Türk ulus-devleti ve Kürt Sorunu
Dr. İsmet Konak
1919-1922 yıllları arasında vuku bulan Kurtuluş Savaşı yeni nesile bir “tartarus (ölüler ülkesi)” miras bırakmıştır. Her sokak, her mahalle ve her yeşil alan “şahadete” tahsis edilmiştir. Millî mücadele, tam bir “ignis fatuus”a benzemektedir. Yani aptal ateşidir. Bu ateş genelde “iyi” algılanır ama gerçeğe bakılırsa kurşunî renkli bir kül bırakmıştır. Aldatıcı bir umut vaat etmiştir. Türk burjuvazisi ve feodal sınıfının ustaca kullandığı “emperyalizme karşı savaş” retoriği, özünde diğer etnik kimliklerin (Rumlar, Ermeniler, Kürtler, Lazlar vb.) kendi mukadderatını tayin hakkını gasp etme üzerine bina edilmiştir. Bu yönüyle Kongrecilerin (Mustafa Kemal’in öncülük ettiği zümre) “İstiklâl Savaşı” bir darbedir. Bir teşettüt-i idare (dağılmış idare) dönemine giren Osmanlı Devleti’ne mensup diğer etnisitelerden “kurtulma savaşıdır.” Evet! Sevr Antlaşması işgalci güçlerin paylaşım projesiydi. Ancak Kongrecilerin de kendilerine özgü bir müstakil çözüm projesi yoktu. Onların “hârikulâde” muhayyilesinde, Küçük Asya’nın yerli unsurlarını giyotin gibi öğüten bir ulus-devlet projesi vardı. İbn Haldun’un deyimiyle “sebep asabiyetine” müstenid bir devlet projesi yoktu.
Adem-i merkeziyetçilik yerine otokratik bir rejimi kılavuz edinen Türkçü ulus-devlet, bilhassa Kürt halkı açısından hazin bir karanlık abidesidir. Tıpkı Tevfik Fikret’in zikrettiği gibi “haydutların sığınağıdır geceler.” Kürt ulusunun eşit yurttaşlık hakları ve özgürce yaşama talepleri haydutlar tarafından zifiri karanlıkta gasp edilmiştir. Üzerinde meskûn oldukları kara parçası (Kürdistan) bir vahşetler sahasına (land of atrocities) dönüştürülmüştür. Bir bakıma İngiltere’nin İrlanda sorununa benzeyen Kürt sorunu, estodo novanın (yeni devlet) bekâsı için araçlaştırılmıştır. Kürdistan, mülk sahibi sınıflar tarafından bir koloniye tahvil edilmiştir. Mustafa Kemal ve şürekası, elinde bir çekiç ve bir keski ile sömürgeyi maharetle tesis etmeye çalışmıştır.
Ulus-devletin sömürgecilik ve apartheid politikasının ilk ayağı Misak-ı Milli’dir. “Millî Yemin’in” 5. maddesine göre dil, din ve ırk temelli azınlık haklarını tevdi etmeyi taahhüt eden Türk yönetimi, yeminini tutmamış ve Kürtler’i kapana kıstırmıştır. Osmanlı’nın inhitatı sürecinde özerklik ve bağımsızlık gibi doğal ülküler barındıran Kürt halkı, barışçıl talepleri karşılık bulmayınca direniş yöntemini tercih etmiştir. Nitekim 1921 yılında Koçkıri ve Dersim aşiretlerinin tesanütüyle bir direniş vuku bulmuştur. Bu amel, İstanbul Saltanat Hükümeti’nin de kabul ettiği “Özerk Kürdistan” projesini Ankara yönetimine kabul ettirme direnişiydi. Lakin Kongreciler, Sakallı Nurettin Paşa komutasındaki merkez ordusunu direnişçilerin üzerine göndermiş ve binlerce insanı katlettirmiştir. TBMM, Sakallı Nurettin Paşa’yı “orantısız güç” kullandığı gerekçesiyle görevden azletmeyi tasarlarken; “müteferris Mustafa Kemal”, paşayı 1. ordu komutanlığına getirerek adeta “taltif” etmiştir. Nörotik Türk ulus-devleti, etnik sorunlara “harekât-ı tenkilliye” ile yanıt vereceğini bu tutumuyla göstermiştir.
Müesses nizamın Kürtler’e yönelik inkâr politikasının en temel vesikası şüphesiz 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Barış Antlaşması’dır. Bu bağlamda Kürtler, Ermeniler ve Rumlar’a yönelik soykırım, apartheid ve tenkil siyasetinin emarelerini hukuksuzlukta değil aksine hukuk kurallarında aramak gerektiğini de unutmamalıyız. Mezkûr antlaşmada “azınlık” konusu formüle edilmiş ancak sadece “gayrimüslimler” (Ermeniler, Rumlar ve Museviler) esas alınmıştır. “Muhterem” Türk devlet ricali, bu antlaşma ile Kürt halkını hukuken paralize etmiştir.
Merhametin cellatlarının Kürt ulusuna yönelik en sistematik imha projelerinden biri de 1926 tarihli Şark Islahat Plânı’dır. Bu plânın 17. maddesinde geçen “Kürtler’in, Kürtçe konuşmaları behemehal men edilmeli” şeklindeki ibare, egemen gücün barındırdığı netameli ruh halinin açık bir karinesidir.
Toplumun muhtelif dinamikleri arasına tefrika sokan ve hasımlıktan nemalanan Türk yönetimi 1930’da Zilan’da ve 1938’de Dersim’de binlerce masum Kürt’ü boğazlamıştır. Mustafa Kemal diktası, tıpkı II. Henry’in 1167 tarihli İrlanda işgali esnasında belirttiği gibi “Medeniyetsiz halkları medeniyetle tanıştırma misyonunu” başarıyla tamamlamıştır. Türk ulus-devleti, bu katliamlarla birlikte Kürtler’e bir “kadavra medeniyeti” ihsan etmiştir.
Kemalist yönetimin Kürt karşıtı politikası, sonraki süreçte İslam’ı bir nesne olarak kullanan hükümetler döneminde de devam etti. Güya kabileciliği ve ırkçılığı sona erdirme vaatlerinde bulunan “müminler”, Kemalistlerin geleneğini sürdürmekte hiç de tereddüt etmediler. Anlaşılmıştır ki Atatürkçüler ile İslamcılar ulus-devletin “mübeccel” şövalyeleridir. Aralarında idarî bir “nöbetleşme” vardır. Mustafa Kemal’in ihsan ettiği kulluk düzeni, Tayyip Erdoğan’la birlikte devam etmektedir. Ağaca çıkan keçinin, dalına bakan oğlağı olur derler. Tanrı, kendisine kulluk için peygamber gönderir, ulus-devlet ise diktatör. Kürt sözcüğü, diktatörleşmenin yegâne dürtüsüdür. Bu açıdan Kürt halkına karşı Atatürk’ten Reis’e yeni bir egemenlik projesi hayata geçirilmektedir. Marx’ın ifade ettiği gibi birincisi trajediydi, ikincisi ise komedi. İkisi de Kürt sorunu karşısında aynı nağmeyi terennüm ettiler. Şimdi de Tayyip Erdoğan’ın sapıtma alametleriyle karşı karşıyayız. Kendisini “zulmet denizine nur saçan” adam olarak görmektedir. Mitomani, psikopati, teomansi ve her türden müzminleşmiş illete sahip bir zat-ı mutlak. İnşa edilen meşum saray, çıkarılan KHK’ler, devletin merkezindeki gizemli ve kirli aile ilişkileri, epigonlaşma, sultan olma ihtirası, yolsuzluk, hortumculuk ve şahadeti kutsama gibi semptomlar sapıtmanın en somut alametleridir. Bilhassa AKP döneminin en belirgin karakteri kleptokratik olmasıdır. Hırsızlık mekanizması, varlığını Kürt karşıtlığına borçludur.
Arakan’daki Müslümanlar’ın eşit yurttaşlık mücadelesi için dünyayı ayağa kaldıran müşfik Erdoğan, Türkiye’deki Müslüman Kürtler’in mebuslarını, belediye başkanlarını kodese tıkmakta, ulus-devleti yeniden restore etmekte ve toplumu “alaturka faşizme” zerk etmektedir. “Kâfirleri dize getiren bir cenk kahramanı” edasıyla Afrin’i fetheden Tayyip Erdoğan, aslında “Allah’a” şirk koşmuştur. Türkçü ve İslamcı ulus-devlet bir kez daha Kürt halkının gözünde bir şovenizm kumkumasına dönüşmüştür. Bu anlamda Kürtler’de bir söz vardır “devlet, köprü de olsa üzerinden geçmeyeceksin.”
Not: Bu yazının İngilizcesi Washington Kürt Enstitüsü’nde yayımlanmıştır.