varlığı ve yaşamasına bağlı olarak devam etmektedir. Bu hususun önemli bir yönü de kozmolojik bir hadisedir. Buna rağmen, olur ya! British Anglosakson Siyonist Finans Oligarşisi (BASFO) [BASFO kavramı, dikkatsizliğimden dolayı sehven eksik oluşturulmuştu. O anda British kavramını eksik algıladığım için ASFO diye kullanmıştım. Düzeltir özür dilerim.] bir hata yapar da nüfusu azaltayım derken dünya nüfusunu, o “eşiğin” altına düşürür ve işi şirazesinden çıkarırsa, kendileri de dâhil olmak üzere insanlık, geri dönüşü olmayacak bir şekilde, bir bütün olarak makinelere yedirilmiş olacaktır!

[10] BASFO kavramı, bundan sonra daha önce kullandığım ASFO kavramı yerine kullanılmaktadır ve kullanılacaktır. Dolayısıyla geriye dönüp, daha önceki biçimlerini düzelteceğim.

[11] Thierry Meyssan (16 Ağustos 2016), CIA’nın Yasal Penceresi, voltairenet.org, 29 Mayıs 2023’te görülüp okundu.

[12]. Kadınlar: annemiz, eşimiz, kızımız, ablamız, kız kardeşimiz, anneannemiz, babaannemiz, yeğenimiz, halamız, teyzemiz, kuzenimiz, komşumuz, dost ve akrabalarımızdır. Kişiliğimizin ve toplumsal (sosyolojik ) var oluşumuzun teminatı ve yarısıdırlar. Kapitalist erkek egemen sistemde, her bir erkek, diğer bir erkek ile empati (duygudaşlık) kurarak, akrabalarına, eş ve dostlarına olduğu gibi tanımadığı kadınlara dahi, saygı ve sevgi çerçevesinde davranmalı, onlara karşı kusur etmemelidir! Dolayısıyla kadın olsun erkek olsun, her bir insan; fırsatçılık yaparak, bir diğerini suiistimal etmemelidir. Fırsatçılıktan kaçınmalı, mevcut toplumsal meşruiyete riayet etmelidir. Bu anlayış temelinde, cinsiyetinden dolayı toplumsal yaşamda, kadın ile erkek arasında cinsiyet ayrımı yapmak saçmadır. Ama T.C./6112, RTÜK  yasası, Madde 8/I-S’de de zikredilen, “toplumsal cinsiyet eşitliği”  kavramını kullanarak, “toplumsal cinsiyet özgürlüğüne” hükmetmek, dikkatsizliğin, iş bilmezliğin ürünü değilse eğer, tezgâha gelmişliktir. Oysa “T.C./6284 sayılı Kadın Hakları Yasası”, kadın ile erkek arasında cinsiyet ayrımı yapmama meselesini yeterince düzgün bir biçimde ifade etmektedir. Dolayısıyla “toplumsal cinsiyet eşitliği” veya “toplumsal cinsiyet özgürlüğü” kavramları ile yapılan manipülasyona (hileli yönlendirmeye) hayır diyoruz! Bunlar, kapitalist emperyalist projelerin geliştirip piyasaya sürdüğü, sinsi siyasi yönlendirici ve çökertici kavramlardır. Doğada, 3’cü bir cinsel cinsiyet biçimi yoktur. Aynı cinsten insanların bir birine karşı cinsel eğilimi, doğanın “belli bir oranda” ve kazara ürettiği belli bir cinsel engelli oluşum biçimidir. Öyle ki doğumdan gelen bu cinsel engelli-eğilimin biyolojik, fizyolojik ve ruhsal halini, fiziki kesme yapıştırma operasyonları ile düzeltemeyiz? Bu yolla, trilyonlarca beden hücresini normal çalışmaya dönüştüremeyiz. O halde, toplumsal yaşamda kavramların menşeine, toplumsal anlam ve önemine, kime veya kimlere hizmet ettiğine dikkat etmeliyiz. Dolayısıyla “İnsan Hakları” savunucuları, feminist, yeşilci, ekolojik, “sol-sosyalist” arkadaşların, yenilip kündeye gelen pehlivan misali, işçi-emekçi sınıfı boşlayarak gökkuşağı bayrağı arksında sayıklamalarının anlamı yoktur! “Özgür, eşit” ve hoşgörülütoplum olmanın icabı: insanların, bir birine karşı, mevcut toplumsal (sosyolojik) meşruiyet temelinde, sorumluluklarının bilincinde ve farkında olmasıdır! Toplumdaki normal insanların, diğer tüm engelli insanlara kaşı, nasıl bir sorumluluğu varsa; farklı cinsel engelli-eğilimli insanlara karşı da o kadar sorumluluğu vardır! Büyük İnsanlık olarak, “katırları ürkütüp fincanları kırmadan”, mümkün olduğu kadar, mutlu ve umutlu yaşayabilmek için toplumsal (sosyolojik) meşruiyeti gözetmeliyiz. Bu sosyolojik bir zorunluluktur. Bu anlayış temelinde, cinsel engelli-eğilimli insanlarımız da alışkanlıklarını, bulaşıcı hale getirip çevrelerine yaymamalı, çevreyi kirletmemelidirler. Özellikle ve önemle dikkat etmelidirler. Bu da onların, mevcut topluma karşı sorumluluğudur. Her kes sorumluluğunun bilincinde ve bilgisine sahip olursa, cinsel engelli-eğilimlilik doğasında ve çerçevesinde minimize olup, doğal maddi gerçekliği sınırlarına çekilerek, doğası ile beraber ufak, önemsiz toplumsal bir sorun olarak yaşamaya devam eder. Tıpkı akıl sağlığı yerinde olmayan engelliler, psikolojik kişilik bozukluluğu yaşayanlar, ammalar, sağırlar, ortopedik engelliler, cilt, ses bozukluklar gibi cinsel engelli-eğilimliler de o kadar sorun olmayı teşkil eder. Böylece toplumsal meşruiyetten, toplumdan/kamu kurum ve kuruluşlarından sosyal yardım almayı hak ederler…

[13] Gordon Child (1941),Tarihte Neler Oldu. Kırmızı Yayınları, 5. Baskı (2009),  S. 81.

[14] Lenin, (1894), Ütopik ve Bilimsel Sosyalizm, Bilim ve Sosyalizm Yayınl., 1. Baskı (1977), S. 222-229.

[15] a) Marks-Engels (1847), Alman İdeolojisi, Sol Yayınları, 2. Baskı (1987),  S. 40.

b) Marks (1857),Grundrisse, Kapitalist Üretim Öncesi Biçimler. Sol Yayınları, I’ci Cilt, S. 367-405.

[16] Engels (1878), Anti–Dühring, Sol Yayınlar, 2. Baskı (1977), S. 237.

[17] A.g. e. S. 294-295

[18] Nazım Can (Aralık 2018), Eşitliğin Tarihsel Toplumsal Özü ve Sosyalist Emekçi Çıkış -8-, ozguruniversite.org.

[19] (Arkeolojik Bir Makale), Antiktarih.com (03 Haziran 2018), 19 yy’da Mezopotamya’nın Keşfi ve Antik Oryantalizmin Oluşumu, 29 Mayıs 2023 tarihinde görülüp okundu.

Makale şöyle yazıyor: “Mezopotamya’da ilk düzenli kazılar, 1840’lı yıllarda, Kuzey Mezopotamya’da (Asur’da) çalışan Musul’daki Fransız Konsül Paul Email Botta tarafından gerçekleştirildi.” Ondan sonra 1847’de İngiliz Austen Henry Layard ile 1889’da da Alman Richard Koldwey arkeolojik çalışmaları başlatmıştır.

[20] Gordon Child (1941),Tarihte Neler Oldu. Kırmızı Yayınları, 5. Baskı (2009),  S. 67. Sayfayı okuyunuz ve sayfanın işaret ettiği dip nota bakınız.

[21] William McNeill (1967), Dünya Tarihi, İmge Yayınlar1, 15. Baskı (2013), S. 597.

[22] Ernest Gellner (1989), Uluslar ve Ulusçuluk, İnsan Yayınları 1992. S. 79.

[23] Gordon Child (1941),Tarihte Neler Oldu. Kırmızı Yayınları, 5. Baskı (2009), S.  59-60.

[24] Alaeddin Şenel (1980), İlkel Topluluktan Uygar topluma Geçiş Aşaması, Bilim ve Sanat Yayınları, 4. Baskı (1995), S. 25.

[25] A. g. e, S. 87.

[26] A. g. e, S. 48.

[27] A. g. e, S. 93.

[28] Adam Smith (1776), Ulusların Zenginliği, Alan Yayınları, 2. Baskı 1997, S. 13.

[29] Engels (1878), Anti–Dühring, Sol Yayınlar, 2. Baskı (1977), S. 297.

[30] Marks (1874), Etnoğrafya Defterleri, Hil Yayınları, 1. Baskı (2013), S. 11.

[31] Marks-Engels (1848), Komünist Partisi Manifestosu, Bilim ve Sosyalizm. Yayınları (1976). S. 46.

[32] Engels, F. Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Sol Yayınları (1990), S. 24.