Perşembe , 28 Mart 2024

AB bir Amerikan projesi, [Atlantik projesi] veya ABD ve Avrupa büyük sermayesinin projesidir* – Fikret Başkaya

fikret

Her ne kadar AB’nin temelinin 1957 de Roma Anlaşmasıyla atıldığı bilinse de, asıl temel atma tarihi NATO’nun kurulduğu 1949 dur. Bu günün AB’sinin temeli  Roma’da değil, Washington’da atıldı. İkinci emperyalistler arası savaşın sonunda Avrupa’nın doğusu Sovyetler Birliğinin etkisi altına girmiş, Batısı da savaşta büyük yıkıma ve kan kaybına uğramıştı. Emperyalist savaştan prestijini artırarak çıkan Sovyetler Birliği, Batı Avrupa’nın yoksulluk ve sefaletle boğuşan işçi sınıfı ve emekçi halk kitlelerinin gözünde bir çekim merkezi haline gelmişti. Üstelik bazı ülkelerde [Fransa, İtalya] güçlü komünist partileri vardı. İşte AB projesi böyle bir ‘kritik tarihsel anda’ gündeme gelmiş, küreselleşme yolundaki Amerikan ve Batı Avrupa sermayesinin imdadına yetişmişti. Bu yüzden AB projesi baştan itibaren büyük sermayenin projesiydi.

1947 de CIA Avrupa’daki durumla ilgili politik ve ekonomik mahiyette olmak üzere iki ‘tehlikeyi’ haber veriyordu. Ekonomik mahiyetteki sorun, Batı Avrupa’da ekonomik bir çöküşün ABD’nin ‘güvenliği’ açısından arzettiği tehlikeydi. Kaygılandıran da komünist unsurların iktidarı ele geçirmesi ihtimaliydi… Söz konusu ikili tehlikeyi bertaraf etmek üzere Marshall Planı devreye sokuldu. Ekseri sanıldığı gibi “Marshall Yardımı” olarak bilinen, asla ‘insanî kaygılarla‘ gündeme gelmiş değildi, gelmesi de zaten mümkün değildir. Zira, hegemonik-emperyalist ABD’nin insanî kaygılarla hareket ittiğini düşünmek abesle iştigal etmektir. Planın amacı, çökme riski altındaki Batı Avrupa rejimlerini ‘ayağa kaldırmaktı’ ama yardımın şartları vardı: 4 Mayıs 1947 de Fransa’da, 13 Mayıs 1947 de İtalya’da ve aynı ayın sonlarına doğru Belçika’da komünist bakanlar hükümetten kovuldu… Bu operasyonun hemen sonrasında da [5 Haziran 1947] Marshall Planı ilân edildi… Planın amacı Amerikan dolarının egemenliği altında Avrupa ekonomilerini bütünleştirmekti. Elbette planın başka amaçları da vardı: ABD ekonomisini 1948-49 krizinden kurtarmak, savaşta zayıf düşen Avrupa kapitalizmini düzlüğe çıkarmak, Batı Avrupa’daki sol hareketi etkisizleştirmek, Amerikan sermayesinin Batı Avrupa’ya nüfuz etmesinin koşullarını yaratmak… Bunun anlamı Batı Avrupa ekonomilerinin yönünü Atlantik’in öteki yakasına çevirmekti. Marshall Planı etkisini göstermekte gecikmedi: 1948-1951 döneminde dış yatırımlar ikiye, ABD’ye transfer edilen kâr da yaklaşık üçe katlandı…

Ekseri tevatür edildiği gibi AB iki kutup arasında [ABD ve Sovyetler Birliği] bağımsız bir güç odağı oluşturmak üzere gündeme gelmedi. ABD’nin bir vasali olarak tasarlandı ve öylece yoluna devam etti. Esasen AB projesi temel bir tespite dayanıyordu: doğası gereği küreselleşmek zorunda olan kapitalizm [sermaye] her bir kapitalist ülkenin dar sınırlarına hapsedilemezdi. Dolayısıyla AB projesi büyük sermayenin her seferinde genişleyen pazar ihtiyacının bir gereği olarak gündeme gelmişti. Dönemin medyası 160 milyonluk ‘büyük Pazar’dan söz ediyordu. Fransız PathéJournal’in 3 Temmuz nüshasında: “ Neden bir Avrupa Ortak Pazarı?” sorusunun cevabı şöyle veriliyordu: “ Çünkü modern ekonomi hayati önemde geniş alanlar gerektirir […]. İç gümrükler tasfiye edilerek, Avrupa dünya ekonomisi ölçeğinde 160 milyon tüketiciden oluşan bir pazara dönüşüyor. Bu, verimliliğe, tam istihdama ve ancak geniş pazarların mümkün kıldığı işletmelerin modernizasyonuna açılan yoldur.“

Roma Antlaşması 25 Mart 1957 de imzalandı. O tarihten sonra Batı Avrupa ekonomilerinin bütünleşmesi hızlandı. Anlaşmaya göre 1 Temmuz 1968’den itibaren sanayi ürünlerine konan gümrük vergileri tümden kaldırılacaktı. İzleyen yıllarda başka alanlarda da [tarım ve ticaret politikaları] ortak politika gündeme gelecekti. Mallar, insanlar, sermaye ve hizmetlerin serbest dolaşımı sağlanacak, sermayenin önü sonuna kadar açılacak, pazar genişleyecekti. Bunları da politik-bürokratik kurumsal yapıların oluşturulması izleyecekti: Avrupa Komisyonu, Bakanlar Konseyi ve Avrupa Parlamentosu üçlüsü … ABD’nin belirleyici olduğu ve büyük sermayenin önünü açmak üzere oluşturulan ve Avrupa’yı Amerika’nın vasali statüsüne indirgeyen bu projeye kayda değer yegane itiraz General De Gaulle’den gelmişti. Fransa’nın o dönemde devlet başkanı olan De Gaulle her ne kadar Roma Antlaşmasının liberal karakterine itiraz etmese de, ABD vasali bir Avrupa yerine, Avrupalılar için Avrupa’dan yanaydı. Avrupa’nın hem ekonomik hem de politik planda etkin bir güç odağı, dünya siyasetinin belirleyici bir aktörü olmasından yanaydı. Bu yüzden ABD’nin tam bir truva atı dediği İngiltere’yi AB dışında tutmakta ısrarlıydı. Avrupa’nın ABD’nin bir tür ‘serbest bölgesi’ haline geldiğinin bilincinde olan bir devlet ve siyaset adamıydı. De Gaulle’ün önerdiği proje destek görmedi. Batı Avrupa büyük sermayesi tercihini serbest ticaretten ve Atlantik’ten yana yaptı ve  o tarihten sonra Bağımsız bir Avrupa perspektifi artık hiçbir zaman gündeme gelmeyecek, AB’nin rotası bütünüyle ABD’nin etki alanına girip ‘Soğuk Savaşa’ endekslenecekti…

Maastricht anlaşmasıyla  AB projesinin sınırsız bir piyasa ekonomisi tercihinden başka bir şey olmadığı tartışmasız bir şekilde ortaya çıktı. Esasen AB’nin ilk bileşenlerinin tamamı eski kolonyalist güçlerdir. İlk kolonyalistler: Ispanya ve Portekiz; Büyük koloniyalist imparatorluklar: İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda; sofraya geç dahil olanlar: Almanya ve İtalya… Bu kolonyalist güçlerin ‘eski’ kolonileriyle ilişkilerinin mahiyeti dekolonizasyona [koloniyalizmindağrudan veya klasik versiyonunun tasfiyesi anlamında] rağmen, özü itibariyle değişmedi. Bu yüzden kolonyalizmin tasfiye edildiği söyleminin bir kıymet-i harbiyesi yok. Velhasıl emperyalizm cephesinde de yeni birşey yok. Sadece Avrupa’nın kolonyalist-emperyalist devletleri kendi aralarındaki çatışmaya son verip ABD’nin şemsiyesi altına girmeye razı olarak, kolektif emperyalizmin üç bileşeninden biri olmayı [diğer ikisi ABD ve Japonya] tercih ettiler ve vasalleşmeye razı oldular. Bir dizi insanî söyleme rağmen, Avrupa’nın dünyanın geri kalanıyla ilişkileri yeni bir görüntü altında kaldığı yerden devam etti. Aslında AB’nin şimdilerde Güney denilen Üçüncü Dünya Ülkeleri emekçi sınıflarına, bu arada Avrupa’daki işçi ve emekçilere karşı büyük sermayenin [küresel plütokrasinin ] tam bir ortak saldırı cephesi olduğunu söylemek  abartma değildir. Avrupa Birliğinin genişlemesi, Birliğe dahil ülke sayısının önce Irlanda, İngiltere ve Danimarka’yla 6’dan 9’a daha sonra 12’ye, şimdilerde 30’a yaklaşması, sermayenin pazar ihtiyacının bir gereğidir. AB’nin her genişlemesi ‘olumlu birşey’ olarak sunuluyor, oysa her genişlemenin işçilerin ve bir bütün olarak emekçi sınıfların aleyhine olduğunu görmek için ‘uzman’ olmak gerekmiyor.

* Bu yazı, Fikret Başkaya’nınYeni Paradigmayı oluşturmak- kapitalizmden çıkmanın gerekliliği ve aciliyeti üzerine bir deneme adlı kitabının, “Avrupa Birliği (AB) Büyük sermayenin imparatorluğudur’ alt başlığından alınmıştır…