Salı , 19 Mart 2024

Büyük Projenin Kurbanları: Mübadiller (1) – Güngör Şenkal


Notice: Undefined index: tie_hide_meta in C:\inetpub\WpSites\ozguruniversite.org\wp-content\themes\sahifa\framework\parts\meta-post.php on line 3

 

Güngör Şenkal

 

Büyük Projenin Kurbanları: Mübadiller (1)

 

 

Son yıllarda, kültürel değerlerin ortaya çıkarılması ve korunması için yapılan çalışmalarda artış gözlemlenmektedir. Bireysel ve toplumsal kişilik sorunsalıyla bağlantılı olan bu tür çalışmalar, kültürel kimlikleri, onları oluşturan kültür katmanlarını/birikimlerini yazıya geçirerek, halk bilimi araştırmaları yapanlara çok değerli malzeme sunmaktadır.

 

Yazar Süreyya Aytaş’ın Mübadelenin Hüzünlü Mirası (2) adlı geniş çaplı araştırması da, içinde yetiştiği kültürel değerlerin okur kitlesiyle buluşmasına aracılık etmektedir. Eserde, Kuzey Yunanistan’dan mübadele ile getirilen insanların kültürel yapısı anlatılmaktadır. Anlatım içinde, mübadelenin arka planına, mübadillerin yaşadığı sorunlara ve kültürel değerlerini sürdürebilmek için verdikleri çabaya da değinilmektedir.

 

Esas olarak, kültürel değerlerin unutulmaması, yarına aktarılması üzerinde biçimlenen eserin yoğun bir emek ürünü olduğu ortadadır. Amacı üzerinden bakıldığında, başarılı olduğu da söylenmelidir.

 

Halk kültürüne ilgi duyan bir okur olarak, eserin kültürel değerlerin derlendiği bölümüne ilişkin –övgü dışında- söyleyecek bir sözüm yoktur. Ancak, eserin,  özellikle de giriş bölümünü farklı bir bakış açısıyla yeniden okumayı deneyeceğim. Bunun esere katkı olarak değerlendirilmesini dilerim.

 

Antrparentez: Tarihsel olayların nasıllarını anlatmak, resmi tarih yazımcılığının yaygın bir yöntemidir. Oysa asıl önemli olan, tarihsel olayların nedenlerini ortaya koymaktır. Nasılların anlatıldığı bir tarih yazımında nedenler sürekli karanlıkta kalır. Tarihte yaşanmış kötü olayların nedenleri ortaya koyulup, tarih önünde mahkûm edilmedikçe, sorumluları kınanmadıkça /yargılanmadıkça, onların tekrarına açık kapı bırakılmış olur.

 

30 Ocak 1923 tarihinde Lozan’da, Türkiye ile Yunanistan arasında nüfus değişimi anlaşması imzalanmıştır. Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi’ne İlişkin Sözleşme ve Protokol olarak tarihe geçen anlaşmanın, 1 Mayıs 1923’ten itibaren uygulamasına başlanacağı birinci maddede belirtilmiştir.(3)

 

Mübadele, aslında, belli toplulukların zorunlu değiş tokuşudur (Almanca Bevölkerungsaustausch). Osmanlı’da bu eğilim 19. yüzyıl başından beri güç kazanmaktaydı. Dündar’ın (4) belirttiğine göre; gayriresmȋ mübadele Osmanlı ile Rusya arasında belirli aralıklarla zaten yaşanmaktaydı. Ve hatta, 1878’de yapılan Osmanlı-Rusya barış görüşmelerine de yansımış, Osmanlı delegesi Saffet Paşa, Balkanlar’ın kuzeyindeki Türklerle güneyindeki Bulgarların mübadelesini önermişti (Dündar, 2008:47). 10 Ağustos 1913 Bükreş Anlaşması sonrası yapılan Osmanlı-Bulgar Konvensiyonu, ilk resmi mübadeledir. İttihatçı yöneticiler, anlaşmayı keyfi bir biçimde genişleterek, Osmanlı‘nın Bulgar nüfusunu tamamen sürmüştür (Dündar, 2008:188). ‘Harry J. Barniodis’e göre de mübadele önerisi Balkan savaşı sırasında Anadolu’nun korunması için İttihatçılar tarafından önerilmiştir‘ (Dündar, 2008:217).

 

Balkanlar özelinden hareket edecek olursak, oralarda yaşayan Müslüman tebaasının başına gelenlerin birinci derece müsebbibi Osmanlı’nın İttihatçı yöneticileridir. Goltz Paşa (Colmar von der Goltz)’nın telkinleriyle yetişen Osmanlı subayları ile onların çevresinde kümelenen Türkçü kadrolar için Balkanlar, terk edilmesi gereken bir bölgeydi. Çünkü onlar, Osmanlı’nın Balkanlar’da ve Arap bölgelerinde tutunamayacağı, buraların terk edilerek, Küçük Asya’da [genel söylemiyle Anadolu’da  (5)] güvenlikli bir Türk devleti, bir ulus-devlet kurulması gerektiğine ikna edilmişti.

 

Ancak, Balkanlar’ın kaybedilmesi/terk edilmesi, İttihatçılara politik zarar vermeyecek biçimde; amiyane tabiriyle, kitabına uygun olmalıydı. İtalya’nın Osmanlı’ya savaş açmasını  (5 Ekim 1911) takip eden günlerde bazı İttihatçı subaylar, ordunun ve hükümetin iznini almaksızın Trablusgarp’a gitti (varışları, 24 Ekim 1911). Binbaşı Enver Bey’in komutasında hareket eden bu subaylar arasında Kolağası Mustafa Kemal, Fuat Bey (Bulca), Nuri Bey (Conker), Fethi Bey (Okyar), Albay Neşet Bey, Süleyman Askeri ve Kuşcubaşı Eşref (Askeri okulu bitirmeden sürgün edilmiş) bulunuyordu.

 

İtalya ile Osmanlı arasında Ouchy/Uşi Barış Anlaşması 18 Ekim 1912’de yapıldı. Ancak bu genç subaylar, 25 Kasım 1912’ye kadar orada kalmayı sürdürdü. Oysa, İttihatçıların hararetle istediği Balkan savaşı, Karadağ’ın Osmanlı‘ya savaş açmasıyla, 8 Ekim 1912‘de başlamıştı. Bu kadronun İstanbul’a dönmesi 1 Ocak 1913’ü buldu. Bu tarihte, Osmanlı Balkanlar‘ı önemli oranda kaybetmişti. İttihatçılar, 23 Ocak 1913 Bâb-ı Alȋ’yi basarak yönetimi zorla ele aldı. Baskın sırasında İttihatçıların önüne dikilen Nazım Paşa öldürüldü.

 

Şimdi, Nazım Paşa’dan başlayarak parçaları bir araya getirmeyi denersek, başka bir tarih yazımıyla karşılaşırız. Şöyle ki: 8 Ocak 1912 – 23 Ocak 1913 tarihleri arasında Harbiye Nazırı olan Nazım Paşa, İttihatçıların savaşa destek vermemesi yanında, bir de savaş planlarının kaybedilmesiyle(?) Balkanlar‘da başarısız bırakılmıştı. Çoğunluğu Balkan kökenli subaylar [Enver Paşa (Manastır kökenli), Mustafa Kemal (Selanik), Fuat Bey (Selanik), Nuri Bey (Selanik), Fethi Bey (Pirlepe/Güney Makedonya), Süleyman Askeri (Prizren/Kosova)],  güçlü bir Balkan savaşı olasılığı varken, Trablusgarp’a gitmek bir yana, Uşi Anlaşması’na karşın Balkanlar‘daki savaşa yardıma gelmemiştir. İttihatçılar, dolaylı iktidar oldukları hükümete verilen Halaskaran Zabitan muhtırasını kolayca kabullenip, tam da savaşın eşiğinde, iktidarı muhalefet partisine bırakmıştır. Bu süreçte, Talat Paşa öncülüğünde yaptıkları gösterilerle de, Balkanlar‘a savaş açalım diye, hükümete baskı yapmışlardır. Savaş için o kadar isteklidirler ki, İttihatçı Tanin gazetesi, Karadağ’ın Osmanlı‘ya savaş ilan ettiği gün, savaşın başlamasına şükreden bir başlık atmıştır. Ayrıca, Balkan Savaşı‘nın başlamasıyla birlikte orduya yazılan Talat’ın, askerleri cepheyi terketmeye özendirdiği de dönemin anı kitaplarında bulunabilmektedir.

 

Görüldüğü üzere, İttihaçılar Balkanlar‘ın kaybedilmesi planını, hiçbir sorumluluk almadan, çok profesyonelce yerine getirmiştir. Kendisi de Lofçalı (Kuzey Bulgaristan) olan İttihatçı Hacı Adil Bey (Arda)’in, İttihatçıların savaş sonrası kongresinde yaptığı konuşma, iddiayı doğrular mahiyettedir: ‘Neden bu kadar muzdarip oluyorsunuz? Makedonya bizim için menba-i müşkilat ve zayiat idi. Burada idame-i mevcudiyet bizim için kabil olmazdı. Hamdolsun bu beliyyeden (Arapça belâ sözcüğünün çoğulu belâyâ yn.) kurtulduk ve şimdi Anadolu’da tamamiyet-i milleymizi bulduk‘ (Dündar, 2008:59).

 

Buraya kadar söylenenlerin amacı; daha sonra, Balkanlar’dan gelen göçmenlerin karşısına koruyucu/kollayıcı rollerinde çıkanların, aslında, Balkan savaşı ve sonuçlarının sorumluları olduğunu ortaya koymaktır. Acıklı olan ise, göçmenlerin/mübadillerin bunlara inanmış ve inanıyor olmasıdır. Balkanlar hususunda duyarsız davranan İttihatçıların, Osmanlı devletinin sürekliliğini sağlayabilmek için Anadolu’da yoğun bir çaba gösterdiğini görmekteyiz. Enver ve Talat gibi Kazım Karabekir ve Mustafa Kemal’in de Balkanlar’ı terketme konusunda hemfikir olduğu birçok kaynaktan aktarılmaktadır. Örneğin, Ozankaya’nın (6) övgüyle söz ettiği Mustafa Kemal, ‘daha 1906’da, yani yirmi beş yaşında bir genç subayken, Şam’a gitmek üzere Beyrut’ta bulunduğu sırada arkadaşlarına, tek kurtuluş yolunun ulusal devlet kurmaktan geçtiğini ve temelini Anadolu ve Rumeli Türklüğünün oluşturacağı bir ulusal devlet kurmak gereğini dile getirir’ (Ozankaya: 1993:155).

 

İttihatçıların iki aşamalı planının birinci aşamasında, Küçük Asya Müslümanlaştırılacak (gayrimüslimler bir biçimde yok edilecek); ikinci aşamada ise -Türkler dışındaki Müslümanlar-Türkleştirilecekti. Türkleştirme, Osmanlı’da devlet geleneği olan asimilasyon yoluyla yapılacaktı. Türkçü Ahmet Ferit, bize, ‘Osmanlı Devleti’nin zaten kuruluşundan beri ‘dinsel asimilasyon’ yani ihtida politikasını, Tanzimat’tan beri de ‘dilsel asimilasyon’a başvurduğunu hatırlatır’ (Dündar 2008:74).

 

Müslümanlaşma için Küçük Asya’daki Müslüman nüfusu artırmak gerekiyordu. Bunun bir yolu, Osmanlı’dan geri alınan topraklarda ya da periferideki el değiştirmelerde baskıya uğrayıp kaçan Müslümanlar; diğer yolu ise, Osmanlı tarafından getirilen (celp edilen) ve/veya gelmeye özendirilenlerdi. Göçmen Müslümanlar (muhacirler) bir yandan Anadolu’daki Müslüman nüfusu artıracak, diğer yandan da gayrimüslimlere karşı bir güç (baskı unsuru, silahlı çete vb.) olarak kullanılacaktı. Ve nihayetinde İttihatçılar, gelen ve/veya getirilen Müslümanları belirli bir plan çerçevesinde, asimilasyon amaçlı yerleştirmekteydi.(7)

 

Antrparantez: İttihatçılar Balkanlar’ı germiş, Türk yurdu kuracağız diye Anadolu’nun gayrimüslimlerden  –akla gelebilecek her türlü yola başvurarak- arındırılması operasyonları, Müslümanlara karşı büyük bir nefrete yol açmıştı. 1. Paylaşım Savaşı arifesinde Osmanlı’nın Yunanistan’a yaptığı, savaşta ortak cephede yer alma teklifi tam da bu nedenle, Rumlara karşı mütecaviz tutumdan dolayı, kabul görmemişti. Gelen haberlerle, canlarını bir biçimde kurtarıp Yunanistan’a ulaşanların anlattıkları, Osmanlı ile savaş ortaklığına karşı geniş bir cephe oluşturmuştu.

 

Sözü edilen planlamada veri olarak nüfus sayımları kullanılıyordu. Azınlıklar sorunu uluslararası sorun olmaya başladıkça, Osmanlı’nın nüfus yapısıyla oynaması: başka bir deyişle, ‘nüfus mühendisliği’ daha bilimsel bir hal aldı. Artık, nüfus sayımları, etnik haritalar, dil bilgileri de devreye sokuluyor; nüfus sayımlarından elde edilen haritalara etnik-dinsel yoğunluğa göre özel işaretler koyuluyordu. Nüfus sayımları o kadar önem kazanmıştır ki, artık ‘nüfus sayımları bir iktidar aracıdır ve aynı şekilde etno-istatistik verileri de mevcut iktidarın meşruiyeti sağlamada önemli bir işlev yüklenmiştir’ (Dündar 2008:107).

 

İttihatçılar Anadolu’da yeni bir kimlik (Türklük) inşasını ve bunun için yapılacak savaşları zorunlu görüyordu. Onlar için, ‘… iki nüfus kaynağı (muhacirler ve göçebeler), iki bölgeye müdahale anlamına geliyordu. Muhacirlerin iskanı ile batıdaki bölgeleri ve esas olarak iki halkı, Bulgarları ve Rumları; göçebelerin iskanı ile doğudaki bölgeleri ve esas olarak Ermenileri ve Kürtleri hedefliyordu’ (Dündar 2008:179).

 

Muhacirler, İttihatçılar için çok yönlü kullanabilecekleri bir malzemeydi! Gerçekten de ‘hükümet ve Talat Paşa, Rumlara yönelik zulmün tüm sorumluluğunu muhacirlere yüklemekten çekinmezler. (…) Ancak bu politika cemiyetin işine gelmekle kalmaz, dönem dönem Balkanlar’dan muhaceratı teşvik ettiği ve muhacir celbettiği de çok net bilinmektedir. Hatta Yunanistan’ın İttihatçıların teşvik ettiği Müslümanların göçlerini engellemeye çalıştığı da olur. (…) Bahar 1914 ortalarında, Anadolu’daki Rumlara yapılan saldırıların zirveye çıktığı anlarda, İttihatçı hükümet Selanik konsolosundan 10 bin Müslüman göndermesini ister’ (Dündar, 2008:208-209).

 

İttihatçıların 1908-1913 aralığında Makedonya için özel bir program izlediği ve nüfus yapısına müdahale ettiği biliniyor (Dr. Nazım’ın bölgedeki çalışmaları!). Makedonya’ya Müslüman yerleştirme temelinde şekillenen siyasetleri içinde bölgede yaşayan Hristiyanların kovulması da vardır. Anadolu’nun gayrimüslimlerden arındırılması provası, daha önce Makedonya’da yapılmışa benzemektedir.

 

Nüfusla oynama (ve yeni yönelim olarak Türkçeyi zorunlu tutma) Balkanlar’daki gerilimin en önemli nedenidir: ‘Makedonya ve geniş ölçekte Osmanlı Balkanları’nın nüfus konpozisyonunu değiştirme girişiminin faturası ağırdır. Aslında birbirlerine düşman olan Balkan ülkelerinin, Osmanlı karşısında bir ittifak yapmalarını sağlayan en önemli neden, İttihatçıların bu nüfus politikasıdır. Zaten, Balkan ittifakının ‘izahname’ başlıklı notasında… 5. maddesinde şu çağrı yapılır: ‘Müslüman göçmen yerleştirmek suretiyle, vilayetlerin ulusal topluluklarının değiştirilmesine çalışılmayacağına dair Osmanlı Hükümeti söz verecektir.’ (Dündar, 2008:177)

 

Rumlara karşı sürdürülen ve 1912’lere kadar inen yıldırma/öldürme politikası, 1919’un yaz aylarından itibaren yoğun olarak, M. Kemal’in Topal Osman (ve Sakallı Nurettin Paşa) üzerinden yürüttüğü, Pontos’un Rumlardan arındırılması savaşına dönüştü. Mustafa Kemal ve çevresinin yürüttüğü bu yanlış siyaset sonucu Yunanistan’a göçenlerin/kaçanların sayısı artıyor, arttıkça da orada yaşayan Müslümanlara baskı altında kalıyordu. Jervenililerin anlatımlarında geçen, Yunanistan’daki huzurlu yaşam, bu politikaların kurbanı oluyordu. Bu gerçekleri atlayarak yazılan eserler, sadece resmi tarihin yeniden üretilmesine katkı sunar.

 

Kısacası, Balkan Savaşları ve ardından gelen 1. Paylaşım Savaşı, İttihatçı politikanın birinci ayağının (Anadolu’nun Müslümanlaştırılması) tamamlanmasını kolaylaştırmıştı. Paylaşım savaşının genel sonuçları İttihatçılar için iç açıcı olmasa da, Anadolu’da Türk devleti projesini gerçekleştirebilecek iç ve dış dinamikler mevcuttu. Sevr’in sonucu olarak başlayan işgal durumu ve Yunanistan’ın Batı Anadolu’ya askeri müdahalesi, Rumların ve Ermenilerin dönüş kapısını açtığından, onların mülklerine yerleştirilen veya konan/yağmacı kesimleri tedirgin etmişti. Dündar’a göre, ‘Rum dönüşünün Kemalist hareketi doğuran en önemli iki nedenden biri olduğunu (diğeri de galip devletlerin işgalidir) belirtmek isterim. Özellikle Rum ve diğer Hristiyanların hanelerine yerleştirilmiş muhacirler ve diğer yerli halk Kemalist hareketin en ciddi kitlesel tabanını oluştururlar. İttihatçı politikanın mayası tutmuş, dağıtılan mal-mülk üzerinden ‘kişisel çıkar’, ‘milli çıkar’larla başarıyla birleştirilmiştir’ (Dündar 2008:245).

 

Mübadillerin geldiği yerde, yani Türkiye’de durumlar oldukça farklıydı! Yunanistan’a, Pontos Rumlarına ve Kürtlere (Koçgiri vd.) karşı elde edilen başarı sonucu devlete yeni ad bulunmuş, Osmanlı’nın adı Türkiye Cumhuriyeti olmuştu. Gayrimüslimlerin yok edilmesi 1. Paylaşım Savaşı yıllarında, kalanı da milli mücadele denilen savaş içerisinde büyük oranda halledilmiş olduğundan, -kısa ve sancılı bir geçiş döneminden sonra- İttihatçı planın ikinci aşamasına geçilmiştir: Türkleştirme!

 

Bundan sonra, Türkiye’de yaşayan herkes Türk’tü. Bunun gerçek yaşamda karşılığı olmadığından, -İttihatçı planın da gereği olarak- herkesin Türk yapılması gerekiyordu. Özetle: Türk yaratılacaktı! İtalyan siyasetçi Massimo d’Azeglio’nun 19. yüzyıl ortalarında dediği gibi yapılacaktı: İtalya’yı yarattık, şimdi İtalyanları yaratmalıyız (Wir haben Italien geschaffen, jetzt müssen wir Italiener schaffen)!

 

‘Türk ulusu’ inşa etme; diğer bir söyleyişle, Türkleştirme aşamasında devreye sokulan araçlardan bazıları şunlardır: 20 Kura İhtiyatlar Olayı, Mecburi İskan Yasası, Vatandaş Türkçe Konuş Kampanyası, Türk Tarih Tezi, Güneş Dil Teorisi, Türkiye’de Türk Vatandaşlarına Tahsis Edilen Sanat ve Hizmetler Hakkında Kanun, 1934 Trakya Olayları, 1934 Soyadı Kanunu (Dündar, 2000:51) 1925 Şark Islahat Planı gibi eklenebilecek başka pratikler yanında, kafatasçı araştırmalar da vardır.(8) Ama, Mecburi İskan Yasası (1934) sonrası, dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın, kanunun tek dille konuşan bir memleket yaratacağına ilişkin sözleri yoruma yer bırakmıyor!

 

Göçmen/muhacir topluluklar ve özellikle de 1923 sonrası mübadele ile gelenler, kendilerini koyu bir Tükçü ortamda buldu. Bu ırkçı ortamda tutunabilmenin tek yolu, kendilerini gizlemek oldu: Aidiyetlerini ve dillerini!

 

Resmi tarih, Türkiye’de yaşayan herkesi Türk addedip, Türkleri de Orta Asya’dan getirdiği gibi, Balkanlar’dan gelenleri de Türk addedip Konya’ya bağladı! Osmanlı’nın daha ilk dönemlerinden beri işgal ettiği bölgelere nüfus aktardığı biliniyor. Balkan’lara -o günkü sınırları çok daha geniş olan- Karaman’dan insanların kolanizatör olarak (evlad-ı fatihan (?) ya da dağıtma maksatlı) yerleştirildiği doğrudur. Ancak, Balkanlar’dan gelenler, Türklerden; ama aynı zamanda Romanlar, Arnavutlar, Boşnaklar, Pomaklar ve Makedonlar(?)’dan mürekkepti.

 

Antrparantez: Karamanlı sözü etnik bir gönderme yapmayan, Karaman eyaletinde yaşayan herkesi kapsayan bir genellemedir. Bölge, Karamanoğulları’nın Konya’yı işgalinden (1277) sonra Türkçe konuşmaya zorlanmıştır. Divan kararı, çoğunluğu Rum, bir kısmı da Ermenilerden oluşan halkı anadilinden koparmıştır. Genel anlamda Karamanlıların -gittikleri yerlerde de- Türkçe konuşuyor olması bundandır.

 

Taşıdığı eksiklikler bilindiğine, genellemelerin ne kadar sakıncalı olduğu daha iyi anlaşılır. Mübadele din esası üzerinden yapılmıştır. Batı Trakya dışındaki Müslümanlar ile İstanbul dışındaki Ortodoks Hristiyanlar mübadele edildi. Gelen Müslümanların Türkler diye çevrilmesi, resmi tarihin psikolojik yönlendirme/şartlandırma yöntemi olarak gündemdedir. Oysa gelenler içinde kendini Türk aidiyetinde görenler olduğu gibi, görmeyenler de vardı/r.

 

Sinasos (Kemalpaşa)’a yerleştirilen mübadillerin dillerine ilişkin belirtilmesi gereken bir iki nokta: 1999 yılında, Anadili nasıl unutulur? başlığıyla yazdığım bir makalede de (Öneri, sayı 10) belirttiğim gibi, anadilinin unutulmasına neden olabilecek birçok etken vardır. Hemen hepsinin Makedonca konuştuğu Jervenili mübadiller, -bir sava göre- Konya’dan gitme ve dilleri Türkçe idiyse, bu dili tamamen unutmaları olası değildir. Eğer idari olarak başka bir devletin/topluluğun egemenliği altında olsalardı, bu düşünülebilirdi elbette. Oysa Osmanlı egemenliğinde ve Müslümanların özellikle korunduğu bir coğrafyada, topluluğun anadili olan Türkçeyi unutmuş olduğunu ileri sürmek kasıtlıdır: Türkiye gibi ırkçı-Türkçü bir idare altında, Türk aidiyetinden olmayan mübadillerin kimliğini/geçmişini gizleyerek yok sayma ürünüdür. Esasen, Türkçenin dışındaki dillerin alenen konuşulmasının yasaklandığı bir ortamda/dönemde kişilerin ve/veya topluluğun anadilini gizlemesi anlaşılır bir durumdur. Bundan dolayı kınanamazlar.  Vatandaş Türkçe Konuş kampanyalarından, Lazca Konuşanlarla Mücadele kollarına (9) kadar, boğucu bir ortamın içindedirler.

 

Cumhuriyet’in ırkçı-Türkçü söylemi koyulaştıkça, baskılar da bununla doğru orantılı olarak artıyordu. Böylesi bir siyasal atmosferde mübadillerin kendi kimliklerine sahip çıkması intihar anlamına gelirdi. Örneğin, İsmet İnönü’nün keskin, bir o kadar da gayriinsani sözleri şöyleydi: ‘Vazifemiz Türk vatanı içinde bulunanları behemehal (ne olursa olsun, yn) Türk yapmaktır. Türklere ve Türkçülüğe muhalefet edecek anasırı [unsurları] kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız evsaf [nitelikler] her şeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır‘ (Vakit, 27 Nisan 1925). Mübadillerin anadilini kullanması, -anadili Türkçe olmayan diğerleri gibi- mümkün değildi. Devlet onlara anadillerini unutmayı emretmişti! Zaten dil, yazılı olmadığı/okulda öğretilmediği sürece, resmi/baskın/prestij dilin etkisiyle unutulmaya mahkumdu.

 

Geçiş döneminin kısa süreli Türkiyeli söyleminden sonra, devlet, uyruğundaki herkese Türk kimliğini yapıştırmıştı. Ardından gelen adımda ise, Türk addedilen toplumun Türkçe konuşması zorunlu hale getirildi. Bunun toplumsal etkisinin ne olduğunu, şair Şükrü Erbaş’ın şu dizelerinden çarpıcı bir biçimde anlayabiliriz: ‘Sonra onlar birgün gelip / Diliniz bu, dediler. / Gözyaşlarımız bozuldu. / Ağaçlarımız sularımız kuşlarımız / Bir günde geçmişinden oldu.‘

 

Antrparentez: Demokratik bir uygulamada devlet, insanlara etnik aidiyet vermez; yalnızca insanların etnik aidiyetlerini tanır. Bu, diğer aidiyetler için de geçerlidir.

 

Mustafa Kemal, Türkiye toplumunun klan olduğunu düşünmüyorduysa eğer (her ne kadar Batı’nın nation/nasyon formuna karşılık klan ilişkisini karşılayan Moğolca ulus sözcüğü kullanılmış olsa da, öyle düşünmemizi gerektirecek bir veri yok), halkçılık (sosyal sınıfları yok sayma) ile emekçi kesimlerin, ezilenlerin örgütlenememesi ve sermayeye köleliğinin sürekliliği için büyük bir kandırma mekanizmasını devreye/uygulamaya koyuyordu.

 

Georgeon, (10) dönemin topluma ilişkin yaklaşımlarını şöyle yazıyor: ‘Ziya Gökalp için halk ve millet aynı şeyi ifade ediyordu. Halkı oluşturan, toplumsal sınıflar değil meslek gruplarıydı. Mustafa Kemal ise hem meslek grubu hem de toplumsal sınıf ayrımını mahkum ediyor, ‘bizim ülkemiz farklı çıkarlara sahip olan ve kendi aralarında mücadele eden sınıflardan oluşmamıştır‘ diyordu (Georgeon, 2005:132). Sınıflar yoktu; kısa bir zaman önce anlaştıkları devletleri dış düşman, baskılardan rahatsız olan toplum kesimlerini de iç düşman gösterince, diktatörlüğü pekiştirmenin önünde engel kalmıyordu!

 

Oysa, Ergun’un (11) da tanımladığı gibi, ‘sınıflı toplumlarda, çelişme gibi, değişme gibi, toplumsal gerçekler vardır’, ‘… toplumsal gerçeğin ilk öğesi tarihtir. Ve gerçeğin öğeleri, bütünlükler içinde değerlendirilir. Toplumsal yapı bütünlüğünü göz ardı ederek, ayrıca, bu bütünlüğün tarihsel belirleyiciler taşıdığını unutarak, bir toplumun hareketliliğini, içindeki kimi gruplar açısından açıklamaya kalkışmak, araştırma konusu gerçeği parçalara ayırmak demektir; dolayısıyla, toplumu, maddi-manevi bir toplumsal etkinlik bütünü olarak görmemek/görememek demektir’ (Ergun, 2000:36, 84-85). Resmi tarihin yaptığı budur. Ve hatta, Kemalizm, kendine has halkçılık tanımıyla, toplumsal sınıfları inkar ederek, ezilenlerin (Türkler de dahil), özellikle de işçi sınıfının örgütlenmesini engellemeştir; tabii ki burjuva kesimler adına/lehine!

 

Çoğunlukla Rum ve Ermenilerin mallarına el koyarak şişirilmiş yerli/millȋ/Türk burjuva kesimlerin –Mustafa Kemal’in destekçisi olduklarını hatırlayalım- çıkarlarına zarar getirmemek ve biraz da onları ödüllendirmek için, hem onlardan bazılarını vekil yaptı, hem de toprak reformuna takoz koydu. Sadece bu bile M.Kemal’in sınıfsal duruşunun sağlamlığını gösterir.

 

Kitapta geçen, mübadillerin anadillerinden dolayı azar işitmeleri, dönemin atmosferi açısından bakıldığında, saldırıların en az zararlı olanı olarak değerlendirilebilir. Kürtçe konuştuğu için para cezası ödemiş birçok Kürt ve Zaza olduğu gibi, bunlardan bazıları okulda, askerde fiziki saldırıya uğrayarak kalıcı zararlar da görmüştür. Bizzat o dönemde devletin başındaki Tek Adam’ın, Mustafa Kemal’in söylemi bile yeterince kışkırtıcıdır: Türk Milletindenim diyen insan her şeyden evvel Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan Türk kültürüne, topluluğuna bağlığını iddia ederse buna inanmak doğru olmaz’ (Dündar 2000:50).

 

Sosyal/siyasal baskıya bir de ekonomik baskı eklenince, topluluğun mevcut kimliği üzerinden kendini yeniden üretmesi olanaksızlaşır. Bu durum, mübadillerin neden kimlik mücadelesi vermediklerini/veremediklerini de açıklar. Ayrıca, nüfus sayımlarında Makedoncanın görülmemesi de, topluluğun kimliğinin devlet tarafından nasıl yok sayıldığını gösterir. Kişiler anadillerini Makedonca olarak yazdırmış olsa bile, sakıncalı bulunduğu için istatistiklere yansıtılmamıştır.

 

Jervenili mübadillerin yerleştirildiği Sinasos (Mustafapaşa) bugün Ürgüp/ Nevşehir’e bağlıdır. Nevşehir 1945’te il yapıldığından 1960’tan önce yapılan nüfus sayımlarında görülmüyor. Nüfustaki dil hareketini, bu tarihe kadar, Ürgüp’ün anılan zamanda bağlı olduğu ve 1924’te il yapılmış olan Kayseri’den takip edebiliyoruz. Nüfus sayımlarında anadili sorusuna karşılık, Makedonca konuşan mübadillerden bazılarının Makedonca dediği biliniyor. Ancak, cetvellerde bir kişinin dahi Makedonca konuşmuyor oluşu, kasıtlı bir durumun varlığını gösteriyor. Mübadillerin diğer bir kısmı ise  Bulgarcayı anadili olarak söylemeyi/yazdırmayı yeğlemiştir. Cetvellerde görülen Bulgarcayı, sonuçların yayımlandığı 1927-1955 aralığında Kayseri, 1960-1965 sayımlarını da Nevşehir nüfus cetvellerinden şöyle izleyebilmekteyiz:

1927 Kayseri: Anadili Bulgarca olan (bundan sonra kısaca Bul.) 10, Sair ve Meçhul dil konuşanlar 395 kişi.

1935 Kayseri: Bul. 594, Sair 3, Meçhul 4

1945 Kayseri: Bul. 20, Sair 7, Meçhul (-)

1950 Kayseri: Bul. 749, Diğer yabancı diller 3, Bilinmeyen (-)

1955 Kayseri: Bul. 12, Diğer 43, Meçhul 13

1960 Nevşehir: Bul. 91 (Kayseri’de 3), Diğer diller 1, Bilinmeyen (-)

1965 Nevşehir: Bul. (-) (Kayseri’de 9), Diğer diller 17, Bilinmeyen (-) (12)

 

Sayımlardan yola çıkarak asimilasyon politikalarına yön veren yöneticiler, sonuçlara göre anadilini Türkçe yazdırmayanların sayısındaki düşüşü sevinçle karşılıyor; ancak yine de yeterli bulmuyordu (Dündar 2000:41). Cetvellerde yer alan sair, meçhul, diğer yabancı diller, diğer diller ve bilinmeyen gibi kategorilerin kapalı anlamlarını burada tartışmayacağız.

 

Göçmenlerin Türkçe konuşması, onların asimilasyona yatkınlık ölçütüydü. Asimilasyonun iskan/yerleştirme planına ne kadar hizmet ettiği (ya da etmediği) bununla belirleniyordu. Dündar’ın aktardığına göre: ‘İskan meselesi; Balkanlar’dan ‘Türk örneği’ getirmenin yanı sıra… Ancak dışarıdan getirilip Türkiye’de iskan edilen Balkan göçmenleri anadillerini ‘taasupla (fanatik derecede) muhafazada ısrar’ ederek Çingenece, Boşnakça, Rumca ve Arnavutça konuşmaya devam ediyorlardı. Bunların bir memleketin ‘etnik muvazenesini (uyum, denge yn) ihlal edecek kütle’ oluşturdukları ve memleket için zararlı olmalarından ötürü yerlerine ‘milli bünyede derhal temessül (özümlenecek yn) edecek’ unsurların yerleştirilmesi, yani Asya’dan göçmen getirilmesi devlete öneriliyordu’ (Dündar 2000:46-47).

 

Mübadillerin, mübadele öncesinde de sonrasında da, yaşadığı sorunların sorumlusu İtthatçılardır. İttihatçıların yönetime doğrudan el koyduğu (darbe) 1913 sonrası Birinci İttihatçı dönem, Osmanlı’nın adı değiştirilerek Cumhuriyet yapıldığı döneme ise İkinci İttihatçı dönem diyebiliriz.

 

Antrparantez: Mustafa Kemal’in İttihatçılara eleştirisi, ordunun siyasete karışması ile ilgiliydi! Ancak kendisi de asker olan M. Kemal, İttihat ve Terakki üyeliğiyle (29 Ekim 1907, sicil kaydı 322) zaten siyasetin içindeydi. İttihatçı kongrelerde delege; yerine göre başkan ve konuşmacıydı. Onun eleştirisinde, ordu-siyaset ilişkisinin bir ‘ancak’ı vardı. Dr. Odabaşı’nın (13) yazdığına göre; ‘Ancak, şu da fark edilebilmektedir ki konu vatan ve siyasî rejim olduğunda iş değişecektir. Mustafa Kemal Bey’e göre, ordu Meşrutiyet ve Osmanlılık gibi iki yüce gayeyi ruhunun ebedî bir aşkı sıfatıyla muhafazaya ant içmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nu yükselmekten men edecek zorlukları ezmek, engelleri yıkmak ordu için bir vazife ve dahası bir haktır. Vatan ve rejim tehlikeye düştüğü zaman ordu birlik içinde onu müdafaa edecektir. Bu, bizim ordumuzun vicdanının tarifidir‘. Kendisinin İttihatçılara yönelik ideolojik bir eleştirisi yoktu. Tam tersine, yıllar itibariyle, başkentin Ankara olmasından Latin alfabesine kadar İttihatçıların -birçok konuda- almış olduğu kararları titizlikle uyguladı.

 

Yine kitaptaki anlatımlarda, mübadeleden kısa bir süre önce Jervenililerin evlerine Türkiye’den gelen Rum göçmenlerin yerleştirildiği yazılıdır. Benzer bir uygulamayı, daha 1914 yılında, muhacirlerin Rum köylerine jandarma eşliğinde yerleştirilmesinde görmekteyiz (Dündar, 2008:211).

 

İttihatçıların Rumlara karşı estirdiği terörün amacı, bir yandan de facto olarak Anadolu’da Rum varlığına son vermek, diğer yandan Yunanistan’ı mübadeleye zorlayarak buna de jure meşruiyet kazandırmaktı. Nitekim, mübadele anlamında, ‘İttihatçıların kadük projesi Kemalist hareketin tamamladığı en önemli proje olacak ve akabinde de Cumhuriyet kurulacaktır’ (Dündar, 2008:219). Buradaki cumhuriyet sözcüğünü tırnak içinde okumak gerekir.

 

Dönemin Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün Brüksel’de yapılan Mustafa Kemal‘i anma toplantısında söylediği sözler, buraya kadar anlatılan ‘büyük projeyi‘, bugünden geriye onaylamasıyla önemlidir. Habere göre: Ulus yaratmak için padişahlık ve halifeliği kaldıran Atatürk’ün “bugün fazla hatırlanmayan, ama çok önemli” bir diğer adımının Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesi olduğunu belirten Gönül, şöyle konuştu:  “Bugün eğer Ege’de Rumlar devam etseydi ve Türkiye’nin pek çok yerinde Ermeniler devam etseydi, bugün acaba aynı milli devlet olabilir miydi? Bu mübadelenin ne kadar önemli olduğunu size hangi kelimelerle anlatsam bilmiyorum, ama eski dengelere bakarsanız, bunun önemi çok açık ortaya çıkacaktır‘.(14)

 

Gönül’ü burada sadece AKP’li bir bakan olarak görmek doğru bir yaklaşım olmaz. O, yüz yılı aşkındır sürdürülen ırkçı-Türkçü devlet politikasının bir sözcüsü olmanın yanı sıra, bu politikanın sistem açısından gerekliliğini gizlemeye gerek duymaksızın söyleyen bir siyasetçidir. Konuşmada dikkat çeken, mübadelenin İttihatçı siyaset açısından önemi ve İttihatçı siyasetin bir neferi olan M. Kemal’in katkısıdır.

 

Ege Rumlarının yıldırma/öldürme eylemleriyle sürülmesinde büyük çaba sarfetmiş İttihatçı Mahmut Celâleddin Bey (Celal Bayar), daha sonra

–tesadüf olmayan bir biçimde- Mübadele İmâr ve İskân vekilliği yapmıştır. Onun söylemiyle: ‘Mübadele meselesinde Türkiye hayli servet sahibi olmuştur. Gelen muhacirlerin mühim bir ekseriyeti müstahsil (üretici, yn), müteşebbis (girişimci, yn) birer anasır-ı faal (çalışkan unsur/lar, yn) olduklarından, memleketin birkaç sene sonra iktisaden çok terakki edeceği (ilerleyeceği, gelişeceği, yn) şüphesizdir.’

(Arı, 2000:173)

 

Rumların (ve Ermenilerin, Ezidilerin, Keldanilerin, Süryanilerin, Nasturilerin), Anadolu topraklarından kazıtılmasında birilerinin servet sahibi olduğu doğrudur; gelen çaresiz mübadillerin süründüğü de.

 

Antrparantez: Resmi tarihin yeniden üretilmesi/sürekliliği ile memur tarihçiler için, yaldızlı sözlerin tekrarı esastır. Sözlerin pratikle/uygulamayla uyumluluğu onların sorunu değildir. Türkiye, Stockholm sendromlu bir toplum nasıl yaratılır? sorusuna yanıt aranacak en ilginç yer olarak düşünülebilir.

 

Tarihte, insanların köklerinden söküldüğü mübadele gibi acıların bir daha yaşanmamasını dileyelim; dilemekle kalmayalım, yaşanmaması için uğraşalım.

 

 

 

 

Dipnotlar:

 

(1) Sözcük, Arapça bdl kökünden türemedir. Sözlük anlamları, değişim (TDK); değiş tokuş etme (Nişanyan); trampa, değiştokuş, bir şeyin başka bir şeyle değiştirilmesidir (Devellioğlu). Nişanyan Sözlük’te ise sözcüğün Cumhuriyet dönemine ait bir neo-Osmanlıca türev olduğu ve nüfus mübadelesine tabi olan anlamına geldiği yazılıdır. (http://www.nisanyansozluk.com/?k=m%C3%BCbadil&lnk=1).

 

(2) Süreyya Aytaş, Mübadelenin Hüzünlü Mirası, Lozan Mübadilleri Vakfı Yayınları, Haziran 2018, İstanbul

 

(3) Kemal Arı, Büyük Mübadele –Türkiye’ye Zorunlu Göç (1923-1925), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2. Baskı: Mart 2000, İstanbul

 

(4) Fuat Dündar, Modern Türkiye’nin Şifresi – İttihat ve Terakki’nin Etnisite Mühendisliği (1913-1918), İletişim Yayınları, 1. Baskı 2008, İstanbul

 

(5) Bugünkü Türkiye Cumhuriyeti egemenliğindeki Asya topraklarının tümünün Anadolu olarak adlandırılması sonradandır.  Anadolu, Yunanca anatolia (=güneşin doğduğu yer, doğu) sözcüğünden gelir. Sözcüğün Türkçeye entegre edilmiş olması onun özelliğini (ve güzelliğini) değiştirmez.

 

(6) Özer Ozankaya, Türkiye’de Laiklik, Cem Yayınevi, 5. Basım, Aralık 1993 – İstanbul

 

(7) Fuat Dündar, İttihat ve Terakki’nin Müslümanları İskân Politikası (1913-1918), İletişim Yayınları, 1. Baskı 2001, İstanbul

 

(8) Nazan Maksudyan, Türklüğü Ölçmek-Bilimkurgusal Antropoloji ve Türk Milliyetçiliğinin Irkçı Çehresi 1925-1939, Metis Yayınları, İlk Basım: Mayıs 2005, İstanbul

(9) Ali İhsan Aksamaz – Turabi Saltık – Şükrü Güvenç – Eyyüp Demir – Kemâl Kök, Anadilde Eğitim ve Azınlık Hakları, Sorun Yayınları, Birinci Baskı: Nisan 2005, İstanbul

 

(10) François Georgeon, Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri-Yusuf Akçura (1876-1935), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, Dördüncü basım: Mart 2005, İstanbul

 

(11) Doğan Ergun, Kimlikler Kıskacında Ulusal Kişilik, İmge Kitabevi Yayınları, 1. Baskı: Şubat 2000, Ankara

 

(12) Fuat Dündar, Türkiye Nüfus Sayımlarında Azınlıklar, Çiviyazıları, İkinci Baskı: Ağustos 2000, İstanbul

 

(13) Dr. İ. Arda Odabaşı, Odatv, Atatürk’ün Bilinmeyen Konuşması Gün Yüzüne Çıktı başlıklı yazı, 15 Eylül 2010. Yazının tamamı için: https://odatv.com/ataturkun-bilinmeyen-konusmasi-gun-yuzune-cikti–1509101200.html

 

(14) Vecdi Gönül’ün konuşması bkz. : http://www.milliyet.com.tr/bakandan-tehlikeli-sozler–siyaset-1014564/