Cuma , 29 Mart 2024

Neoliberalizmin yıkıntıları arasında…- Özgür Amed *

24 Nis 2021

 

Hikâyeyi elbette 20. yy’ın şafağına da götürebiliriz ama 1929 Büyük Buhran ve 2. Dünya Savaşı izlek açısından yeterli doneleri içeriyor. Yeni bir düzen için arayışta olan bir grup insan nihayet İsviçre’nin “Mont Pelerin” bölgesinde Friedrich Hayek ve Milton Friedman’ın öncülüğünde bir araya geliyor. Burada devlet felsefesi başta olmak üzere ekonomi konusu yeniden tartışıldı, piyasanın Keynesyen mantıktan azadesi ve klasik liberalizmin aşılması gerektiği ifade edildi. Her tarafa uygun uluslararası ekonomik bir dil ve içerik de tartışılarak bazı temel amaçlar belirlendi.

 

Özetle, 1947 yılında “Mont Pelerin Cemiyeti” olarak da ilan edilen girişim, küreselleşme fikrine dair önemli bir çıkışın da nirengi noktası.

Evet, günümüzün egemen siyasal-ekonomik ideolojisi neoliberalizmden bahsediyorum.

1970’li yıllar ve sonrası süreçte kendini dayatan koşullara sahip olan, gittikçe hegemonik karakter kazanan bu ideoloji bugün tam anlamıyla yaşamlarımızı alt üst eden korkunç bir hal almış durumda.

Bu korkunç hale kısa süre önce Wendy Brown imzası ile Metis’ten çıkan “Neoliberalizmin Harabelerinde” adlı kitabı merkeze alarak değinmek istiyorum. Aslında kitabın alt başlığı olan ‘Batı’da antidemokratik siyasetin yükselişi’ de amaç ve odağı yeterince işaret ediyor.

Elbette önce neoliberalizmi kavramsal açıdan kısaca tartışmakta fayda var. Ne olduğuna dair pek çok şey söylenebilir fakat en başat özelliklerini hatırlatmak şimdilik konunun sınırları açısından kafidir. Şayet kamu mülkiyetinin ve hizmetlerinin özelleştirilmesi, sosyal devletin radikal ölçüde küçültülmesi, emeğin dizginlenmesi, sermayenin kuralsızlaştırılması ve yabancı yatırımcıları yönlendirmek için vergi ve gümrük dostu iklim yaratılması, demokrasinin gerekli olmadığına inanılması, devletin kesinlikle aradan çekilerek sadece ara sıra gece bekçisi rolüne bürünmesi, girişim hürriyetinin eşitlik ve sosyalitenin yerini alması, halkın kendi kendine aldığı-alacağı kararların içinin boşaltılması, insanın basit bir sermaye, devletin tamamen kazanca endeksli bir şirket ve doğanın da fethedilmesi gereken bir nesne olması, demos’un hepten arka plana atılması, milliyetçilik ve geleneksel ahlakın yürürlüğe konması, siyasal olanın düşmanlaştırılması, populist seçkin karşıtlığının artması ve toplumun yok sayılması hatta lanetlenmesinden bahsediyorsak, o zaman neoliberalizmi konuşuyoruz demektir.

Zaten Brown’un kitaptaki tezi de yukarıdaki geniş tanım aralığına ek olarak 1930’lardaki faşizmin geri dönmediği, aksine mevcut oluşumun görece yeni olduğu, başka yer ve zamanlardaki otoriter, faşist, despot rejimlerden ya da tiranlıklardan farklı olduğu, ayrıca geleneksel ya da bilinen muhafazakarlıklardan da farklı olduğu iddiasının teorisi üzerinedir.

Bir diğer önemli tezi ise ‘antidemokratik siyasetin yükselişi, bir yandan müştereken deneyimlenen ve gözetilen bir şey olarak anlaşılan topluma, diğer yandan ise demokratik siyasal hayatın meşrutiyetine ve pratiğine saldırılar yoluyla gerçekleşmiştir’ şeklinde ifade ediliyor. Kendini ‘ılımlı’ maske ile yaşatan neoliberal aklın özellikleri, bugün nasıl kuşatıldığımızın da cevabını veriyor. ‘Ahlaki doğruluk ile neredeyse yüceltilen bir ahlaksız ve nezaketsiz davranışı yan yana getirme becerisi, göreceliğe öfke, bilime ve akla hiddet, kanıta dayalı iddialara, rasyonel argümanlara, güvenilirlikli ve hesap verilebilirliğe burun kıvırma, siyaset ve siyasetçileri aşağılama ama kudurmuşçasına bir iktidar arzusu ve hırs sergileme’…

Sadece bu kadarı ile de yetinmiyor. Bir kere erkekten yanadır, rengi beyazdır ve Hristiyan hegemonyasını seferber etme ile son derece hemhaldır.

Brown’un kitapta kullandığı girizgâh da bu mefhumun doğasına dair önemli ipuçları veriyor. “Toplum tedavülden kaldırılmalıdır, siyaset tahttan indirilmelidir, kişisel, korunan alan genişletilmelidir, konuşan düğün pastaları ve dua eden gebelik merkezleri, beyaz erkeklerin geleceği yok: nihilizm, kadercilik ve hınç” gibi başlıklarda önemli tartışmalar yürütüyor yazar.

Bu başlıkları yöntem açısından Neo-Marksist ve Foucault’cu bir perspektifle ele alıyor.

Fakat bu bakış açılarına yaslanırken Neo-Marksistlerin kurumlara, politikalara, ekonomik ilişkilere ve sonuçlara odaklanıp; neoliberalizmin hâkim siyasal akıl ve özne üretimi biçimi olarak yol açtığı etkilere değinmeyen yönüne eleştiri getiriyor. Aynı şekilde Foucalt’cu yaklaşımın küresel sermayenin çarpıcı yeni güçlerine pek dikkat etmemesini kabul etmediğini ifade ederek, bu ideolojinin kapitalizmde yeni bir sayfa açtığını, yeni çelişkiler krizler ve güçler ürettiğini gösteriyor.

Neoliberalzim güncel bir vaka olarak üzerine konuşulmaya, bilince çıkarılmaya ve her veçhesi ile mücadeleye ihtiyaç var. Özellikle ulus-devlet üzerinden okumanın çok doğru bir hat olduğunu düşünüyorum. Çünkü aldatmacanın boyutları ancak böyle görebiliriz.

Bu konuda Kürt Özgürlük Hareketi’nin ulus-devlet eleştirisine uzun süre burun kıvrıldığı biliniyor. Pandemi süreci öğretici oldu, devlet olgusunun toplum düşmanı olduğu birkez daha teyit edildi. Haliyle pek çok şeyi yeniden düşünmek zorundayız. Çünkü dayatılan bu küresellikte heteroseksüel, homojen, beyazlık vardır. Diğer herkes Goffman’ın deyimi ile damgalıdır. İşaret ettiği mitsel tarz, seslendiği mağduriyet ve derin kimliksel alan; yeni dünyanın ruhunu da gösteriyor.

Brown, bu durumu neoliberalizmin üçlü sacayağı olarak da görüyor ve “Toplumu dağıtma, siyaseti etkisizleştirme ve yeni özne üretimi” şeklinde gittiğini söylüyor. Yine yazarın diskurundan gidersek neoliberallerin ifade ettiği özgürlük formülleri, aşırı sağda karşılık buldu. Bu karşılığın içinde şiddet normal bir parçadır. Toplumun parçalara bölünmesi ise arzudur. Yazar “artık kimsenin ahlaklı olması gerekmiyor, ahlaka dair naralar atması yeterli” diyerek çok güzel bir özette bulunuyor.

Şimdiyi üretebilme gücüne yaslanarak antidemokratik kültürü yaymada son derece mahir olan neoliberalizm, siyasalı boğmayı, demokrasinin de boğazını sıkmayı sürdürüyor. Sermaye hareketlerinin önündeki engeller ortadan kaldırılırken ve emek sınıfı değersizleştirilirken güçlenen bu anlayış, refah ve huzur etiketleri ile sömürüyü derinleştiriyor. Uygulamalarına bakınca gündelik hayatı düzenleyen, her yere sızan, özgürlüğe düşman, plan ve proje sahibi bir yönetimdir.

Sonuç olarak, her yurttaşın kamu politikası meselelerinde konuşma ve meclis tarafından dinlenmede eşit hak sahibi olmasını ifade eden ‘İsegoria’, yasa karşısında eşitliği koruyan ‘İsonomia’ ve oyların eşit ağırlıkta olması ve siyasal görev alma fırsatında eşitliği işaret eden ‘İsopoliteia’nın, yani demokrasinin bu üç sütunun neden bugün var olmadığının, tam terisini yapanların neden iktidarda olduğunu ve yükselişe geçtiklerinin cevabı neoliberalizmdedir. Buranın üzerinden düşünmek zorundayız. Wendy Brown da buna davet ediyor.

 

*24.Nisan tarihli Yeni Yaşam Gazetesi’nden alınmıştır.