Cuma , 29 Mart 2024

HUKUKUN SERENCAMI-II: YENİ REJİMİN İNŞASI -Uğur Kara

Giriş

Bu yazı dizisinin ilk makalesinde,(1) mutlak monarşiye ve teokratik esaslara dayalı Osmanlı siyasal sisteminin 19. yüzyıl reformlarıyla yaşadığı değişim süreci anlatılmış, nihayet 1876 Anayasası ile kısmen de olsa seçilmişlerden oluşan bir yasama meclisine sahip meşrutî monarşiye dönüşümü tahlil edilmişti. Keza, bu ilk yazıda, siyasal rejimin ve devlet-toplum ilişkilerinin 20. ve 21. yüzyıllardaki yapılanması ve seyrindeki belirleyici etkilerinden dolayı, Ermeni ve Kürt meselelerinin 19. yüzyıldaki doğuşu ve gelişimi de ana hatlarıyla irdelenmişti. Bu makalede ise İmparatorluğun son dönemecindeki anayasal gelişmeler ile kurumsal temeli 1920’de atılan yeni rejimin doğuşu ve gelişiminin hukuksal-siyasal tahlili yapılmaya çalışılacaktır.

1909 Anayasa Değişiklikleri: Parlamenter Sisteme Geçiş

31 Mart Ayaklanması’nın bastırıldığı ve Abdülhamit’in tahttan indirildiği koşullarda 1876 Anayasası’nın zayıf parlamento – güçlü padişah denklemini değiştirecek çok esaslı anayasa değişiklikleri söz konusu olmuştur. 1909 anayasa reformu, siyasal sistemi, padişahın yetkilerinin büyük ölçüde sembolik hale geldiği gerçek bir meşrutî (anayasal) monarşiye, keza hükümetin meclise karşı siyasal sorumluluğunun olduğu ve yürütme yetkisinin etkin kanadını oluşturduğu parlamenter sisteme dönüştürmüştür. Buna göre, bakanlar kurulu artık Meclis-i Mebusan’a karşı sorumludur ve ondan güvenoyu alacaktır. Uluslararası anlaşmalar meclisin onayına tabi kılınmış, meclisin her iki kanadının da davetsiz toplanması, izin almaksızın yasa önerisinde bulunabilmesi mümkün kılınmıştır. Padişahın kanunları mutlak biçimde veto edebilme yetkisi geciktirici veto yetkisine dönüştürülmüştür; meclis, veto edilen kanunu ikinci kez ve üçte iki çoğunlukla kabul ederse padişahın onaylama dışında bir seçeneği yoktur. Meclis-i Mebusan birinci ve ikinci başkanlarını kendisi seçebilecektir. Padişahın meclisi feshetme yetkisi meclis-hükümet ihtilafı ve Heyet-i Âyân’ın onayı şartlarına tabidir. Görüldüğü gibi, 1909 değişiklikleri parlamentonun üstünlüğünü ve yürütme yetkisinin padişahtan hükümete geçmesini sağlamıştır.

1909 değişiklikleri, kişi hak ve özgürlükleri alanında da iyileştirici müdahalelerde bulunmuştur. Bu doğrultuda, toplanma ve dernek kurma hakları tanınmış, basının sansüre (ön denetime) tabi olamayacağı hükmü getirilmiş, posta evrakının ve mektupların yargı kararı olmaksızın açılamayacağı hüküm altına alınmıştır. Keyfî tutuklama yasaklandığı gibi, kişi hak ve özgürlükleri için dinamit etkisine sahip olan padişahın sürgün yetkisi de kaldırılmıştır.

Anayasal gelişim, demokrasi ve insan hakları lehine bir seyir izliyor olmakla birlikte, 1909-1913 dönemi İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin muhaliflere suikast, serbest seçim ilkesine müdahale, basına sansür dahil olmak üzere illegal ve / veya anti-demokratik yöntemlerle siyasal iktidara nüfuz etmeye çalıştığı ve rejimi yeniden otokratik bir doğrultuya sürüklediği yıllar olmuş, en nihayet 1913 hükümet darbesiyle söz konusu cemiyet / partinin 1918 sonlarına dek sürecek açık diktatörlüğüne geçilmiştir. İttihat ve Terakki’nin Ermeni meselesiyle ilgili olarak Taşnaksutyun liderleriyle 1908’den itibaren yürüttüğü ‘çözüm süreci’, savaşın ‘elverişli’ koşulları içinde, yerini Ermeni halkının binlerce yıldır yaşadığı topraklarda toplu imhasına bırakmıştır.

1921 Anayasası (Teşkilat-ı Esasiye Kanunu): Kuvvetler Birliği ve Adem-i Merkeziyet   

Askerî bürokrasinin Mustafa Kemal Paşa öncülüğündeki kanadının 1919’da Amasya-Erzurum-Sivas hattı boyunca yürüttüğü faaliyetler, 1920’de Ankara’da alternatif bir iktidar odağının doğmasıyla sonuçlanmıştır. Böylece, aynı siyasal sınırlar içinde iki ayrı hükümetin (İstanbul-Ankara) işlediği sui generis bir durum meydana gelmiştir. Ankara Meclisi (Büyük Millet Meclisi), 1876 Anayasası’nı ilga etmeksizin hem pratik bazı gereksinimleri karşılamak, hem de meşruluğunu ve bu meşruluğun dayandığı esasları göstermek için 23 maddeden oluşan hayli kısa bir anayasa yapmıştır (20 Ocak 1921). Haklar ve özgürlükler sütununun bulunmadığı bu anayasada, egemenliğin kaynağı, devletin temel organları, idarenin taşra teşkilatı gibi hususlara yer verilmekle yetinilmiştir.

“Hâkimiyet bilâ kayd ü şart milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir” diyen 1. madde, adını açıkça koymamakla birlikte monarşiye son verme eğilimini yansıtmakta, müstakbel cumhuriyet rejiminin temelini atmış olmaktadır. Yasama ve yürütme yetkilerinin Meclis’te toplandığını söyleyen (m. 2) bu anayasa, meclis hükümeti sistemi olarak anılan bir hükümet sistemini benimsemiştir. Bu modelde hükümet meclisin bir organı gibi çalışmakta ve bakanlar da meclisin bir memuru gibi hareket etmektedir. Bakanlar kurulu mensuplarından birini başkan tayin edebilmekle birlikte, Meclis başkanı, bakanlar kurulunun da “reis-i tabiisidir” (m. 9). Başka bir ifadeyle, yasamanın başı, aynı zamanda yürütmenin de başıdır. Kuşkusuz bu, yasama ve yürütme yetkilerinin tek organda toplanması anlamında kuvvetler birliğidir. Milletvekillerinin bizzat yargıçlık yapacağı İstiklal Mahkemelerinin kurulmasıyla, yargı yetkisinin de Meclis’te olduğu ‘kusursuz’ bir kuvvetler birliği tablosu oluşacaktır.

Devletin merkezi ve temel organları bakımından kuvvetler birliğini benimsemiş olan 1921 Anayasası’nın, vilayetlere yetki devri konusunda hayli cömert bir doğrultuyu benimsemiş olması dikkat çekicidir. Bu anayasa, 1919-1923 diliminde Türk siyasal elitinin, adem-i merkeziyetçi bir çizgiyi benimser bir görüntü verdiğinin en önemli göstergesi olmuştur. 11. maddeye göre, dış ve iç siyaset, şer’î, adlî ve askerî işler, uluslararası iktisadî ilişkiler ve hükümetin genel yükümlülüğü ile birden çok vilayeti ilgilendiren işler hariç olmak üzere, vakıflar, medreseler, eğitim, sağlık, iktisat, ziraat, bayındırlık ve sosyal yardımlaşma işlerinin tanzim ve idaresi, vilayetler halkınca seçilecek ‘vilayet şuraları’na bırakılmıştır. (Bu madde hükmü hayata geçirilmediği gibi, Türkiye Cumhuriyeti’nin diğer anayasalarının hiçbiri bu tarz bir yerinden yönetim anlayışını benimsemeyecektir.)

İllere, federal sistemde veya özerk bölgeli üniter devlette görülebilecek genişlikte yetkiler vermesi, 1921 Anayasası’nı Kürt meselesine çözüm tartışmalarında da bir referans metin haline getirmiş görünmektedir. Belirtmek gerekir ki, 1921 metninin, Kürt meselesinin özyönetim veçhesine çözüm potansiyelini zayıflatan iki husus vardır: Kendisine geniş görev ve yetki alanı bırakılan vilayet şuraları, söz konusu alanın tanzim ve idaresini “Büyük Millet Meclisince vaz edilecek kavanin mucibince [Meclis tarafından çıkarılacak kanunlara göre] yapacaktır. Görüldüğü gibi, geniş idarî sorumluluk ve yetkilerle donatılan vilayet şuralarının yasa gücünde düzenleyici işlem yapma yetkisi yoktur. Başka bir ifadeyle yasama yetkisinin paylaşılması söz konusu değildir. Bu itibarla, burada söz konusu olanın idarî nitelikli bir adem-i merkeziyet uygulaması olduğu açıktır. Bu tarz yetki devri modelini, federe devletlerin yasama yetkisine sahip olduğu federal sistem (örneğin ABD, Belçika, Almanya) veya özerk bölgelerin merkezî yönetimle müşterek veya tamamen ayrı olarak yasama yetkisi kullandığı özerk bölgeli devlet sistemiyle (örneğin Birleşik Krallık ve İspanya) karıştırmamak gerekir. Bu bakımdan, 1921 Anayasası’nın esasen federasyon ve siyasal özerkliğe kapalı ve fakat güçlendirilmiş yerel yönetimlere açık bir model getirdiği kuşkusuzdur. Bu tarz bir modeli, en fazla, örneğin, Avrupa Konseyi’nin bir belgesi olan Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın güçlendirilmiş yerel yönetimler perspektif ve kapsamı çerçevesinde düşünebilmek mümkündür.   

Öte yandan, 1921 Anayasası’nın 11. maddede sergilediği güçlü yerel yönetimler perspektifine ihtiyatla yaklaşmayı gerektiren 22 ve 23. maddelerini denklem dışında tutmamak gerekir. Umumî müfettişlik kurumunu ihdas eden bu maddeler, vilayetleri umumî müfettişlerin vesayet denetimi altına almıştır (“Umumî müfettişler devletin umumi vazaifile mahalli idarelere ait vazaif ve mukarreratı daimî surette murakabe ederler.” m. 23).Şu halde, 1921 metninin vilayetlere egemenliğin paylaşılması anlamında siyasal nitelikli bir adem-i merkeziyet vermemesinin yanı sıra, tanıdığı idarî özerkliğin etki gücünü umumî müfettişliklerle azalttığı / ‘dengelediği’ de açıktır.

Kürtlere Verilen Sözler: Camların Buğusuna Yazılan Vaatler

1921 Anayasası’nın geniş idarî özerklik öngören hükmüne atıf yalnızca bugünün güncel tartışmaları bakımından değil, kendi döneminde ve gene Kürt meselesi bağlamında yapılmıştır. Bu hususa aşağıda değinilecektir. Bu bağlamda Türk siyasî elitinin 1919 sonrası dönemde Kürt meselesine yaklaşımına dair birkaç söz söylemek uygun olacak. Gerek I. Dünya Savaşı’nın bitiminden itibaren İstanbul, gerekse Kongreler sürecinden itibaren Ankara, Kürt taleplerine duyarlı, Kürtlere teveccüh gösteren bir tutum benimsemiştir. Bu iki iktidar odağının söz konusu tutumunu 20-22 Ekim 1919’da İstanbul hükümeti temsilcisi bahriye nazırı Salih Paşa ile Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti temsilcileri Mustafa Kemal Paşa, Rauf ve Bekir Sami Beylerin Amasya’da gerçekleştirdikleri görüşmelerin nihaî belgesi olan Amasya Protokolleri’nde görmek mümkündür. Bu protokollerden ikincisinde, “Devlet-i Osmaniye’nin tasavvur ve kabul edilen hududu, Türk ve Kürtlerle meskûn olan araziyi ihtiva eylediği”,  “Kürtlerin serbestî-i inkişaflarını temin edecek vech ve surette hukuk-i ırkiye ve içtimaîyece mashar-ı müsaadat olmaları” şeklinde tespit ve öngörülere yer verilmiştir. Görüldüğü gibi, Osmanlı ülkesi Türkler ve Kürtlerin yaşadığı arazi olarak tanımlanmış, Kürtlerin serbest gelişimlerini sağlamak üzere ırkî [etnik-kültürel] ve içtimaî [sosyal] haklarının tanınacağı taahhüdünde bulunulmuştur.

Büyük Millet Meclisi’nin 22 Temmuz 1922 tarihli gizli oturumunda okunan ve “Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal” imzasıyla biten 27 Haziran 1921 tarihli hayli çarpıcı bir talimatname, Ankara’nın Kürt meselesi ve özyönetim konusuyla meşguliyetinin derecesini ve mahiyetini ortaya koymaktadır. “Kürdistan hakkında Büyük Millet Meclisi Vekiller Heyetinin Elcezire cephesi kumandanlığına talimatıdır” başlıklı bu belgenin birinci maddesi, Doğrudan halk tabakalarının ilgili ve etkili olduğu yerel yönetimlerin kurulmasının iç siyasetin gereği olduğunu belirttikten sonra, “Kürtlerle meskûn menatıkta ise hem siyaseti dahiliyemiz ve hem de siyaseti hariciyemiz noktai nazarından tedricen mahalli bir idare ihdasını iltizam etmekteyiz” tespitine yer vermiştir. İkinci maddede “Milletlerin kendi mukadderatlarını bizzat idare etmeleri hakkı bütün dünyada kabul olunmuş bir prensiptir. Biz de bu prensibi kabul etmişizdir” belirlemesini, Kürtlerin yerel yönetimlerini o ana kadar zaten kurmuş göründükleri ve bu Kürt yönetimlerinin tercihini Büyük Millet Meclisi idaresinde yaşamak şeklinde ilan etmeleri ve kumandanlığın Kürdistan’daki çalışmalarının bunu sağlamaya yönelik olması gerektiği vurgusu izlemiştir. Açıktır ki, ‘ulusların kaderlerini tayin hakkı’nın benimsendiğinin açıklandığı bir metinde zikredilen yerel yönetimin alelade bir yerel yönetim olmayacağı, en azından metnin böyle bir algıya vücut verdiği kaydedilmek gerekir.

Mustafa Kemal Paşa, bir mülakatında (Ocak 1922), 1921 Anayasası’nın Kürtlerin çoğunluğu oluşturduğu yerlerde bir tür özerklikle kendilerini yönetmelerine uygun bir çerçeve sunduğunu belirtmiştir. Öte yandan, Robert Olson, Birleşik Krallık resmî arşivlerine dayanarak, 10 Şubat 1922 tarihinde, on sekiz maddeden oluşan ve Kürdistan’a özerklik veren bir yasanın Büyük Millet Meclisi’nden 64’e karşı 373 oyla geçtiğini kaydetmektedir. Söz konusu belgenin özeti incelendiğinde, burada, bugün Birleşik Krallık ve İspanya’da geçerli olan özyönetim anlayışına göre zayıf bir özyönetim yapısının öngörüldüğü söylenebilir.

Askerî ve siyasî zaferlerden sonra Ankara, Kürt siyasetini aksi yönde değiştirmiştir. Aşağıda değinileceği gibi, 1924 Anayasası’nın dili ve kapsamı bu değişimi açıkça göstermektedir. Öte yandan, Ankara’nın askerî güç ve yargı erki ile destekli biçimde yürüteceği yeni Kürt siyasetinin çerçevesi ise 24 Eylül 1925 tarihli ‘Şark Islahat Planı’ ile çizilmiştir. Bu plana göre, ‘şark vilayetleri’ olağanüstü bir yönetim usulüyle idare edilecektir (m. 1-2). Kürt nüfus aleyhine demografik müdahalelerde bulunulacaktır (m. 4-6). Hükümetin şarkta kalmalarını uygun görmediği kişiler batıya sürülecektir (m. 9). Şarkta memurluklara Türkler atanacaktır (m. 11). Çarşı ve pazarlarda Türkçeden başka dil kullananlar cezalandırılacaktır (m. 14). Yatılı bölge okullarıyla kız okullarına ağırlık verilecektir (m. 15). Fırat’ın batısına yerleşmiş Kürtlerin de Kürtçe konuşmaları engellenecektir (m. 17). Görkemli hükümet binaları ve jandarma karakolları yapılacak (m. 18), öncelikle askerî sevkiyata uygun yollar inşa edilecektir (m. 19). Şark Islahat Planı’nın öngördüğü özel yönetim rejimi, 1927’de ihdas edilmeye başlanan ‘umumî müfettişlikler’le hayata geçirilmeye başlanmıştır. Sıkıyönetim ve bilahare olağanüstü hâl gibi olağanüstü yönetim usulleri, Kürt bölgesi için sıradanlaştırıldığı gibi, asgarî hukuk güvenliğini ortadan kaldıran 1935 tarihli Tunceli Kanunu ve bilahare hukuk sistemine girecek olağanüstü kanun hükmünde kararnamelerle de birbirinden farklı standartlara sahip ikili bir hukuk düzeni yaratılmıştır.

1924 Anayasası: Rejimin Formel Sureti

1921 Anayasası’nda yapılan önemli değişiklik “Türkiye Devletinin şekli Hükümeti[nin], Cumhuriyet” olduğunu söyleyen ilave cümlenin 29 Ekim 1923’te 1. maddeye eklenmesi ve buna uygun olarak cumhurbaşkanlığı kurumunun yaratılmasıdır. Keza, aynı anayasa değişikliğiyle devletin dininin İslam olduğu ve resmi lisanının da Türkçe olduğu da anayasaya girmiştir.

Yenilenen ve Cumhuriyet Halk Fırkası (Partisi)’nın kontrolüne geçen Meclis, 1924 yılında yeni bir anayasa kabul etmiştir. 105 maddeden oluşan yeni anayasa, 1876 ve 1921 Anayasalarını açıkça ilga etmiştir (m. 104). 1921 metnindeki halk egemenliği ilkesi ve hükümet şeklinin cumhuriyet olduğu hususları korunmuştur. Kuvvetler birliğinin benimsendiği izlenimini uyandıran bir dil kullanılmakla (m. 4-7) birlikte, yeni anayasanın kuvvetler ayrılığı ilkesine eğilimli olduğu, hükümet sistemi olarak da hemen hemen parlamenter sistem ölçütlerine uygun bir işleyişi benimsediği söylenebilir. 1928’de kaldırılıncaya kadar, orijinal metnin 2. maddesinde devletin dininin İslam olduğu hükmü yer almıştır. 1937 değişikliğiyle de Kemalizmin altı oku 2. maddeye girmiş ve böylece Kemalist ilkeler anayasal norm haline gelmiştir.

Anayasa, yasa önünde eşitlik, inanç, ifade, seyahat, toplanma ve dernek kurma, işkence yasağı, kişi özgürlüğü gibi klasik haklara yer vermiştir (m. 68-73). Kişi hak ve özgürlüklerinin düzenlendiği bu faslın başlığının “Türklerin Hukuku Âmmesi” olması oldukça manidardır ve yeni dönemin rengini belli etmektedir. Keza, “Her Türk hür doğar, hür yaşar” (m. 68), “Türkler kanun nazarında müsavi ve bilâistisna kanuna riayetle mükelleftirler” (m. 69) gibi belirlemelerin de gösterdiği gibi, Türk yönetici eliti, 1919-1923 arası kullandığı çoğulcu dili bırakmış, vatandaşları Türk gören tek tipçi bir mecraya girmiştir. Vatandaşlığı düzenleyen 88. madde de -dolambaçlı ve imalara açık bir dille- bunu teyit etmektedir: “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle (Türk) ıtlak olunur.” Münhasıran Kürtlere, genel olarak Anadolu’nun kaldığı kadarıyla çoğul yapısına dair çok değil birkaç yıl evvel verilen sözlerin berhava olduğunu Anayasanın bu dilinden de rahatlıkla anlamak mümkündür. Keza, 1921 Anayasası’nın benimsediği adem-i merkeziyetçi yaklaşımın da yerinde yeller esmektedir.

1924 Anayasası’na bakan biri, kuvvetler ayrılığına (yargı bağımsızlığı için de etkili ifadelerle formüle edilmiş normlar getirilmiştir; m. 53 vd.), parlamenter sisteme uygun, çoğulculuğu dışlamakla birlikte bir kısım temel hak ve özgürlükleri tanımış, ‘modern ölçütler’le uyumlu bir anayasal düzenin yaratıldığı şeklinde bir intiba alacaktır. Ne var ki, 1924 Anayasası hikâyenin formel, görünen yüzünü oluşturmaktadır. Türk siyasal sisteminin 1924 Anayasası döneminin gerçek mahiyeti, bu metinle sınırlı bir bakışla anlaşılamaz. Her şeyden önce uygulamaya, siyasal gücün dağılışı ve kullanımındaki fiilî durumlara bakmak gerekir. Öte yandan, Taha Parla’nın isabetle işaret ettiği gibi, tek parti dönemini layıkıyla anlamak için gerçek referans 1924 Anayasası değil, CHP’nin tüzük ve programlarıdır.

Rejim Üzerine Bazı Değinmeler ya da “Zigana Dağının Üzerine Portakal Ağacı Dikilmez”

3 Mart 1924’te halifeliğin kaldırılması, aynı tarihte eğitim sisteminin laikleşmesi, 8 Nisan 1924’te şer’i mahkemelerin ilgası, çok eşliliği yasaklayan Medenî Kanun’un kabulü (4 Ekim 1926), 1930’da tedricen 1934’te nihaî olarak kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanınması, kadınların erkeklerle aynı meslekleri icra edebilir hale gelip kamusal alanda görünürlüklerinin giderek artması gibi hususları, II. Mahmut’la başlatılabilecek Osmanlı-Türk modernleşmesinin mantıksal uzantısı ve de zirvesi olarak görmek mümkündür. Kadının toplumsal konumunun değişmesi, dinin devletin resmî referansları arasından çıkması, laik eğitimin benimsenmesi gibi unsurları olumlu hamleler olarak teslim etmek gerekir. Bununla birlikte, yeni rejimin (Kemalizmin) laiklik anlayışının başından itibaren kusurlu, sorunlu bir laiklik olduğu unutulmamalıdır. Söz konusu olan, sünni İslamı yedeğine alan, dini kontrol altında tutan ve yöneten (Diyanet İşleri Başkanlığı) bir laikliktir. Kadınlara tanınan haklar da oldukça paternalist tarzda, kadını siyasal-sosyal bir zatiyet olarak görmenin fersah fersah uzağında bir yaklaşımla lütfedilmiştir.

Kemalizmin tahlil edilmesi bu yazının sınırlarını aşmaktadır. Bununla birlikte, bu doktrinin sağcı, anti-demokratik, otoriter ve hatta totaliter bir ideoloji olduğu vurgulanmalıdır. Kemalist altı oktan milliyetçilik ve halkçılık bu ideolojinin sağ, anti-demokratik karakterini anlamanın en elverişli unsurlarıdır. Cumhuriyet Halk Partisi’nin 1923, 1927 Nizamnameleri, 1931, 1935 Programları Kemalizmin ve tek parti rejiminin ultra-milliyetçi, emekçi sınıflara ve sol ideolojiye düşman nice saptama ve ilkelerle doludur. Rejimin bir numaralı adamı ve çevresi demokrasiden, ifade özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü gibi haklardan hiçbir zaman hazzetmemiştir (bu haklar ilk kez CHP’nin 1947 Programı’nda yer bulabilecektir). Seçimler iki derecelidir ve ikinci seçmenler de esasen şefin belirlediği listeyi onaylamaktadırlar (CHP genel sekreteri Recep Peker, 1935 tarihli konuşmasının demokrasi tartışmasına girdiği kısmında “Zigana dağının üzerine portakal ağacı dikilmez” diye buyurmuştur. Peker’e göre İsviçre veya Fransız ‘tipi’ demokrasiyi bizim topraklarımızda tatbik etmek mümkün ve gerekli değildir; zira, o portakal ağacı bu rakım ve toprak yapısında tutmayacaktır.). 1925’ten itibaren serbest siyasal rekabetten, basın ve ifade özgürlüğünden söz etmek mümkün değildir. İstiklal Mahkemeleri adil yargılanma hakkının ayaklar altına alındığı, güdümlü, siyasal yargının çarpıcı örneğini oluşturan tedhiş mahkemeleridir.

19. yüzyılda bir özyönetim sorunu olarak doğan Kürt meselesi, Kemalist tek parti rejiminde boyutlanmış, Kemal Paşa özyönetim vaatlerinin gereğini yerine getirmediği gibi, planlı asimilasyon ve devlet şiddeti Kürt kimliğini hedef almıştır. Kürt meselesi bağlamındaki kanlı bilanço, sadece isyan-direniş dönemlerini değil, durgun, ‘olağan’ zamanları da kapsamaktadır. 1950’li yılların meclis tutanaklarına yansıdığı üzere, herhangi bir başkaldırı, direniş vs. olmadığı yıllarda dahi umumî müfettişlik yönetimindeki Kürt illerinde yüzlerce ‘faili meçhul’ cinayet işlenmiştir. Kemalist tek parti rejimi, Kürdistan’da devlet şiddetini kurumsallaştırmıştır.

Not: Okuyucu, 1909-1946 döneminin siyasal, hukuksal tarihine ilişkin ayrıntılı bir okuma için şu eserlere bakabilir: Suna Kili ve A. Şeref Gözübüyük, Sened-i İttifak’tan Günümüze Türk Anayasa Metinleri; Bülent Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri; Taha Parla, Türkiye’de Anayasalar; Taha Parla, Türkiye’de Siyasal Kültürün Resmî Kaynakları cilt 3: Kemalist Tek-Parti İdeolojisi ve CHP’nin Altı Ok’u; Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası; Uğur Kara, “Bir Özyönetim Sorunu Olarak Kürt Meselesi” (Fikret Başkaya Armağanıiçinde); Raymond Kevorkian, Ermeni Soykırımı; Robert Olson, Kürt Milliyetçiliğinin Kaynakları ve Şeyh Said İsyanı: 1880-1925; Cemil Koçak, Umûmî Müfettişlikler (1927-1952).

(1)