Perşembe , 17 Temmuz 2025

Suyun Yaşam Değeri

Güngör Şenkal

[email protected]

Su döngüsüyle yaşam döngüsünün bir olduğunu unutuyoruz (1).

Jacques Yves Cousteau

Suyun kirlenmesi, günümüzde canlı yaşamı tehdit eden en ciddi sorunlardan biridir. Organik/inorganik, radyoaktif ve de biyolojik kirliliğin su kaynaklarını bozacak düzeye gelmesi, su kirliliği olarak kabul edilir. Başka bir tanıma göre ise: ˈKullanma amacına göre su kirliliği, suyun doğal yapısının, kullanma amacının dışına çıkacak biçimde bozulmasıdırˈ (Keleş-Hamamcı, 1998: 106) (2).  Endüstriyel atık/artık sular, tarımsal kimyasallar (pestisit) ve usulüne uygun olarak ayrıştırılmamış çöpler  -özellikle plastikler- insan faaliyetlerinin sonucunda ortaya çıkan çevre kirleticilerdir; yüzey ve yeraltı suları bu zararlıların baskısına uğrar. Sulardaki bu kirlenme su kalitesinin hızla düşmesine neden olur. Sonuçta daha fazla mikroplastik canlı vücuduna girmekte, fosfor ve azot gibi maddeler ekolojik dengeye baskı yapmakta (bir yanda suyun oksijen seviyesini düşürmekte, diğer yanda ise alglerin çoğalmasına neden olmakta), içme suları birçok yerde filitrelenmeden içilememektedir.

Basit kimyasal formülünün yanında, canlı yaşamında çok karmaşık işlevleri vardır suyun. Dünyada suyun nasıl oluştuğu/bulunduğu ise her zaman merak ve araştırma konusu olmuştur.  Su, hidrojen ve oksijen atomlarının birleşmesiyle oluşur. Bu elementler ise evrende en çok bulunan elementlerdir; çokluk sırasına göre hidrojen, helyum ve oksijen. Bu koşullarda, evrenin her yerinde suyun oluşması ve bulunması söz konusu olmaktadır.

Evrende durum böyle olunca, güneş sistemimizde, onun bir parçası/üyesi olan dünyamızda da belli bir oranda su bulunmaktaydı. Yalnız bunun dünyamızda bulunan suyun tek kaynağı olmadığı bilinmektedir. Diğer kaynaklar; dünyaya çarpan gezegenlerle 4 milyar yıldan daha fazla bir zaman önce ve 20 milyon yıl boyunca dünyaya çarpan kuyruklu yıldızların içlerinde taşıdıkları sulardır. Buradan çıkacak sonuç, dünyamızdaki suyun % 30-50 kadarının yıldızlararası uzaydan geldiğidir. Dünyada bulunan suyun bir kısmının güneşten daha yaşlı olması, bu suyun kuyruklu yıldızlarla donmuş halde dünyaya taşındığı/ulaştığı sonucuna vardırmaktadır. Dünyada bulunan en yaşlı su 4.571 milyar yıl öncesine tarihlendiriliyor. Yeni hesaplamalarla dünyanın tahmini yaşı ise 4.374 milyar yıldır. (Farklı kaynaklarda farklı rakamlarla karşılaşılabilir.)  

Su yapısal olarak iki ametalin (H+O), dihidrojen monoksit (H2O) biçiminde kimyasal bağlanışıyla oluşur ve bu bağlanma biçimine kovalent bağ (intramoleküler/güçlü bağ) denir. Su molekülleri arasında oluşan bağa da hidrojen bağı [intermoleküler/zayıf, ama sayı çokluğu (4 hidrojen) nedeniyle toplamda güçlü bağ] adı verilir. Suyun donmasıyla oluşan kristal yapı ya da kristal bağların yoğunluğu, suyun sıvı haldeki yoğunluğundan daha düşüktür ve buz bu sayede suyun yüzeyinde kalmaktadır. Eğer aksi olsaydı, buzun yoğunluğu daha fazla olup da donma tabanda başlasaydı, suda yaşanan evrimsel süreç gerçekleşemezdi. Atmosferdeki oksijeni sağlayan algler yaşam şansı bulamazdı. Yeryüzü biçimlerinin oluşmasında da etkili olan suyun, ısı kapasitesi, dünyanın ısı dengesi/düzeyi üzerinde de etkili olmaktadır.

Dünya yüzeyinin dörtte üçü (% 71) sularla kaplıdır. Bunun % 97,6’sı tuzlu sudur ve toplam tuzlu suyun % 97,2’si denizlerdedir. Bunun anlamı ise, insan için kullanılabilir su miktarının çok az olduğudur. Şöyle ki, ˈinsanların kullanabileceği su miktarının 350.000 kˈü yüzeysel sulardan, 150.000 kˈü yeraltı sularından ve 13.000 kˈü atmosferik sulardan meydana gelmektedirˈ(Keleş-Hamamcı, 1998: 105). Kutup bölgelerindeki (Grönland dahil) buzulların tamamına yakını, dünyadaki tatlı su rezervlerinin büyük bölümünün bulunduğu alandır. Bu miktar yaklaşık % 65-70 oranındadır.

Suyun, karaların üzerindeki ve içindeki hareketleri hidroloji (su bilimi) adı verilen bir bilim dalı tarafından incelenmektedir. Suyun buharlaşarak gaz haline geçip atmosfere karışması, belirli bir yoğunluğa/soğumaya eriştikten sonra yağış halinde (yağmur ya da kar) tekrar yeryüzüne dönmesi, bazı süreçlerden geçerek bunun tekrarlanması olayına doğal su döngüsü (hidrolojik döngü / water cycle) demekteyiz. Güneş nedeniyle günlük buharlaşma miktarı bir trilyon ton kadardır ve buharlaşan su moleküllerinin havada geçirdiği süre ortalama on gündür.

Genel işleyişini verdiğimiz bu süreç, şu aşamalardan geçmektedir: Buharlaşma, yoğunlaşma, yağış, kesinti, sızma, yeraltı akışı, terleme (transpirasyon), yüzey akışı, depolama. Su döngüsünün bir başlangıç noktası yoktur. Ancak en büyük su kütlesini barındırdığı için okyanuslar bir başlangıç noktası olarak düşünülebilir.

Su, sıvı su (denizler, göller, akarsular…), katı su (kar ve buz/buzul)  ve gaz olarak (su buharı…) bulunmaktadır. Dünyada doğal olarak üç halde de bulunan tek bileşiktir. Atmosfer suyunun en hızlı hareket edebilen su olduğu kabul edilmektedir. Gezegenimizin toplam olarak 1,386,000,000 km³ su barındırdığı hesaplanmaktadır. Su rezervimiz olarak alacağımız bu miktar okyanuslarda, iç denizlerde, buzullarda, yer altında, tatlı ve tuzlu göllerde, atmosferde, nehirlerde ve biyosferde bulunmaktadır. Buralar aynı zamanda suyun depolanma alanlarıdır.

Su döngüsünü etkileyen birçok etmen sıralanabilir. Bunlardan bazıları ise şöyledir: Atık suların arıtılmaksızın temiz su kaynaklarına karıştırılması, nüfus baskısının yarattığı aşırı su kullanımı, ormanların ve yeşil alanların tarım, sanayi ve turizme feda edilmesi, hava kirliliği kaynaklı asit yağmurları, iklim değişikliği… 

***

Dünyada bulunan canlı formlarından hareketle, susuz bir yaşamın var olabileceğini düşünemiyoruz. Vücudumuzdaki hemen bütün yaşamsal faaliyetler su ile sağlanır. Tabii burada tatlı sudan söz ediyoruz. Bir yetişkin vücudunun % 70ˈi (yeni doğanlarda % 70-80, seksen beş yaş üstünde % 45-50), insan kanının ise % 83ˈü sudur. Bu oran ölçüm metotlarına göre değişiklik gösterebilmektedir. Organizmaların ortalama %75ˈinin sudan oluştuğu kabul edilir. Bir daha gözden geçirecek olursak; toplam suyun % 97ˈnin üzerinde bir kısmının tuzlu oluşu (ya da başka nedenlerle), % 2 ˈlik kısmının da buzullarda bulunması nedeniyle içemiyoruz. Geriye içebileceğimiz % 1ˈlik bir oran kalıyor.

ˈBinˈli yılların başında 255 milyon olan dünya nüfusu bugün, 8,2 milyar dolayındadır. BM hesaplamalarına göre 2080’de beklenen nüfus 10,4 milyar kadardır. Nüfusun bu biçimde hızlı artışı tatlı su kaynaklarının da hızla kirlenmesine/tükenmesine neden olur. Dünyadaki suyun % 70ˈini tarım, % 22ˈsini sanayi kullanır. Türkiyeˈde su kullanımı % 74 oranında tarımda, % 15 oranında evde ve % 11 oranında da sanayide gerçekleşir. Nüfus ve endüstriyel üretimin baskısıyla, evsel su tüketiminin daha da azalacağını öngörebiliriz. Zaten daha bugünden 800 milyon dolayında insan temiz suya erişememektedir.

***

Su kirliliği, canlılığın insan nedeniyle yaşadığı en ağır ekolojik sorunlardan biridir. Su kalitesinin fiziksel, kimyasal ve biyolojik olarak aşırı ve neredeyse onarılamaz biçimde dönüşümüdür. İnsan dahil, yaşamlarında suya gereksinim duyan canlıların yaşamını derinden etkiler. Su kirliliği, insan faaliyetleri sonucunda oluşan atık ve artıkların su kaynaklarına karışması olarak tanımlanabilir. Faaliyetlerin çeşitliliği ve çoğu durumda sürekliliği göz önünde tutulduğunda, insan faaliyetlerinin sular için potansiyel tehdit oluşturduğunu kolayca görebiliriz.

Su (çevre) kirleticilerinin başında gelen tarım, ilkel yöntemlerle -örneğin doğal gübre kullanarak- yapılsa bile, ˈsuda besin zenginleşmesiˈne neden olmakta, su kaynaklarına baskı yapmaktadır. Durum böyle olunca, teknoloji/kimyasallar kullanılarak yapılan ˈmodern tarımˈda kirlenmenin boyutu daha iyi anlaşılabilir.

Su kirliliğinin birçok nedeni vardır: Tarım, sanayi, yerleşim yeri atıkları.

Tarımsal kirlilik

ˈHer türlü tarımsal faaliyet sonucu ortaya çıkan katı ve sıvı atıkların neden olduğuˈ kirlilik, tarımsal kirlilik olarak adlandırılır (Keleş-Hamamcı, 1998: 109). Erozyon adı verdiğimiz, toprağın aşınma, taşınma ve birikme sürecinde, taşınan toprak parçacıklarının çökeltisi (sediment) ötrofikasyona [sucul ortamlara aşırı besin yüklenmesi sonucu alg gibi türlerin hızla çoğalarak sudaki oksijeni azaltmasına, (alg patlaması / İng. algal bloom)] neden olmaktadır. Doğal/hayvansal gübrenin besin zenginleşmesi yoluyla oluşturduğu ötrofikasyon etkisine yukarıda değinilmişti. Aynı etki tarımda verim artırmada kullanılan (yapay gübre gibi) besin maddelerindeki fosforun suya karışması durumunda da oluşmaktadır. Gübredeki azot ise azot zehirlenmesi adlı başka bir kirliliğe neden olmaktadır. Tarımda istenmeyen bitki ve böceklere karşı kullanılan herbisitler ve pestisitler (tarım ilaçları) ise sonuç itibariyle birikici, bu nedenle de kalıcı kirliliğe neden olmaktadır.  

Sanayi kirliliği

Sanayi ürünlerinin atıkları ile kirletmenin yanı sıra, sanayi kuruluşlarının sıvı atıkları ile doğrudan su kirliliğine yol açmaları, yaygın görülen bir durum olmaktadır. En önemli sanayi kirleticileri petrol rafinerileri; tekstil, kağıt, metal kaplama, deterjan, gıda, plastik, ilaç, deri… sanayileridir. Sularda oluşan petrol kirliliği, bütün ekosistemleri yok edebilir. Bu kirleticilerin etkisiyle alıcı ortamın fiziksel ve kimyasal özelliklerinde renk, koku, sıcaklık, toksik etkiler ve oksijen seviyesi bakımından değişiklikler gözlemlenmektedir (Keleş-Hamamcı, 1998: 111).

Kimyasal kirlilik iki alt başlık halinde ele alınmaktadır: Organik ve inorganik.

Organik kirleticiler protein, yağ, karbonhidratlar ve diğer gıda maddeleri, inorganik ise sanayinin ürettiği her türlü kirliliktir.

Sanayi, içinde ağır metallerin, toksik kimyasalların bulunduğu atık suları sürekli üretiyor; sanayinin bazen hiç bazen de yeterli arıtmaya tabi tutmadan doğaya saldığı bu ˈyan ürünˈ çevre sorunlarına neden oluyor. Bazı sentetik kimyasallar ya su dibine çökerek ya da yüzeyde kalarak suyun teneffüsünü engellemektedir. Suyun renk, ısı bulanıklık gibi dönüşümlerine neden olan fiziksel kirlilik daha çok termik santralleri kaynaklıdır. (Çoğu zaman uyulmayan yasal limitler, büyük sanayinin yan kolu (ya da sekretaryası) gibi çalışan parlamentolar tarafından, kirlilik/zarar sınırının çok üstünde belirlenmektedir. Örneğin kirlilikte tolerans eşiğinin %2 olduğu bir alanda,  kanunun bu eşiği %10 bandında gösterebilmesi gibi. Sanayi kirliliğinin özet tanımı: Suyun tadının ve kokusunun değişmesine neden olan fizyolojik; patojenlerin, alg ve mantarların artması gibi biyolojik; atmosferde yığılan radyoaktif maddelerin yağışlarla ya da nükleer santrallerde oluşan sızıntıların doğrudan veya dolaylı olarak suya karışmasıyla oluşan radyoaktif kirliliktir.

Yerleşim yeri atıkları

Bunlar katı (genel anlamda çöp) ya da sıvı (kanalizasyon ve/veya kanalizasyona bırakılan   temizlik maddeleri ve diğer kimyasallar) olabilir. Bu kirleticiler, yağmur suyu ve diğer su sistemleriyle su kaynaklarına/rezervlerine taşınır. Bilinçsizce çöpe atılan ilaçları da buna eklemeliyiz. Bir noktada kentsel atıkla birleşen bu evsel hastane atıklarının, kentsel atıkları da kimyasal ve radyoaktif açıdan zenginleştirdiğini, zehirlediğini söyleyebiliriz.

***

Su kirliliğinin etkileri birçok açıdan değerlendirilebilir. Ancak doğanın bir bütün olduğu kabul edildiğinde, sonuçların canlılığı yok oluşa götürdüğünü görebilmekteyiz. Suların kirlenmesi, biyolojik renkliliğin (türlerin) solması demektir. Kirliliğe dayanamayan türler zaman içerisinde ortadan kalkacaktır ve günün birinde dayanabilen tür kalmayacaktır. Kısaca şöyle söyleyebiliriz: Bir zamanlar bütün canlılara oluşabilecekleri ortamı sağlayan su, kirlendiği ölçüde bütün canlıları öldürecektir.

Suyun önceleri sadece içecek olarak kullanımının, zamanla, sulama, sanayi, enerji üretimi gibi alanlara genişlemesi; kısaca, insanın hidrolojik devreye müdahalesi, döngüyü olumsuz etkilemiştir. Suların önlerinin kesilmesi, baraj, HES ya da sulama amacıyla gölet yapılması, bazen de suyun bunlar için borulara hapsedilmesi yüzeysel su kaynaklarını azaltmakta, ekosistemleri bozarak canlı yaşamını olumsuz etkilemekte, bazen de sonunu getirmektedir. Doğal döngüyü bozan her küçük adım, ekolojik yıkıma doğru attığımız büyük adımları ifade etmektedir.

En büyük çevre kirleticilerinin ve onların (yasal ya da değil) dayanağı olan devlet yöneticilerinin (bunların sermayeye bağlılığı hayata bağlılıktan önce gelir) savunma stratejisi, ˈkamu yararıˈ ve bunun önceliğidir. Bu söylem, tekel düzeyindeki işletmelerin kârlarının kamu yararı adı altında meşrulaştırılmasıdır. Gerçek anlamda kamu yararı ise onların ilgi alanının dışındadır; yüksek tekel kârlarının topluma kolay benimsetilme aracı/örtüsü ˈkamu yararıˈdır. HES furyasında, bir akarsu üzerine bazen iki düzine HESˈin planlandığı geçtiğimiz 25 yıllık dilimde, kamuya sunulan, elektrik enerjisinde dışa bağımlılığın önüne geçilmesiydi. Kendi elektriğimizi kendimiz ürettiğimizde bunun birim maliyetinin düşmesi beklenirdi; elektrik fiyatlarına –ucuzlama yönünde- yansıması gerekirdi. Böyle mi oldu? Değilse, kamu yararı nerede? Bir de, insan elektriksiz yaşayabilir ama susuz asla!

Paralel uzanan su yataklarında (vadilerde), yataklardan birindeki su miktarını artırmak için diğer su yataklarındaki suyu dağları delerek, büyük borularla diğer yatağa, HES kurulan yatağa geçirdiler. Suyu alınan yatakta (Yönetmelikte, 10 yıllık debi ortalamasının % 10ˈu) can suyu bırakma öngörülmüşse de, bu, genellikle suyu alınan yatağın kuruması, ekosisteminin tamamen bozulması, dönüşmesi ile sonuçlanmıştır. 

Sermayenin akarsular üzerinde oynadığı oyunun perdelerinden biri de ˈboşa akan sularˈ söylemidir. İnsan merkezli düşünülse dahi yanlış olan bu argüman, canlı doğanın hücreleri olan ekosistemleri, bu sistemlere adapte olmuş canlı çeşitliliğini, çeşitliliğin insan varlığıyla iç içe ilişkisini örtülemektedir.

Aslında insan merkezli (antroposentrik) düşüncenin ürünlerinden biri olan, insanın en akıllı canlı olduğu inancı çökümüştür. İçeceğini, içinde besin olarak gördüklerini yiyeceğini ve bunların da kendisini hasta edeceğini bildiği halde toprağı ve suyu kirleten başka bir canlı türü yoktur. Havayı kirletmeyi yazmıyoruz, bu, nefes almamızın yanında toprağın ve suyun da kirlenmesi anlamına gelmektedir.

Daha önce toprak konusunda da yazdığımız gibi, su kirliliği maliyet hesaplarına dahil edilmemekte, atık ve artıkların sulara bırakılması doğalmış gibi algılanmaktadır. Suların, kirliliği sonsuz temizleme kapasitesi varmış veya kirlilik sularda görülmez olacakmış gibi yanılsamalar yaşanmaktadır. 

Suyu üretmemiz mümkün mü?

Bugünün teknolojisi üzerinden düşündüğümüzde, soruya vereceğimiz karşılık ˈHayır!ˈ olacaktır. Öncelikle su kimyasal bir birleşim değildir. Hidrojen gibi yanıcı ve oksijen gibi yanmayı destekleyici özellikteki iki maddenin kimyasal tepkimeye girebilmesi için ısı gereklidir. Gerekli ısı yüksek basınç altında, basınçla sürtünen atomlar sayesinde oluşur ve su olur. Sözü edilen yüksek basıncı sağlamak ise oldukça maliyetlidir.

Atmosferdeki suyu doğal olmayan yollarla kullanabilir miyiz?

Kraliyet Hava Kuvvetleriˈnin (Die Royal Air Force) bir denemesinden hareketle söyleyecek olursak, bu da mümkün değildir. 1952 yılının Ağustos ayı ortasında, çok gizli bir misyon (Operation Cumulus) için havalanan pilotlar, bulut seviyesinin üzerine çıkarak bulutların üzerine kuru buz (katı karbondioksit/CO2), tuz ve gümüş iyodür püskürtmüştü. Deney ˈbaşarılıˈ olmuş, 15 Ağustosta başlayan -mevsim normalinin 250 katı- yağmurlar, sellere neden oluş ve 35 kişi yaşamını yitirmişti. 

Sonuç yerine:
Kirlilik, -doğal olarak- ekolojik yapının bozulması anlamına gelmektedir: İster havada, ister toprakta, isterse de suda meydana gelsin. Kaldı ki bu alanlar bütünlüklü bir sistemin parçalarıdır ve birinde meydana gelen kirlilik diğerlerinde de meydana gelmiş olacaktır.

Tatlı su rezervleri ile insan sayısını orantıladığımızda, mevcut suyun herkese yetecek miktarda olduğunu görürüz. Ancak suyun doğal-eşitsiz ve eşitsiz dağılımı bizi farklı bir tabloya götürmektedir. Bugün 2,2 milyar kişinin evinde ya da bahçesinde su yoktur. 730 milyon kişi temel ihtiyaçlarını temiz su ile karşılayamamakta, su kaynaklarına ulaşmak için uzun yol yürümek zorundadır. Ulaştığı kaynak ise genelde temizliği tartışmalı bir akarsu olmaktadır. Bu insanların çoğunluğunu yoksullar oluşturur. Ulaşabildikleri suları içme suyu olarak kullananları da ölüme kadar gidebilen hastalıklar bekliyor. Günde en az bin çocuk kirli suya bağlı nedenlerle ölüyor. Unicef’e göre, kirli içme suyu, su kıtlığı ve iklim değişikliği etkisiyle 190 milyon çocuğun yaşamı tehlikededir. Tehlikenin merkezinde ise Batı ve Orta Afrika yer almaktadır. 3,5 milyar insanın evinde, başka bir aile ile paylaşmadan kullanabileceği tuvaleti olmadığı gibi, 419 milyon kişi de tuvalet ihtiyacı için açık araziyi kullanmaktadır. Bunları bildiğimizde, su ve hijyen konusunu yeniden düşünmek durumunda kalıyoruz.

Canlı yaşamında hayati önemi olan suyun, bu öneminin kavranabilmesi de hayatidir.

İçlerinde hiçbir canlı türünün kalmaması/yaşamaması nedeniyle ölü olarak adlandırılan suların artması, tehlikenin kapımızı ne kadar şiddetle çaldığının işaretidir.

Su koruma bölgelerine yakın yerleşimin, motorlu araçlarla giriş ve geçişlerin yasaklanması ve bunun da sıkı bir biçimde denetlenmesi zorunludur. Deniz ve göl kıyılarına yerleşimin engellenmesi en az iki açıdan gerekli görülmelidir. Birincisi; eşitlik ilkesi gereği, -yağmaya karşı- herkesin kıyılardan yararlanabilme hakkı güvenceye alınmış olur. İkincisi; kirliliğin doğrudan sularla birleşmesi engellenmiş olur. Burada kirli su arıtma tesislerinin mutlaka çoğaltılması ve kirli suların arıtılmadan, doğrudan ya da dolaylı olarak sulara karışmasının önüne geçilmesi gerekir. Plastik adaları (okyanuslardaki çöpün % 90ˈı plastiktir) sorununun çözümü için de gerekli önlemler acilen alınmalıdır. Plastik üretiminin hemen durdurulması,  mevcudun sularla buluşturulmaması için uygulanacak yasal düzenlemelerin yanında, farkındalık yaratma, bilinçlendirme çalışmalarının hızlandırılması da önemlidir.  

Su kirliliğini denetlemek için alınan önlemler ulusal ve uluslararası olmak üzere gruplandırılmıştır. Uluslararası sözleşmelerden bazıları şunlardır: Helsinki Sözleşmesi, Ramsar Sözleşmesi, Londra Sözleşmesi ve Londra Protokolü, UNECE Su Sözleşmesi, Barselona Sözleşmesi… Türkiye bunlardan Ramsar ve Barselona sözleşmelerine taraftır. UNECE protokollerinden bazılarına da uymaktadır.

Türkiye, 1926 yılında çıkarılan, özünde suların sevk ve idaresinin hangi kurumlarca yapılacağını belirleyen, 831 sayılı Sular Hakkında Kanunˈun 1934 tarihli Ek 7. Maddesiˈyle suların, ˈiçme suları kaynaklarında zarar verecek ve sıhhat şartlarını bozacakˈ biçimde kullanılmasının yasaklanmasını öngörmüştür. Ayrıca, suyun koruma altına alınmasını düzenleyen 1593 Sayılı Umumi Hıfzıssıhha Kanunuˈnun 237 ve 238. maddeleri, 167 Sayılı Yeraltı Suları Hakkında Kanun,  2872 Sayılı Çevre Kanunu, Su Kirliliği Kontrolü Yönetmeliği, Tarım ve Orman Bakanlığıˈnın İçme-Kullanma Suyu Havzalarının Korunmasına Dair Yönetmelik… Anılan son yönetmelik oldukça kapsamlı düzenlenmiştir. Bütün bu düzenlemeler kirliliğin tanımlarını yapmış, önlemlerini ve yaptırımlarını açıklamıştır. Bu yasa ve yönetmelikler suların korunması ve iyileştirilmesini retorik düzeyde güvenceye almıştır. Sorun tam da burada, yasaların uygulanmasında, daha doğrusu uygulanmamasında, uygulanamamasında yatmaktadır. Bundan dolayı da kirlilik, hükümet ve sermaye tarafından denetlenmeyen, denetlenemeyen kurumlarca denetlenmelidir. 

Su kirliliği konusunda devlet denetimi değil, toplumun öz denetimi, öz denetim örgütlenmeleri aracılığıyla denetimi zorunludur. Çünkü, büyük sermayenin büyük oranda işlerini kolaylaştırmanın aracı olan yasalar, bu çevrelerin lehine çıkarılmaktadır. Diyelim ki, suları (çevreyi) kirleten bir kuruluşun arıtma ya da filtreleme zorunluluğu var. Yasa diyor ki, sözgelimi on yıl içinde gerekli düzenlemeler yapılacak. Peki neden on yıl? Çevrenin on yıl daha rahatça kirletilmesine kimler hangi hakla izin verebiliyor? Türkiye açısından düşünüldüğünde, 2021 (27 Eylül) yılında, ˈ2053 Yılında Net Sıfır Hedefˈ açıklamasının mantığı nedir? Neden bu, örneğin 2030 ya da 2040 değil? İklim konusunda zamanımızın kalmadığı gerçeği karşımızdayken, 2053 yılına kadar kimleri koruyacağız?

Suyun kalitesinin düşmesi, temiz içme suyunun sonunu getirir. Suları kirleterek önüne geçemeyeceğimiz büyüklükte bir hastalık kaynağını hep birlikte oluşturuyoruz.

Kolera, tifo, viral sarılık türleri, çocuk felci, bazı dizanteri türleri gibi birçok hastalığın doğrudan ya da dolaylı olarak kirli sulardan yayıldığı bilinmektedir. Balıkların bünyesine yerleşen mikroplastik ve ağır metaller, bizim sulara neler yaptığımızın ve suların da bizlere neler yapacağının göstergesidir. Türkiye’de her iki balıktan biri mikroplastik içerir. Yine bu balıkların büyük bir kısmında arsenik gibi ağır metallerin bulunduğu belirlenmiştir. (Arsenik bir metaloid olduğu halde, çevre kirliliği bağlamında -toksik etkileri nedeniyle- ağır metaller grubuna dahil edilmektedir.)

Doğanın, en büyük kirleticiler başta olmak üzere, suların kendi doğal arınmasına izin vermeyecek kadar aşırı baskı yapan her türlü kirleticiye, sabrı kalmamıştır. Canlıların su nedeniyle birbirini kırması yakındır. İnsanlığın sivil örgütlenmeleri, bütün canlılar adına bu meseleye el atmalı ve kirleticiler ile onların koruyucuları üzerinde baskı kurarak kontrolü üstüne almalıdır.

Ya şimdi, ya da çok geç!

Kaynaklar:

(1) ˈWir vergessen, dass der Kreislauf des Wassers und des Lebens eins ist.ˈ

(2) Çevrebilim, Ruşen Keleş – Can Hamamcı, İmge Kitabevi, 3. Baskı: Ekim 1998, Ankara

Takvim

Temmuz 2025
P S Ç P C C P
 123456
78910111213
14151617181920
21222324252627
28293031  

timeline

Aylık

ÖZGÜR ÜNİVERSİTE YOUTUBE