Cuma , 29 Mart 2024

TOPLUMLARIN ALT YAPI ANATOMİSİ VE MARKSİZM -I-

Nazım CAN

Temmuz 2019

İnsanın Toplumsal Özünün Bir Biçimi Olarak,

Kişilik ve Sosyalist Kişilik Oluşumu

Bu konuda Marks, “İnsanın özü, (…) toplumsal ilişkilerin bütünüdür.”[[1]]diyor.

İlke düzeyinde, çarpıcı bir açıklama.

Ama ne yazık ki, bu ilkenin Marksist pratikleşmesi, doğru sonuçlar vermemiştir.

İlkenin, teori ile pratik uygulaması arasındaki farklılığı sorgulamak için Marks’a birkaç soru soralım:

“Siz”:

1) Mademki “insanın özü, (…) toplumsal ilişkilerin bütünü” tarafından belirleniyor diyorsunuz. O halde, kapitalist toplumun bağrında da sosyalist toplumsal ilişkiler ya da sosyalist mülkiyet ve üretim ilişkileri yoksa –ki yoktu- peki, o zaman hangi “toplumsal ilişkilerin bütünü” tarafından, “sosyalist insanın” kişiliğinin özü oluşuyordu?

2) Siz (veya biz) neyi temel alarak, kendimize “sosyalist, komünist” diyor, “sosyalist, komünist parti” kuruyor, devrime soyunuyorduk?

3) Kapitalist toplum koşullarında, sosyalist partinin dayandığı, Sosyalist Emekçi insan, Sosyalist Emekçi sınıf ve dayandığı sosyalist mülkiyet ve üretim ilişkileri, hangileridir ve neredeydi?

4) “Sosyalist ve komünist partilerimizin” pratikte sınıfsal, toplumsal karşılığı var mıydı, nerede ve nasıldı?

Tüm bu ve benzeri sorulara, Marks tarafından verilecek cevap yoktur. Çünkü sosyalist mülkiyet ve üretim ilişkilerinin kurulmadığı yerde, “Sosyalist” olarak, toplumsal özümüz, kapitalist toplumsal ilişkiler ya da kapitalist üretim ve mülkiyet ilişkileri tarafından belirlenmektedir. Konuyla ilgili olarak aynı Marks, “bireylerin ne oldukları, onların üretimlerinin maddi koşullarına bağlıdır” [[2]] diyerek bizi destekler durumdadır.

Bu çalışmada, Marksizm’in yukarıda söz konusu sorulara vereceği cevapların, neden olmadığını, kısaca ele alıp irdelemeye çalışacağız.

Marks ve Engels, ideolojik sistem inşasında, Hegel’ci idealizmin derin etkileri altında, diyalektik ve Tarihi Materyalist ilkeler temelinde, önemli teorik hatalara düştüler. Özellikle toplumsal yaşam diyalektiğini, çok kaba ve üstün körü ele aldılar. Hegel’ci diyalektiği, sadece felsefi olarak, düşünce-madde düzeyinden, madde-düşünce düzeyine ters yüz edip, topluma uygulamakla yetindiler. İşçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki uzlaşır pozitif olgu diyalektiği çelişkisini, uzlaşmaz negatif olgu diyalektiği gibi ele alıp işlediler.

Bu anlayış temelinde, üretim aletleri ve makineler üzerinden taşınan, Tarihsel Toplumsal birikmiş emeğin, Eşitçi Özünün önemini, “onlar demir yığınıdır” diye küçümsediler. Bu nedenle, üretim süreçlerinde, işçi sınıfı şahsında cari emek gücünün önemini abartıp, idealize ederek, alet ve makineler üzerinden yürüyen, tarihsel toplumsal bilgi birikimini ve eşitçi özünü, yaşanılan günün işçi sınıfı hareketinde hiç ettiler.

İşçi sınıfını, “devrimci, sosyalist bir sınıf” olabilir sanıyla ele alıp, ideoloji inşa etmeye başladılar. İşçi sınıfına, dışarıdan “sosyalist bilinç” aktararak, onu “devrimcileştirip” devrime sürerek, ondan “sosyalizm” devşirmeye çalıştılar. Bu anlayış temelinde, “Bütün üretim aletleri içinde” diyordu Marks “en büyük üretici güç, devrimci sınıfın kendisidir” [[3]]. Ayrıca “Bugün” diyordu Marks ve Engels, “burjuvazinin karşısında duran bütün sınıflardan yalnız proletarya, gerçekten devrimci bir sınıftır” [[4]]. Bu anlayış temelinde, işçi-emekçi ile alet-makine çatışmasında, devrimci öğenin alet-makine değil, işçi-emekçi olduğunu zan etiler. Dolayısıyla diyalektik Tarihi Materyalizmin doğrultusundan saparak, pratikte sosyalist mülkiyet ve üretim İlişkisi yokluğunda, “sosyalist/komünist” insanı var etmeye çalıştılar. Bu “sosyalist insan” üzerinden, sübjektif olarak devrim ve “sosyalist/komünist” toplum teorisi geliştirip, pratik olarak, 1917’de Reel Sosyalizme, 1990’larda da onun kaçınılmaz çöküşüne vardılar.

Oysa Tarihi Materyalist yasalara göre, kapitalist üretim ve mülkiyet ilişkileri ile kapitalist bölüşüm, değişim ve tüketimden hareketle, toplumun sınıfsal saflaşması ve onların hareket tarzlarını, toplum altyapıları belirler. Kapitalist toplum altyapısı da kendine uygun, devlet, siyasal yönetim, ideoloji, felsefe, adalet, siyaset, hukuk, ahlak vb. toplumsal üstyapı kurumlarını şekillendirir. Bütün bir kapitalist altyapı ve üstyapı öğeleri de karşılıklı etkileşerek, kendine uygun toplumsal kapitalist kişiliği ve insanın “toplumsal özünü” oluştururlar.

Dolayısıyla kapitalizmin bağrında, tek bir örnek bile olsa, sosyalist üretim ve mülkiyet ilişkileri kurulmamışsa –ki kurulamamış- yaşayan her “İnsanın toplumsal özü,” kapitalist topluma ait “toplumsal ilişkilerin bütünü” tarafından belirlenir demektir. Bu koşulların dışında kişi, geçmişe ve yaşanılan güne ait her şey olabilir, ama asla sosyalist kişi olamaz. Ancak, şöyle bir nüanstan söz etmek mümkündür: Kişiler, kapitalist toplumun bağrında gelişen, ‘sosyalist emekçi’ embriyonu, inceleyerek, sosyalizmin maddi öncüllerinin varlığını, düşünsel planda sezerek, doğru veya yanlış bir sosyalist bilinç geliştirebilirler. Böylece kişiler kendilerini, sadece düşünsel planda, fikri olarak ‘sosyalizm yanlısı’ görebilirler veya öyle sayılabilirler, ama asla, gerçek (reel) planda, sosyalist kişilikli insan olamazlar. Çünkü onları sosyalist yapacak, sosyalist “toplumsal ilişkiler bütünü” pratikte yoktur. Sadece, “Sosyalizm yandaşı” olmayı belirleyen etken, sosyalist fikri var oluşun temelinde, kapitalist toplumun bağrında gelişen, ‘sosyalist emekçi’ embriyonun, toplumsal maddi öncüllerinin varlığının, düşünsel planda sezinlenmesindendir. Ama düşünerek kişi, kapitalist olmadığı gibi sosyalist bilgi birikimi sağlayarak, sosyalist de olunmaz. Sosyalist kişi olabilmek için sosyalist üretim ve mülkiyet ilişkilerini bizzat pratikte yaşamakla mümkündür. Son derece doğru olan Marks’ın “İnsanın özü, (…) toplumsal ilişkilerin bütünüdür.” saptamasına göre, aksinin gerçekleşmesi, asla mümkün değildir.

Marksist devrim ve sosyalizm paradigmasına göre, devrimin siyasal öznesi işçi sınıfıdır. Bu paradigma, siyasal olarak, şiddete dayalı, Fransız küçük burjuva Jakoben sistem içi devrim anlayışına; felsefi olarak da sözde, uzlaşmaz iki sınıf olan, Hegelci efendi-köle diyalektiğine dayanmaktadır. Dolayısıyla Marksist devrim ve sosyalizm davası, her şeyden önce, sınıf mücadelesi temelinde, işçi sınıfını örgütlemek, devrimci şiddet kullanarak, siyasal devrim ile burjuvaziyi iktidardan alaşağı etmektir. Ondan sonra, “sosyalist” siyasal iktidarı kurup, nihayet bu iktidar aracılığıyla “sosyalizmi” yukarıdan aşağıya inşa etmeyi ön görmektedir. Reel Sosyalizm, bu paradigmanın, 70 yıl yaşanmış ve çökmüş örneğidir.

“Bin düşünüp, bir konuşmak” şartıyla, dikkat edelim!

İşçi sınıfı, kapitalist üretim ve mülkiyet ilişkilerinin yarattığı bir sınıf ve kişiliktir. Burjuvazinin yanı sıra, kapitalizmin yarattığı temel sınıflardan biridir. Marks’ın, Grundrisse’ta belirttiği gibi “kapitalist işçiyi üretir ve işçi kapitalisti üretir”. İşçi sınıfına, sınıf bilinci aktararak, onu kapitalizmin “Antitezi” konumuna yükseltmek demek, Hegel’in kurgusal “efendi-köle” diyalektiğini bir başka biçimde sürdürmektir. İşçi sınıfı doğası gereği, tıpkı Hegel’in “kölesi” gibi, negatif diyalektiğin bir öğesi veya “Antitez” olan bir karşıt değildir. İşçi sınıfına dayanarak geliştirilen her türlü düşünce ve faaliyet, kapitalist veya kapitalizme hizmet etmekten kurtulamaz. Çünkü onun yaratıcı mayası, pozitif diyalektik karakterde, kapitalist sisteme uyarlıdır.

İşçi sınıfına, sosyalist bilgi aktararak sosyalist insan yaratılamaz. İşçi sınıfı, “sosyalist mülkiyet ve üretim ilişkileri” sonucu oluşmuş bir sınıf değildir. İşçi sınıfı, sosyalist bir sınıf, proleter de sosyalist bir kişilik değildir. Sosyalist sınıf bilinci edinerek insan, sosyalist olamaz. Birine bilgi üfleyerek, o insan sosyaliste dönüştürülemez.

Bu nedenle, şimdiye kadar, devrimden önce kapitalizmin bağrında var saydığımız, “sosyalistliğimizin”, “sosyalist partilerimizin” maddi yaşam pratiğinde, dayanakları ve karşılığı, sosyalist mülkiyet ve üretim ilişkileri bazında yoktu. “Sosyalistliğimiz ve komünistliğimiz” bir yanılsamaydı. Kapitalist toplumda, yaşanan sosyalist “toplumsal ilişkiler” olmadığına göre, “Sosyalist” kişiliğimizin özünü oluşturan, toplumsal ilişkiler bütünü, kapitalist ilişkiler bütünüydü.

O halde biz, kendimize, ne hakla “sosyalist, komünist” diyebildik? Bunun cevabını bilen var mı?

Yok!

Çünkü söz konusu “toplumsal ilişkilerin bütününe” sözdedayalı fikirler, sadece, kafamızdaki “sosyalist, komünist, devrimci” düşüncelerden ibaretti. Demek ki biz, sadece edindiğimiz düşünceler ile kendimizi “sosyalist” sayıyor, sanıyor ve öyle yaşıyorduk.

Hala da o hayal ile yaşıyoruz.

Bu algı biçimi, Marksizm’e sinen Hegel’ci idealizmin, derin pratik tezahürüdür. Hegel’ci sistemde, Mutlak Tin, “kendisi için” olan yanını değil de “kendinde” örtük olan yanını, “kendisi için” olacak şekle dönüştürmek için arzu ile bir maceraya çıkar. Böylece “Mutlak Tin çatallaşarak, bir yandan, görüngüsel biçimde, “dışa açınıp kendini koyarak, doğalaşır”. Öte yandan, insanın yaratılışı ile öznelleşerek, saf akıl (boş bilinç) biçiminde, öznelleşir. Böylece “Öznelleşme ve kendini koyma” ile “Mutlak Tin”, ikizlerini oluşturur. “Mutlak Tin”den böylece, madde/doğa ve saf akıl/düşünce çelişkisi kurgu ile yaratılmış olur. Ancak saf akıl (boş bilinç) henüz “kendisi için” değil örtük “kendinde” biçimindedir. Bu sorunu çözüp, “kendisi için” olmak zorundadır. Bu nedenle, arzulu özne olan insan Tin, saf akıl, olarak, “doğada” kavramını veya ideasını bulmak için dışa açınarak, görüngüdeki “doğaya” varır. Bu esnada, saf akıl, Köle Tin çalışması ile özünü (ideasını) bulur. Onu içselleştirip öznelleşerek, kölenin efendisi olan “özne Tine” aktararak, öznesine geri döner ve kendini tanır. Böylece özne Tin, özüne yani “Mutlak Tin”e yükselir. Bu döngüsel hareketi ile “Mutlak Tin”in özgürleşme macerası, bir devre yaparak, başa döner. İşte bu hareket tarzı, Hegel’ci diyalektiğin özüdür. Hegel’ci Diyalektik hareket, sanal madde üzerinden geliştirilen düşüncenin ‘idealist negatif diyalektiğidir’. Ama bu macerada, “Mutlak Tin”de bir artma veya eksilme olmamıştır. Onun için Hegel, “güneşin altında yeni bir şey yoktur doğada” diyerek sistemini özetlemiştir. Reel Sosyalizm de aynı şekilde, 1917-1990 yılları arasında, bir döngü yaparak, aslı olan kapitalizme “geri” dönmüştür.

Felsefi insanlık, İdealizm ve materyalizm temelinde, iki temel kampa bölünmüştür. Bu tespit bir fantezi değil, insanlığın yaşadığı reel bir gerçekliğin adıdır. Tüm idealist felsefeler, ilk hareketi fikir veya idealardan başlatıp, dön derip dolaştırarak tekrar fikir veya idealarda bitirirler. Bunların en üst ve en son gelişmiş biçimi ve sistem sahibi olan kişi Hegel’dir. Buna karşın, materyalist felsefeler ise ilk hareketi, maddi dünyadan başlatıp, düşünsel süreçlerde işlendikten sonra, tekrar dünyaya uygulayarak sınamasını yapar, test edilmiş doğru, güvenilir bilimsel bilgi elde eder, üretim amacıyla doğaya uygularlar. Bu akımın en son ve en üst temsilcisi, tüm hata ve eksikliklerine rağmen Marks ve Engels’ ile ister farkında olsun, ister olmasın, diyalektik yöntem temelinde, bilim yöntemini kullanıp bilimsel bilgi üreten bilim adamları, aydın ve entelektüellerdir.

Marks ve Engels’in yaptığı gibi sosyalist mülkiyet ve üretim ilişkilerinin yokluğuna rağmen, devrimden önce, “sosyalist insanı” var etmek veya öyle sanmak; devrimden sonra, “Sosyalist iktidar” veya “proletarya diktatörlüğü” aracılığıyla, “sosyalist toplumu inşa etmek” veya ayni anlama gelen “sosyalist üretim ilişkisi yaratmak” demek, Hegel’ci kurgusal idealizmi bir başka biçimde sürdürmektir.

Eğer düşünce geliştirerek ve edinerek sosyalist olabiliyorsak, “insanlar önce yaşar, sonra yaşadıklarının düşüncelerini edinir”, veya “Düşündüğümüz gibi değil, yaşadığımız gibi düşünürüz” denen çarpıcı,  Marks’a ait söylemlerin, sosyalist kişilik oluşumu için ne anlamı kalır. Düşünce ilk veri ise, maddenin ilk veri olduğu, Materyalist Felsefe söylemi nerede kaldı? İdealizm ile aramızdaki fark neydi? Hiç yaşamadığımız “sosyalist üretim ve mülkiyet ilişkisini” ve “sosyalist sınıf” olmayı, nasıl devrim ve parti kurma düzeyinde temel dayanak olarak ele alabilir, kullanabiliriz? Bunlar olmadan oluşacak kişilik, neme nem bir “sosyalist” kişiliktir?

Marks’ın, “Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar, bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesiyle örtüşür.” Demesine ne demeli.

O halde, Üretim ilişkileri nedir? Ona bakalım:

Tarihin belirli bir dönemi için üretim güçlerinin, özellikle üretim aletleri ve makinelerin gelişmesinin koşullandırdığı mülkiyet ilişkileri temelinde, üretim süreçlerinde, üretim araçları ve insanların, bir birbiriyle girdikleri zorunlu ilişkilere, üretim ilişkileri denir. Bu ilişkiler, Alet ve Makineye Uyum Yasası (AMUY’sı) gereği alet ve makine merkezli olmak koşuluyla, insan ile doğa, insan ile insan, insan ile alet ve makine, insan ile ürünler ve günümüzde de makine ile makine (M2M) ve makine ile doğa arasında yeni ilişki biçimleri tarafından belirlenen ilişkilerdir.

Peki, üretim ilişkileri nasıl oluşur?

İnsanın yaşaması için besine, besin üretimi için de tüketim ürünleri ile alet ve makineye ihtiyacı vardır. Bu amaçla, Üretim Güçlerini Geliştirme Yasasının (ÜGGY’nin) hükmü altında, insan, ilkin doğadan bilgi üretir. İkinci olarak, bu bilgileri tasarım ve teknolojik bilgi aşamasından geçerir. Mühendislik uygulamasıyla, materyaller değiştirilip, dönüştürülerek deneysel maket ürünler elde etme aşamasından geçirilir. Üçüncü olarak da ürünlerin seri üretimi aşamasına geçilir. Bu son aşamada, deneylerle okeylenmiş ürünler üzerinden elde edilmiş bilgiler; işçi ile üretim aletleri ve makineler üzerinden, materyallere istenilen amaca uygun olarak kodlanıp/işlenerek nesnelleşir, nihai ürün haline gelirler. Bu işlem sırasında (üretim esnasında), çok önemli bir geçiş yaşanır. Canlı bilgilerimiz ile alet ve makine bilgikodları; bilgibiçim ve türev bilgikodları halinde, düşünsel ve maddi formdan, nesnel/maddi (ürün) forma geçmiştir. Canlı bilgilerimiz bizden koparak, bağımsızlaşmış, ürünlere işlenmişlerdir. Bu bilgiler, tüketim ürünleri ile alet ve makineler üzerinden, yatırım ve tüketim ürünleri olarak, üretim sürecinden çıkarlar. Üretim gücü olarak tekrar üretim sürecine giren alet ve makineler, kendilerini ve yaşamı yeniden üreten faaliyete katılarak, Tarihsel Toplumsal Mülkiyetin Eşitçi Özlerinin taşıyıcısı olarak, yaşamaya devam ederler.

Üretim sürecinde, işçiler dâhil, herkes ve her şey, ‘Alet ve Makineye Uyum Yasası (AMUY)’ gereğince, makinenin çalışma tarzına, uymak zorundadır. Üretim ilişkileri, üretim aletleri ve makinelere bağlı gelişen maddi ve zorunlu üretim ilişkileridir. Onlar, iradi ve isteğe bağlı değildirler. Madde yaratılamadığı gibi üretim ilişkisi de yaratılamaz. İnsan, Üretim Güçlerini Geliştirme Yasası (ÜGGY’sı) hükmü altında, alet ve makine yapar ama irade koyarak üretim ilişkisi yapamaz, yaratamaz. Onlar, üretim sürecinde makineler tarafından üretilirler. Üretim ilişkileri şeyleştiremediğimiz ilişkilerdir. Onlar, sadece alet ve makineler, mülkiyet edinilerek kontrol altına alınabilirler. Böylece ilerici, gerici veya özgür biçimde yönlendirilebilirler.

Belirli bir Üretim Biçiminin toplumsal temelini, üretim güçleri özellikle, üretim aletleri ve makinelerin gelişmişlik düzeyinin geliştirdiği, mülkiyet ve üretim ilişkileri tarafından belirlenir. Bu ilişkiler günümüze kadar ilkel, köleci, feodal ve kapitalist üretim tarzları olarak yaşam bulmuş, ona uygun toplumsal kişilikler geliştirmişlerdir.

Her toplumsal üretim biçiminde, yürürlükteki üretim ve mülkiyet ilişkileri, üretim güçlerinin sürekli gelişmesinin yarattığı gerginlik altında varlıklarını sürdürürler. Üretim güçleri, özellikle üretim aletleri ve makinelerin ÖZGÜRCE gelişmesi, kendine uygun, toplumsal üretim ve mülkiyet ilişkilerin varlığı ile mümkündür. Bu uygunluk bozulduğunda, üretim güçleri, yeni üretim ve mülkiyet ilişkiler için toplumu temelden sarsarak, yeni bir pozisyon almasını isterler. Bu uzlaşmaz toplumsal çatışmalar dönemine yol açar. Böylece her ülke gerçeğinde, günlük sınıf mücadelesi, devrimci duruma geçer.

Bu itibarla, Marks ve Engels’in söylediği gibi, önce “devrim”, sonra sosyalist toplum olmaz. Aksine, önce her ülke gerçeğinde, cari emek gücüne eşit payla dağıtılmış, kolektif komünal tarzda kurulup işletilen sosyalist özel mülkiyet ve üretim ilişkisi ile yaşama, devrimci bir program ile müdahale edilmeli ve bu temelde, ‘Sosyalist Emekçi’ insan yaratılmalıdır. Ondan sonra, günlük devrimci demokratik sınıf mücadelesi temelinde, ‘sosyalist emekçi’ sınıfa dayalı ve sosyalist parti kurulmalı, demokratik devrim temelinde siyasallaşarak, sosyalist toplum inşasına devam edilmelidir. Aksi her türlü girişim, kapitalist sistemin patinajlı değişik versiyonları olup idealizme çıkar.

Demek ki, özetle: sosyalist mülkiyet ve üretim ilişkileri tarafından belirlenen, toplumsal altyapı ve üstyapı ilişkileri var olmadan, sosyalist kişi veya insan oluşmaz. Her şeyden önce, bu kişiyi, sosyalist mülkiyet ve üretim ilişkileri temelinde yaratmak gerekir. Ondan sonra, bu kişilik temelinde, sosyalist inşayı yürütmek, sosyalist sınıfı oluşturmak, günlük devrimci demokratik sosyalist sınıf mücadele tarzı ile partileşmek ve parlamenter siyasal iktidara yönelmek, kapitalizmi sosyalizme dönüştürmek gerekir.

Ancak o zaman, “İnsanın özü, (…) toplumsal ilişkilerin bütünüdür.” saptaması, Sosyalist insan için gerçekliğine oturmuş,  anlam kazanmış olur.

(Devam edecek)

DİPNOTLAR:


[1] K. Marks – F. Engels (1846), Alman İdeolojisi (Feuerbach Üzerine Tezler No. 6), Sol Yayınları, İkinci Baskı (1987), S.25.

[2] K. Marks – F. Engels (1846), Alman İdeolojisi, Sol Yayınları, İkinci Baskı (1987), S.38.

[3] Karl Marks, Felsefenin Sefaleti, Sol Yayınları, 3. Baskı, S.185.

[4] Marks –Engels (1848), Komünist Partisi Manifestosu, Bilim ve Sosyalizm Yayınları (1976), S. 39.