“Devrim anında tarih yeniden yürümeye başlar” Arnold Toynbee
1917 Şubatında Rusya’da büyük bir devrim oldu. Aslında 1905 Sovyet Devriminin görkemli bir tekrarı, muazzam bir emansipasyon şöleniydi. İşçiler, köylüler, askerler, Çarlık rejimi tarafından ezilen halklar ayağa kalkmıştı… Devrimler her zaman bir ‘iktidar ikiliği’ yaratır. Şubat devrimi Romanof dinastisinin 300 yıllık iktidarını sonlandırmıştı. Sekiz ay sonra, Ekim 1917’de Bolşevik parti iktidarı ele geçirerek ‘ikili iktidar’ durumuna son verdi. Gün Zileli, elinizdeki kitapta Şubatla Ekim arasındaki sekiz aylık devrimci durumun harika bir tasvirini ve tahlilini yapıyor. Yüzyıl sonra ‘gerçekte ne oldu, nasıl oldu’ sorusuna odaklanıyor.
Şüphesiz Rus devrimi XX. yüzyılın en önemli olaylarından biriydi. Sadece Rusya’da değil, dünyanın her yerinde ezilen-sömürülen sınıfların moralini yükselmiş, büyük bir umut yaratmıştı. Bir ücretli kölelik sistemi olan kapitalizmin aşılabilir olduğuna, “başka şey” yapmanın, yaşanabilir bir dünya düzeninin” mümkün olduğuna dair umudu büyütmüştü.
Kapitalizmi aşmayı, ‘başka şey’ yapmayı amaçlayan ilk anti-kapitalist devrim olan Paris Komünü’nün sadece 73 günlük ömrü oldu. Esasen kapitalizm yükselişini sürdürdüğü bir tarihsel dönemde devrimin yaşaması zaten mümkün değildi. Nesnel koşullar henüz yeni bir uygarlığa giden yolu aralamaya izin vermiyordu. Dolayısıyla başarısızlık Komünarların ‘yanlış politikalarının’ veya militer plandaki beceriksizlikleriyle açıklanamazdı… Fakat aynı şey Rus devrimi için artık söz konusu değildi. Zira, kapitalizm genişlemenin tarihsel sınırına ulaşılmış bulunuyordu. Dolayısıyla kapitalizmi aşmak artık potansiyel bir olasılık haline gelmişti…
Devrim Şubatta oldu, Ekimde Bolşevik Parti iktidarı ele geçirdi. Lâkin bir şey vardı: Örgüt devrim yapmazdı… Devrim, bir siyasi partinin, dahası profesyonel devrimcilerin yapacağı bir şey değildir. Devrimi halk yapar, devrimin ne zaman olacağı bilinemez-ön görülemez, aksi halde devrimler olmazdı. Devrim, o devrimin özneleri olan geniş kitleler de dahil, herkesi şaşırtır… Şeylerin seyrini değiştirmek amacıyla ayağa kalkan kitlelerin hazır bir yol haritası, programı yoktur. Artık eskisi gibi yaşamak, eskisi gibi yönetilmek, itilip-kakılmak istemedikleri için meydanları, sokakları doldurmuşlardır… Devrimlerin asıl nedeni, bardağı taşıran son damla değil, bardağın dolu olmasıdır… Devrim ‘gerçekleştiği ana kadar imkânsız olandır… Ve devrim, polisin, jandarmanın, askerin halka karıştığı anda gerçekleşir. Egemenlik sistemini korumaya memur edilmiş polisin, jandarmanın, askerin, istihbaratçıların, ayağa kalkanlar cephesinde anneleri, babaları, kardeşleri, yeğenleri, kuzenleri, yengeleri, teyzeleri, halaları, dostları… vardır. Devrim bir tsünami gibi herkesi kapsar… Bir zaman geliyor, polisler ve askerler ateş etmeyi reddediyor. Aynı 1789’da olduğu gibi… Aksi halde devrimler sürekli tekrarlanmazdı… Velhasıl,” Devrimler, milyonlarca sıradan insanın radikal önderlere dönüştüğü süreçlerdir…”.
Asıl devrim Şubatta oldu ama Ekimden sonra Şubattan hiç sözü edilmedi… Bu, Bastille zindanından söz etmeden Fransız Devrimini anlatmaya kalkmak gibi bir şeydir… O halde Ekim ayının devrimin başlangıç tarihi sayılmasının sebebi ne idi? Elinizdeki kitapta bu sorunun cevabı var… Ekimde kurulan yeni rejim, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği [SSCB] adını aldı. Ve fakat orada ne Sovyetler vardı ne de sosyalizm… Adı öyle konuldu diye öyle olması gerekmiyordu… Süratle adına Markizm-Leninizm denilen, köşeli, bağnaz bir resmi ideoloji oluşturuldu.
Fakat resmi ideoloji resmi tarihi varsayar. Dolayısıyla resmi tarih kendi başına bir amaç değildir. Resmi ideolojinin ham maddesidir… Resmi tarih, yalan, tahrifat, yok saymaya [occultation], adıyla çağırmamaya, sansüre ve oto-sansüre dayanan bir tarih versiyonudur. Toplumsal bellek yeni egemen sınıfın ihtiyacına göre ‘yeniden kurgulanır’. Hakim sınıfların ihtiyacına göre yazılmış tarih, işe geçmişi tahrif ederek, geçmişte yaşanmış olana dair tabular oluşturarak, bazı olayları öne çıkarıp önemini abartarak, bazılarını yok sayarak, değilse önemsizleştirilerek, karartarak, silikleştirerek, kişiyi yüceltip kişiye tapınmaya dayalı bir kişi kültü yaratarak, ama hepsinden önemlisi geçmişin bilinmesi istenmeyen kısımlarını unutturup, hafıza kaybı [amnésie] yaratmakla mümkün oluyor. Kimi zaman da yok saymaya yok etme eşlik eder… Kitapların yakılması, kütüphanelerin ateşe verilmesi, o toplumun geçmişini çağrıştıracak araçların tahrip edilmesi, tarihi eserlerin yok edilmesi gibi… Kimi zaman yaşanmış olan bir olay efsaneleştirilir, yaşanmış başka bir olay yok sayılır veya bir tek şahsiyete [lidere] mâl edilir… Kişiyi yüceltmek, kişi kültü yaratmaktaki amaç da, sadece tarihi tahrif etmek, kafaları bulandırmak değildir. Böylece, tarihin gerçek öznesi olan kitlelerin rolü yok sayılır. Öyle bir ‘anlayış’ yerleştirilir ki, sanki tarih büyük adamların elinde bir oyuncaktır… Böyle yazılmış tarih de kaçınılmaz olarak elitist, erkek merkezli ve militaristtir… Dolayısıyla, bize dayatılan tarih, ‘gerçek tarih’ değil, aracın direksiyonundakilerin ‘uygun’ ve ‘gerekli’ gördüğü ısmarlama üzerine üretilmiş bir tarih versiyonudur…[1]
Lâkin, Sovyetler Birliğinde peydahlanan adına Marksizm-Leninizm denilen resmi tarih ve ona dayanan resmi ideoloji, sadece Rusya’daki rejimi angaje etmiyordu… Bir bütün olarak dünya sosyalist hareketinin de ‘resmi ideolojisiydi’, dolayısıyla tahribat müthişti… Bağnaz resmi ideoloji dünyanın başka yerlerindeki sosyalist mücadelenin içini boşaltmış, iğdişleştirmişti…
Gerçi Sovyetler Birliğinde üretilen ve dayatılan Marksizm-Leninizm’deMarx yoktu ama işin evveliyatı vardı: Marx’ın teorisi onun sözde sürdürücüleri, ‘çırakları’ tarafından bir dogmaya dönüştürülmüştü. Bilimsel-devrimci özünden arındırılıp, bir örgüt, aygıt, ya da devlet dinine indirgenmiş durumdaydı. Birincisi, Marksizm denilende Marx yoktu ve ikincisi, oluşturulan öğreti Marx’a yabancıydı, ona karşıydı… Bu iş de esas itibariyle, işçi örgütleri, sol siyasi partiler, daha sonra da Sovyet devleti tarafından bir iktidar aracına, ‘resmi ideoloji’ kategorisine indirgenmişti… Başka türlü söylersek, genel bir çerçevede Marx’ın düşüncesi emansipasyonun değil, iktidarın, egemenliğin aracına indirgenmişti… Bir kere tüm bu sapmalar, olumsuzluklar ve tahrifatlar Marksizm sayılıp, Marx’ın öğretisiyle özdeşleştirilince, artık onun öğretisi saldırıya da açık hale gelmişti. Yazık ki, o aşamadan sonra tüm olumsuzlukların, başarısızlıkların, yanlışların, katliamların, ihanetlerin Marx’a ve onun öğretisine fatura edilmesi kolaylaşmıştı… [2]
Şubat’ın ‘burjuva devrimi’, Ekimin de ‘sosyalist devrim oluğunu söylemek bir egemen ideoloji, kategorisidir. Stalinist resmi ideolojinin bir yakıştırmasıdır. Elinizdeki kitapta Zileli duruma açıklık getiriyor: “Şunu da belirtmeliyim ki, Şubat’ı “burjuva devrimi”, Ekim’i “proleter devrimi” olarak kavramsallaştıran Ortodoks Leninist yaklaşım tam bir çarpıtmadır. Şubat ve Ekim diye iki ayrı devrim yoktur. Şubat Devrimi, Temmuz Ayaklanması ve Ekim Devrimi, yaklaşık bir yılı kapsayan kesintisiz bir devrimci süreçtir. Şubat’ta otokrasiye karşı özgürlük için ayağa kalkan işçi, asker ve köylüler, Temmuz’da savaşa; Ağustos-Eylül’de Kornilovcu karşıdevrime, Ekim’de de karşıdevrimci güçlerle işbirliği halindeki Geçici Hükümete karşı ayağa kalkarak devrimini gerçekleştirmiştir. Bu devrim, ne bir “burjuva demokratik” ne de salt bir “sosyalist devrim”di. Bu, toplumsal özgürlük ve eşitlik yolunda bir ezilen sınıflar devrimiydi. Kendi Sovyet organları aracılığıyla yeni devrimci süreçlerde ilerleme potansiyeline sahipti. Eğer yolu Bolşevik karşıdevrim tarafından kesilmeseydi, girilen yeni süreçte, büyük ihtimalle, kendi Sovyetleri aracılığıyla oluşturduğu “sosyalist koalisyonu”, Şubat’tan sonra olduğu gibi, özgürlük, barış ve eşitlik yolunda önüne katıp iteklemeye, bu “koalisyon”la bazen işbirliği, bazen mücadele halinde devrimin daha ileri aşamalarına ilerlemeye devam edecekti. Bu anlamda Bolşevik karşıdevrimin, Rus işçi, asker ve köylülerinin ve onların Sovyetlerinin, sosyal devrimin yolunu kesip, tek parti diktatörlüğü kurması, 1917 Büyük Rus Sosyal Devrimi açısından, gerçekten de çok talihsiz bir olay olmuştur”.
Bu aşamada söyle bir sorunun akla gelmesi normaldir: Devrim neden başarısız oldu. 1980’lerin sonunda çöken aslında ne idi ve rejim neden ‘aslına, kapitalizme rücu etti? Çöken tabii ki, sosyalizm değildi… Sosyalist olmadığı için çöktü… Lâkin Çöküş öncesi 73 yıllık dönemde hala orada sosyalizmin var olduğuna inananların sayısı az değildi… Stalinist resmi ideoloji ve resmi tarih etkiliydi… Başta türlü söylersek, dünyanın başka yerlerindeki insanlar oradaki rejimin ‘sosyalist’ olduğuna inandırılmıştı.
O halde devrim neden rotasından saptı, sosyalist toplum perspektifine yabancılaştı? Bir tarihsel-toplumsal olayı, her hangi bir olguyu anlamak, bilince çıkarmak için bir dizi neden sıralamak adettendir. Lâkin o kadarı şeylerin gerçeğine nüfuz etmek için yeterli değildir. Bir nedensellik hiyerarşisi de oluşturmak, asıl nedenleri ayırt etmek, öne çıkarmak gerekir. Bana göre devrimin yolundan sapmasının başlıca üç nedeni vardı: Birincisi, Bolşevik/Leninist örgüt modeli sosyalizmin mantığıyla çelişiyordu. Her şeyin doğrusunu bilen, bu dünyanın gerçekliğini cebine koymuş, kitle adına hareket eden, her şeye karar veren bir örgüt, belki iktidarı ele geçirebilirdi ama asla sosyalist inşanın bir aracı olamazdı ve olamadığı görüldü. İnsanlar adına sadece ‘profesyonellerin’ konuştuğu bir sosyal sistem sosyalizme doğru ilerleyebilir, dahası komünist toplum ‘düzenine’ giden yolu aralayabilir miydi? Siyaset yapma ayrıcalığı profesyonellerin “işi”, “şeyi’ olması, kitlelerin siyasetin dışına itilmesi demektir. Kaldı ki, siyasetin bir meslek sayılması abestir. Siyasetin ve siyaset yapma ‘işinin’ bir anlam ifade edebilmesi için, herkesin “işi”, “şeyi” olması gerekir… Komünist toplum perspektifine endeksli bir “sosyalist geçiş süreci”, devletin sönümlenmesi doğrultusunda ilerleyebilirdi… Oysa, Rusya’da tam tersi oldu. Sosyalizm adına devlet daha da güçlendi ve bağnaz bir tek parti otokrasisine dönüştü….
Üretim araçlarının, yaşam araçlarının devletleştirilmesi, sosyalizmi kurmanın yeterli koşulu değildir. Devletleştirme durumunda da işçilerin, bir bütün olarak emekçi sınıfların üretim ve yaşam araçlarına yabancılaşması devam eder. Oysa, üretim araçlarının devletleştirilmesi değil, sosyalleştirilmesi, müşterekler alanına taşınması, sahiplenmenin komüncü bir nitelik kazanması gerekirdi…
İkincisi, demokrasi, ‘burjuva demokrasisi’ sayılıp lânetlendi. Oysa demokrasiye yabancılaşmış bir rejimin sosyalizm diye bir iddiası olamazdı. Kaldı ki, öyle bir söylem olsa da, ‘burjuva demokrasisi’ diye şey yoktur, mümkün de değildir. Zira, kapitalizm ve demokrasi antinomik kavramlardır. Biri olursa diğeri olmaz… Demokrasi insanlar arasında politik, ekonomik ve sosyal eşitliği varsayar ve bunlar arasındaki tamamlayıcılık ve karşılıklı belirleyicilik ilişkisi hayatî öneme sahiptir… Bu yüzden demokrasi ve kapitalizm yan yana getirilmesi uygun olmayan kavramlardır. Zira, kapitalizm böler, kutuplaştırır ve dışlar. Oysa demokrasi her türlü hiyerarşiyi ve ayrımcılığı reddeder… Öyle bir kabul, mülk sahibi sınıf olan burjuvazinin kendiliğinden demokrat olabileceği anlamına gelir. Aslında burjuva demokrasisi denilen, emekçi sınıfların mücadeleyle kazandıkları, egemen kapitalist sınıftan kopardıkları sınırlı mevzilerin, hakların ve özgürlüklerin toplamından ibarettir… Lâkin bir şey var: O sınırlı haklar, özgürlükler dahi nihai kazanımlar değildir. Sınıfsal güç dengelerinin seyrine göre, her zaman geri de alınabilir ve alınabiliyor… Tarihsel bir perspektiften bakıldığında ‘temsili demokrasi’ denilen aslında, yeni egemen sınıf katına terfi eden kapitalistlerin/burjuvaların , bundan sonra nasıl yöneteceğiz sorusuna verdikleri cevap olduğu görülecektir.[3] Sovyetik rejimin tarihi hatası, düşünce özgürlüğünü, ifade özgürlüğünü, basın özgürlüğünü, özgür tartışmayı yasaklamasıydı. Oysa eleştiri daha doğrusu radikal eleştiri vazgeçilmezdir… Özgürlüklerin yasaklandığı bir rejim, içten içe çürür ve çökerdi… Ve çöktü…Özgürlük ve ‘demokrasi’ bahsinde SSCB’nin Kapitalist Batı’nın bile gerisine savrulduğunu söylemek asla bir abartma değildir…
Üçüncüsü, Sovyet yöneticilerine musallat olan ‘Batıyı yakalayıp aşma’ saçma saplantısı ve perspektifiydi. Batıyla yarışa girerek sosyalizm inşa edilebilir miydi? Batıyı taklit etmek demek, onun yöntem ve araçlarını da taklit etmek demektir… İyi de, kapitalizmin ayakları sizi sosyalizme taşır mıydı? Aslında yapılması gereken, Batıyı taklit etmek değil, onu aşmak, daha ötesine gitmek için de başka şey yapmaktı… Adında sosyalizm olsa da, SSCB’deki rejim, bir kapitalistsiz kapitalizmdi… Kapitalistlerin yerini, devlet ajanları, parti üyeleri veya yandaşları, profesyonel devrimciler denilenler almıştı… Dolayısıyla işçi sınıfının ve bir bütün olarak emekçi kitlelerin konumu ve statüsü, önceki durumdan veya Batıdaki kapitalist ülkelerdekinden özde farklı değildi… Üstelik, Gün Zileli’nin ifade ettiği gibi, SSCB’de işçiler daha da kötü durumdaydılar… Hiç bir hakları yoktu… Parti onların iyiliği için gereken her şeyi yaptığına göre…
Elbette bunları söylemek, yeni rejimin yüz yüze geldiği bir dizi olumsuzluğu, işte emperyalist kuşatma, ambargo, iç savaşın tahribatı, vb. yok saymak demek değildir ama bunlar rotanın şaşmasının mazereti sayılacak şeyler değildir. Sapmanın asıl nedenleri, yakarda kısaca değindiklerimdi…
Dünya devrimi için 1919 da Bolşevik Parti, önderliğinde kurulan, III. Enternasyonal, Komintern [Komünist Enternasyonal], dünya sosyalist devriminin değil, SSCB’nin bir iktidar aracı olmanın ötesine geçemedi. Kuruluş amacı müflis II. Enternasyonalin yerini almaktı. Her ülkede adı komünist olan yeni tip bir devrimci parti kurulmasını öngörüyordu. Aslında II. Enternasyonalin zaaflarıyla malûldü… Enternasyonale katılmak için 21 ilke vazedilmişti. Onlardan biri komünist partilerinin sosyalizmin anavatanını [SSCB] korumak /desteklemekti… Kurulacak komünist partileri Bolşevik parti modelini, demokratik merkeziyetçiliği esas alacaktı. Aslında Avrupa’da. Asya’da Amerika kıtasında ve Afrika’da kurulan komünist partileri, Sovyetler Birliği Komünist Partisinin [Bolşevik partinin) oralardaki uzantısıydılar… Gerçek bir varlığa sahip değillerdi. Bir çokuluslu şirketin şubeleri gibi Moskova’dan yönetiliyorlardı. Misyonları ve varlık nedenleri, Sovyetler Birliği Komünist Partisi tarafından alınan kararları onaylamak/desteklemekti. Kendi ülkelerinde devrim yapmak değil, devrimin anavatanı olan SSCB’yi savunmak/korumaktı. Sovyetler Birliğinde alınan her kararın, yapılan her şeyin ne kadar gerekli olduğunu söylemekti… Bunun dışında yaptıkları bir şey de resmi geçit töreninde boy göstermekti…
Aslında Komintern, dünya devriminin değil, SSCB’nin bir örgütü olmanın ötesine geçemedi, genel bir çerçevede Stalinist otokrasinin diplomatik bir manipülasyon aracıydı… Adına layık bir enternasyonal hiç bir zaman olmadı…[4]
Bir dizi tekerleme de peydahlanmıştı: Devrimci, komünist parti üyesidir; parti ve partiye mutlak itaat esastır; Parti demokratik-merkezciliği esas alır; parti çelik disipline sahip olmalıdır; halk kendiliğinden bilinçlenemez ona devrimci bilinç ancak profesyonel devrimciler tarafından taşınabilir; devrimi parti yapar; devrim halka bırakılmayacak kadar önemlidir ve mesleği devrim yapmak olan profesyonellerin işidir, Bolşevik Partiyi model alamayan örgütler muteber değildir, vb…
1990-91’de SSCB çöktü ama sol hiç bir zaman “neden çöktü” sorusunu sormadı, tartışmaya cüret etmedi. Soru soracak mecali kalmamıştı çünkü… Zira, vaktiyle sorulması gereken soruyu sormaya yanaşmamıştı… Sovyetik otokrasi tarafından üretilen resmi tarihi ve resmi ideolojiyi zamanında sorgulamaya cüret etmeyenler o soruyu sorabilirler miydi? Bağnaz otokrasiyi ‘sosyalizm’ sayanlar öyle bir şey yapabilir miydi? Elinizdeki bu kitapta Gün Zileli ne oldu, nasıl oldu sorusundan hareketle, çökenin aslında ‘ne olmadığı’ sorusuna odaklanıyor… Hesap baştan yanlış yapılmıştı bir kere… Bizi kurtaracak olan yegane şey radikal eleştiridir ve radikal olmayan eleştiri şeylerin gerçeğine nüfuz etmeye değil, etrafında dolanmaya yarar… Boşuna, devrimci olan sadece gerçeğin kendisidir denmemiştir…
Kardelen, 11 Aralık 2018.
*Bilim ve Sanat
Yayınları, Ankara, Eylül 2018.
[1] Bkz: Fikret Başkaya, “Neden Resmi Tarih?“
[2] Bkz: Fikret Başkaya, Çığırından Çıkmış Bir Dünya.
[3] Bkz: Fikret Başkaya, Yeni Paradigmayı Oluşturmak. Yordam Kitap.
[4] Bu konuda bkz: Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası- resmi ideolojinin eleştirisine giriş, Yordam Kitap, ss. 122-148.