Güngör Şenkal
[email protected]
Fikirler en iyi, nem oranı kontrol altına
alınmış ideolojik bir fidanlığın sessizliğinde değil,
görüş ayrılığı ve karşılıklı eleştirinin
gürültüsünde gelişip olgunlaşır. M. Bookchin
Ekoloji, biyoloji biliminin bir alt kolu olarak doğmuş, canlıların birbirleriyle ve cansız dünyayla olan ilişkilerini incelemektedir. Türkçeye çevrebilim olarak aktarılan bu bilim dalı, 20. yüzyılda genel anlamda bütün çevre durumlarını içerecek genişlikte kullanılmaya başlanmıştır. Başlangıçta Darwin, Möbius, Warming, Tansley, Liebig gibi bilim insanlarınca kullanılan sözcük, bilim kavramı olarak ekolojinin tanımına, Darwin’in Almanya’da tanınmasını sağlayan ve köken teorisini (Al. Abstammungsteorie) geliştiren zoolog, doktor, filozof, özgür düşünür Ernst Heinrich Philipp August Haeckel ile dönüşecektir.
Antrparentez: Nasyonal sosyalistler Haeckel’in görüşlerinden bazılarını sosyal darwinizm çerçevesinde kullanmaya kalkışmış olsa da, daha sonra onun dünya görüşünün etnik biyoloji ile uyuşmadığını duyurmuşlardır.
Bu kavramın günümüzde çok konuşulur ve kullanılır olmasının nedeni, çevre sorunlarının canlılığın kaldıramayacağı boyutlara doğru hızla artmasıdır. Sözcüğün gerçek anlamıyla hayati olan bu konu, insanların çok büyük bir kesimi tarafından henüz anlaşılmış değildir. Bu çoğunluk sera gazı, buzul erimesi, toz partikelleri, deniz kirliliği, içme suyu kıtlığı, plastik tepeleri, nükleer sızıntı vb. sorunları duyar, ama bire bir yaşamıyorsa algılayışları, ʹvarmış, bir yerlerde oluyormuşʹ, düzeyindedir.
Çok çok küçük bir kesim olmasına karşın en büyük çevre kirleticisi olanlar içinse sorun, –kâr zorunluluğundan dolayı- görmezden gelinmektedir. Arada kalan, çevreye duyarlı küçük bir kesim daha vardır ki, bunlar, ekolojik total yıkımın ne kadar yakında olduğunu duyurabilmek için seslerini her platformda yükseltmektedir..
Asıl olan ekolojik sorunlar olarak adlandırdığımız varlık sorunlarımızı, bir yandan bu konuda yapılan araştırmaları herkesin anlayacağı biçimde popülerleştirerek en geniş kesimlere yaymak, diğer yandan da mücadeleyi sorunların kaynağına karşı örgütlemektir. Buna çabalayan aktivistler, çok yönlü bilgi ve deneyim birikimine ihtiyaç duyacaktır. Gereken kuramsal çalışmalar hızla artmakta ve hızla yaygınlık kazanmaktadır.
Bu yazımızda ekolojik sorunlara ve çözüm önerilerine sosyalist soldan yaklaşan iki çalışmayı konu edineceğiz. Bookchin ve Başkaya’nın birer eseri üzerinden sürdüreceğimiz karşılaştırmada, zaten çoğunlukta olan ortaklaşan noktalar öne çıkarılacaktır. Ayrışan görüşleri öne çıkarıp bunlar üzerinden bölünmek, bir araya gel(e)memek kolaydır. Oysa birlikte mücadeleyi örgütlerken de düşünsel farklılıklarımız üzerine düşünüp tartışabilir ve belki de bunlardan daha işlevsel sentezlere ulaşabiliriz. (Bu yazıda alıntılar bilinçli olarak uzun tutulmuştur.)
Doğa ve Topluma Dair
Bookchin, ekolojik sorunların kaynağını tespit etmeye çalıştığı başlangıç bölümünde insanın biyolojik evrimsel sürecini birinci doğa, kendisine özgü geliştirdiği toplumsal özellikleri de ikinci doğa olarak adlandırmıştır. İnsanın bu iki doğasının birbirinden kopuk olmadığını; toplumsal doğasının organik evriminin bir yaratımı olduğunu söylemiştir: ʹSoy, cinsiyet ayrımları ve yaş farklılıkları gibi biyolojik olgular yavaş yavaş kurumsallaşırken, bu olguların toplumsal boyutunun başlangıçta oldukça eşitlikçi olduğuna inanmamız için yeteri kadar sebep vardır. Ancak bu gelişim önce baskıcı bir hiyerarşi, sonra da sömürücü bir sınıf biçimini aldı.
İnsanın ikinci –toplumsal- doğası, kendisine ve kendi dışındaki canlı ve cansız doğaya sürekli etki yapmaktadır. Bu etkinin yönü toplumsal doğanın niteliğiyle yakından ilişkilidir. Toplumsal doğa değişmez değildir ve insanlar arasında bir değişim/mücadele alanıdır. Günümüzde iki gücün bu alanda gittikçe de şiddetlenen çatışması vardır: Toplumsal doğayı, dünyayı her canlı için yaşanılabilir kılma doğrultusunda düzenlemeye çalışanlarla, dünyanın geleceğini sadece bugünün çıkarlarına feda edenler. İnsan ürünü olan toplumsal yapı kendi üzerine baskı yaptığı gibi, doğa üzerine de baskı yapmaktadır. Başkaya, bu nedenle, ʹEkolojik olan, sosyal olandan bağımsız değil…ʹ demektedir.
Başkaya, bu alanın/gidişatın baş aktörü olan insanı olumsuzlayan söylemlere, öncelikle şu sorularla karşı çıkmaktadır: ʹEğer ileri sürüldüğü gibi, başkasını sömürme, başkasının sırtından zengin olma, başkasını baskı altına alma insanın özüne ilişkin bir şey olsaydı, onun fıtratında mündemiç bir şey olsaydı, insanlar arasında dayanışmanın, yardımlaşmanın, kardeşliğin esamesi okunur muydu, etik değerlerden, ahlaktan söz edilebilir miydi? Sürekli didişme, çatışma durumunda bir insanlık varlığını koruyabilir, uygarlık yaratabilir miydi? Ona göre, insan; ʹiyi veya kötü değil, sosyal bir varlıktırʹ.
Peki bu toplumsal doğanın, yaratımı olduğu (içinde oluştuğu) doğaya bakışı nedir, nasıl olmalıdır? Bookchin’in yaklaşımına göre; ʹ… doğa, doğa tarihinin kendisidir; gözlerimizin önünde farklı derecelerde devam eden evrimsel bir süreçtir ve bu süreci dikkate almadan doğa üzerine fikir yürütürsek ona saygısızlık etmiş oluruz. Yani, gözümüzün önünde ‘var olan şeylerin’ her daim ‘daha önceden var olmayan şeylere’ doğru geliştiğini ve bu gelişimin kendi kendini organize eden devamlı bir süreç içinde yer aldığını teslim edecek bir düşünme şekline ihtiyacımız vardırʹ. Başkaya’nın yaklaşımına göre ise: ʹOrmanlar, nehirler, ırmaklar, çaylar, meralar, kaynak suları, yeraltı suları ve diğer yeraltı kaynakları toplumun ve bütün insanlığın ortak varlığıdır. Bunlar müştereklerdir. Herkesin olan-olması gereken, toplumun ortak kullanımına sunulması, asla özelleştirilmemesi, özel mülk kategorisine indirgenmemesi gereken yaşam kaynakları, yaşam alanlarıdır… (…) Müşterekler toplumları bir arada tutan tutkaldır, ortak değerlerdirʹ.
Ekolojik Sorunların Önemine Dair
Ekolojik sorunların kökenine inmeden önce, onların neden bu kadar önemli olduğu üzerinde durmakta yarar vardır. Ekolojik sorunların önemi; insanın kendi adına (çıkarına) bütün canlılığı yok oluşa doğru hızla sürüklüyor olmasından gelmektedir. Bu ise ekolojik yıkımın müsebbibi olan mevcut toplumsal ilişkiler bütününün değiştirilmesi için ekolojiyi önceleyecek bir mücadeleyi zorunlu kılmaktadır. Bu, çok basit bir nedenle böyledir: Yaşamı olanaklı kılan şartların yok olduğu yerde, insanın toplumsal doğasına ait eşitlik, özgürlük, adalet, bağımsızlık, insan hakları vb. kavramlar ile bunları sağlayan ya da baskı altında tutmaya çalışan siyasal formasyonlar kendiliğinden anlamsızlaşır.
Bookchin için, ekolojik krizin niteliğini açığa çıkarmak önemlidir. Ona göre, ʹİyi niyetli birçok ekoloji kuramcısının ve onlara hayranlık duyanların, ekolojik krizi toplumsal bir kriz olarak görmek yerine kültürel bir krize indirgeme çabası, hem gerçeklerin anlaşılmasını güçleştirmektedir hem de yanlış yönlendirme yapmaktadırʹ.
Ekolojik sorunları/gelişmeleri anlayabilmek ve doğru anlamlandırabilmek için yeni ve daha gelişkin bir sağduyuya ihtiyaç vardır. Bookchin: ʹToplumsal mesele ve fikirleri gerçek anlamda bilmek ve onlara yorumsal bir anlam verebilmek için her birinin diğerinden nasıl türediğini ve gelişimin tümü içinde nasıl bir role sahip olduğunu bilmeyi istememiz gerekmektedirʹ. sözleriyle bir anlayış değişikliğinin önemine vurgu yapmaktadır.
Ekoloji sorunlarının kapitalizm dahilinde çözülemeyeceği uyarısıyla mücadelenin gelecekteki biçimlerine yönelik bazı çıkarsamalarda bulunan Başkaya, ʹEkosistemin bozulması ve doğa tahribatı (iklim krizi, kimyasal kirlenme, biyolojik çeşitliliğin hızla aşınması, toprağın kirlenmesi, verimsizleşmesi, tropikal ormanların tahribi gibi) kapitalizm dahilinde durdurulabilir değildirʹ. diyor ve sürdürüyor: ʹEkoloji ve sosyal madalyonun iki yüzüdür. Ekolojiden soyutlanmış bir ‘sosyal’ mümkün değildir. O halde ne yapmak gerekir? Doğa- insan ilişkisini ‘yeniden düşünmek’, tabii onunla birlikte insan ilişkilerini de… Bunları yapabilmenin koşulu da uygarlık paradigmasını değiştirmeyi varsayar.ʹ, ʹAntikapitalist mücadelenin ekolojik sorunu içselleştirmesi; ekolojik hareketin de radikal olarak antikapitalizmi içselleştirmesi gerekiyor… Bunu başarmak da (…) bir kültür devrimiyle mümkün olabilir. Sınıf mücadelesi sorununu sadece üretilenin bölüşülmesine indirgemekuygun değildir. Öncelikle yapılması gereken, üretimci mantığın dışına çıkmaktır. Bunun için de üretici güçlerin gelişmesinin kalitatif alternatifini oluşturmaktır. Tabii bu arada önceliklerin de değişmesi gerekiyorʹ.
Ekolojik Sorunların Kökenine Dair
Bookchin, ekolojik sorunların kökenleri üzerine dururken doğaya hükmetme düşüncesini ve onun kadar eski olduğunu düşündüğü hiyerarşiyi anlattıktan sonra; ʹModern bilimin, ‘doğrusal’ rasyonelliği ve ‘sanayi toplumu’nun (yani, modern ekoloji hareketi içerisinde arsızca başvurulan nedensel etkenlerin) ortaya çıkışından çok önce, hiyerarşik ve sınıflı toplumlar gezegenin kapsamlı bir şekilde yeniden şekillendirilmesini ve sıklıkla da yağmalanmasını başlatarak Çin’deki yamaçların yanı sıra Akdeniz havzasının büyük bir kısmını da tamamen tahrip etmişlerdirʹ sözleriyle, bugün neredeyse sadece kapitalizm üzerinden tartışılan ekolojik sorunların kökeninin çok daha eskiye gittiğine işaret etmektedir.
Günümüzde dünyaya egemen olan ekonomik-toplumsal form kapitalizmdir. Bookchin’in kavramlarına uyarak söyleyecek olursak; günümüzde insanın ikinci ya da toplumsal dünyasına, ekonomik, ekonomik olduğu kadar sosyokültürel olarak da damgasını vuran kapitalizmdir: Bu nedenle eleştirinin merkezinde olması doğaldır. Günümüz ekolojik sorunlarının nedenini anlamak, bir anlamda kapitalizmin işleyişini/mantığını anlamaktan geçmektedir.
Bookchin’e göre; ʹ… modern dünyanın sanayi sermayedarları büyüme başlı başına bir amaçmış gibi davranarak sanayinin yayılmasına ve onun sunduğu ticari güce büyük önem veren rekabetçi bir piyasa yarattılar. (…) Büyüme her şeyden önce bizzat pazar genişlemesiyle ortaya çıkan ve ahlaki kaygılara ve etik ikna yönündeki çabalara büyük oranda duyarsız kalan katı nesnel etkenlerden kaynaklanır. Kapitalist gelişme ile teknolojik yenilikçilik arasındaki yakın bağa karşın –bu piyasaya hâkim olan insanlık dışı rekabet göz önüne alındığında- kapitalist piyasadaki bir şirketin ona en çok yön veren zorunluluğu, vahşi rakipleri tarafından ortadan kaldırılmaktan kaçınmak için büyümektir. Açgözlülük girişimcinin motivasyonunda önemli bir unsur olabilir, ancak her şeyden önce başlı başına varlığını sürdürme güdüsü bir girişimcinin öbür girişimcilerin önünde olmak için kendi üretim aygıtını büyütmesini zorunlu kılar. Kısacası her sermayedar rakiplerini ortadan kaldırmaya çabalamak zorundadır – ya da onlar tarafından ortadan kaldırılacaktırʹ. Sonuç itibariyle, ʹPiyasanın bir hayatta kalma yasası vardır: Söz konusu rekabetçi mücadelede yalnızca hiçbir ahlaki prensibe sahip olmayan kişiler zirveye yükselebilecektirʹ.
Kapitalizmin ʹiki temel olumsuzluk’ yaratmadan ilerleyemeyeceğini söyleyen Başkaya’ya göre; ʹSermayeyi büyütmek de daha ileri üretim tekniklerine sahip olmak ve işçileri daha çok sömürmekle mümkün. (…) Böyle bir ‘zorunluluk’ da üretmek için üretmek, sermaye biriktirmek için sermaye biriktirmek saçmalığı demektir. (…) Zira sermayenin her büyümesi, göreli olarak üretimde kullanılan hammaddelerin, enerjinin toprağın, tatlı suyun artması; doğadan daha çok kaynak çekilmesi demektir… (…) ʹKapitalizm öncesi uygarlıkların, sosyal formasyonlarda sosyal ve ekolojik sorunlar yetersiz üretimden kaynaklanırdı. Kronik bir üretim yetersizliği söz konusuydu. Kapitalist üretim tarzındaysa (burjuva uygarlığı) aşırı üretimden ve aşırı tüketimden kaynaklanıyor.ʹ, (…) Kapitalizm, insan-insan ve toplum-doğa ilişkisinin mahiyetini değiştirdi. Dolayısıylaşimdilerde yüz yüze geldiğimiz sorunlar, sayısız sosyal kötülük, ekolojik yıkım, iklim krizi, eni sonu iki yüz elli yıl geçmişi olan sanayi kapitalizminin eseri…ʹ, (…) ʹ…şimdilerde insanlığın ve uygarlığın yüz yüze geldiği sayısız sorunun, kötülüğün, saçmalığın ve akılsızlığın gerisinde absürt kapitalizm var… Onun açgözlü mantığı ve yağmacı karakteri var…ʹ
Yine Bookchin, kapitalizmin –aynı zamanda toplumsal bir yapı olması nedeniyle- toplumsal yönüne eleştirilerini sürdürmektedir: ʹ… modern kapitalizm yapısı itibariyle ahlak dışı (amoral) bir niteliktedir ve bu yüzden ahlaki çağrılara karşı duyarsızdır. Modern piyasa(nın)… izlediği istikamet, etik reçetelerden ve kişisel eğilimlerden ziyade ‘kâr etmezsen zarar edersin’, ‘büyü ya da yok ol’ ve ‘yok et ya da yok edilmeye hazır ol’ gibi nesnel yasalara bağlıdır. (…) Etik çağrılarla bu acımasızca mekanik dünyayı nesnel özelliklerinden ayırabileceğimizi düşünmek fena halde yanıltıcıdır. Her alana yayılmış bir zorunluluk olarak ‘büyü ye da yok ol’ anlayışını temel alan bir toplumun birinci doğaya yıkıcı bir etkide bulunması kaçınılmazdırʹ, ʹKapitalizm, yeni istekler yaratmak ve teşvik etmek için yeni metalar üretmekle kalmamış, aynı zamanda yeni toplumsal ve kültürel meseleler de ortaya çıkartmıştır…ʹ.
Sosyalistlerin Ekoloji Yaklaşımına Dair
Burada akla şöyle bir soru gelebilir: Ekolojik sorunlar kapitalizm üzerinden temellendirilmeye çalışılıyor. Peki, Marxizm orijinli halk cumhuriyeti ve sosyalist cumhuriyet olarak bilinenlerde durum farklı mıydı ya da bugün hâlâ aynı doğrultuda var olduğunu söyleyen ülkelerde farklı mı?
Değerlendirmeleri çerçevesinde Marx’ı eleştirilerin dışında tutan Başkaya, ʹBizzat Marx da ‘aydınlanma yüzyılının’mirasçısıydı ve insanlığın üretici güçlerinin ‘sınırsız gelişme’ olasılığına ve potansiyeline inanıyordu ve bunda makul olmayan bir şey yoktuʹ, diyor ve üretici güçlerden ne anlaşılırsa gelişiminin kabullenilebilir olabileceğini de ekliyor: ʹEğer üretici güçlerden, insanların maddi-sosyal gerçekliği anlama, bilince çıkarma, kendi yaşam koşullarını kendilerinin belirlemesi, sürece müdahale yeteneğinin yetkinleşmesi anlaşılıyorsa, öyle bir ilerlemeye karşı olmak abestir. Tabii, şeylerin ‘sınırı’ hakkında bir yanılsama da söz konusu değilse…ʹ. demektedir. Devamla; ʹOysa Marx sonrası Marxizmler üretici güçlerden sanayinin büyümesini, makinelerin gelişmesini, doğanın sanayi tarafından sömürülmesini, yağmalanmasını, talan edilmesini anladılarʹ, ʹMarxist olduğunu söyleyen gelenek ‘üretici güçleri’ geliştirme saplantısından yakayı bir türlü kurtaramadı. Bu yüzden de ‘reel sosyalizm’ deneyleri kapitalizmin ürettiğinden daha ileri gidemedi. Yani farklı bir şey yapamadıʹ, ʹ20. yüzyılın ‘reel sosyalizm’lerinin ekolojik performansı da sorunluydu. (…) Elbette yoksul bir ülke için büyüme vazgeçilmezdir ama onu yegâne amaç mertebesine yükseltmek sosyalist toplum perspektifine yabancılaşma sonucunu doğururdu.ʹ sözleriyle, sosyalizm pratiklerinin eleştirisini yapmaktadır.
Daha genel bir eleştiriyi Bookchin’de de görmekteyiz: ʹ… Marksizm yaklaşık bir yüzyıl boyunca kuramsal açıdan bir durgunluk yaşadı. Marksist kuramcılar ortaya çıkan gelişmeler karşısında sıkça kafa karışıklığı yaşamış ve 1960’lardan itibaren de çevreci ve feminist
fikirleri mekanik bir biçimde kendi kuralcı, işçiyi yücelten (ouvrierist) bakış açısına iliştirmişlerdirʹ.
Mücadeleye Dair
Yazarlarımız, yapmış oldukları kapitalizm eleştirilerinin yanında, ekolojik sorunların kapitalizm dahilinde çözümünün olmadığını da her fırsatta dile getirmişlerdir. Başkaya’ya göre: ʹKapitalizm dahilinde ekolojik duyarlılığı esas alan ‘radikal kararlar ve dönüşümler’, her yola başvurularak oligarşiler tarafından engellenecektir ve engelleniyor… Rotayı yerel ve küresel oligarşiler belirlemeye devam ettiği sürece, ekolojik plandaki düzenlemeler, kapitalizmin yıkıcı, yok edici karakterini asla değiştiremezʹ.
Kapitalizmin muhaliflerini içine çekerek –kısmen veya tümden- etkisizleştirme dinamiği, onların eylemleri için de kısmen geçerlidir. Başarı, kapitalizmle bağları koparmayla doğru orantılıdır. Bookchin, kapitalizmin mücadele önündeki tuzaklarından şöyle bahsetmektedir: ʹAslına bakılırsa çevreci hareket ve ideolojiler, ekoloji karşıtı toplumumuzun ‘ahlaksızlığı’ üzerine ahlak nutukları çekmek ve kişisel tutum ve yaşam tarzlarında değişiklik yapılması çağrısında bulunmak ile yetindikleri sürece, kararlı bir toplumsal eylemin gerekliliğini görmemizi engellemekte ve kapsamlı bir toplumsal değişim için verilen mücadeleyi rotasından saptırma eğiliminde olmaktadırlar. Diğer yandan şirketler ekolojiye duyarlı kişisel uygulamalar için duyulan yaygın arzuyu ekolojik illüzyonlar yaratarak beceriyle manipüle etmektedirʹ.
Ekolojik yıkım gibi can alıcı bir soruna karşı mücadele potansiyelleri hem insan hem de araç yönünden oldukça zengindir. Başkaya, mücadeleyi ve mücadelenin ‘yeni aktörleri’ni şöyle tanımlamaktadır: ʹSermayenin saldırısı arttıkça, sosyal kötülükler (işsizlik, yoksulluk, sefalet), ekolojik yıkım ve iklim krizi derinleştikçe antikapitalist mücadelenin büyümesi ve çeşitlenmesi de eşyanın tabiatı gereğidir… Neoliberal küreselleşme çağında neredeyse sermayenin saldırısından nasibini almamış hiçbir toplum kesimi yok. Artık 19. ve 20. yüzyılda olduğu gibi kapitalizm karşıtı mücadelenin yegâne aktörü de işçi sınıfı değil. Sahnede yeni aktörler belirmekte. Saldırı-direnme-karşı saldırı diyalektiğinin bir gereği olarak… Antikapitalist mücadelenin yeni aktörleri köylüler-çiftçiler, kadınlar ve gençler, tabii yerli halklar ve ırk ayrımcılığına maruz kalan kimliklerʹ.
İşçi hareketiyle ekolojik hareketin kopukluğunun bir an önce giderilmesi gerektiğini düşünen Başkaya’ya göre; ʹGeride kalan dönemde işçi hareketi ekolojik mücadeleyi yok saydı. Daha da ötede sadece ilgisiz kalmadı, ona karşı ‘düşmanca’ bir yaklaşım da benimsedi. Ekolojik mücadelenin işçi hareketini zaafa uğrattığı gibi saçma bir saplantıyla maluldü… Ekolojik hareket de işçi hareketinin ‘politik kültürünü’ büyümecilik, üretimcilik, prodüktivistlikle suçlama yoluna gitti. Ekolojik yıkım ve eşzamanlı olarak sosyal kötülükler almış başını giderken, artık bu yaklaşımların terk edilmesi gerekiyor. Hem işçi hareketinin ve hem de ekolojik hareketin bu ‘anlamsız’ ve zararlı’ ayrımı aşması gerekiyorʹ. Başkaya, ayrıca işçi sınıfı yanında ya da onun adına hareket ettiğini düşünen örgütlere bir çağrı mahiyetinde sesleniyor: ʹZira durum artık sol siyasi örgütlerin, ilerici sosyal hareketlerin tek bir soruna odaklanma aymazlığını aşmasını gerektiriyorʹ. Tek bir konuya odaklanmanın sakıncaları -ve sonuçları- konusunda Bookchin de aynı düşünmektedir: ʹTek bir konuya odaklanmış hareketlerin ömürleri de karşı çıktıkları problemlerin ömürleriyle sınırlıdır. (…) Böylesi hareketler, başarılı olduklarında bile saman alevi gibi parlayıp sönerlerʹ.
Yapılması Gerekenlere Dair
Yakın döneme kadar iktisadi öğretilerin maliyet hesaplarına dahil olmayı dahi başaramayan ekolojinin, bugün hesaplanamayacak kadar değerli olduğu bilinci gelişmektedir. Başkaya’nın sözleriyle: ʹBirinci öncelik çevre duyarlılığı olmalıdır. Önemli olan, üretim etkinliğinin doğaya ve insana verdiği zararları olabildiğince azaltmak, asgari düzeye indirmektir. Bu amaçla da enerji kaynaklarını olabildiğince çeşitlendirmek gerekir; güneş, rüzgâr, hidrolik, biyo-yakıt, jeotermi, biyomas gibiʹ, ʹEkolojik planlama doğal kaynak kullanımında küçülmeyi yönetebilmelidir. Her yatırım kararının ekolojik kaygıları dikkate alması gerekirʹ.
Ekolojik planlamanın nasıl olup olmaması gerektiği konusunun da Başkaya için önemli olduğunu görüyoruz: ʹEkolojik planlama mutlaka demokratik ve gerçek anlamda katılımcı olmalıdır. Aksi halde bürokratik bir planlama kitleleri sürece yabancılaştıracaktır. Bu aynı zamanda bir siyasi meşruiyet sorunu da yaratabilir. Asla teknokratik planlama olmamalıdır. (…) Planlama işi ‘uzmanlara’, ‘bürokratlara’ bırakılmamalıdır. O alanda ortaya çıkabilecek olumsuzlukları bertaraf etmenin yolu da kitle katılımının yol ve yöntemlerini keşfetmeyi varsayar. Mesela ‘yurttaş jürileri’, ‘katılımcı bütçe’, ‘uzlaşma konferansları’, ‘yurttaş meclisleri’ gibi…ʹ.
Başkaya’da ‘yurttaş jürileri, yurttaş meclisleri’ biçiminde yer alan aşağıdan örgütlenmeler (ya da komünler), Bookchin’de karşılığını yerel yönetimlerde bulmaktadır: ʹTarihte özgürlükçü teoriler zaman içinde yeni bir toplumun hücre dokusunu oluşturacak özgür yerel yönetimlere odaklanmıştır. Özgür yerel yönetimlerin potansiyelini henüz özgür olmadıklarından ötürü yok saymak, şu an uykuda olan ama komünlerin komünü şeklindeki çok önemli özgürlükçü talebe deneyimlenmiş bir anlam katabilecek olan siyasi alanı es geçmek olacaktır.
Yeryüzünün birçok yerinde olduğu gibi Türkiye’de de ekolojiye duyarlı yüzlerce oluşuma tanık oluyoruz. Çoğu lokal düzeyi aşamayan, bazen en yakınındaki çevre sorununa/mücadelesine bile duyarsız kalabilen bu hareketlerin, kendilerini var eden koşullara yabancılaşmadan ve özerk yapılarını koruyarak bir ağda buluşmaları, mücadelenin gereklerinin optimal düzeyde yerine getirilebilmesi için elzemdir. Bu noktada, Başkaya; ʹDünyanın her yerindeki sosyal hareketlerin etkin iletişim içinde olmaları, ortak amaçlar için ortaklaşmanın yeni ve etkin yöntemlerini keşfetmeyi gerektirir. Artık hiçbir sorunun ‘ulusal sınırların’ dahilinde çözülmesi mümkün değil. Yüz yüze olunan karmaşık sorunlar bir bütünlük oluşturuyor. Dolayısıyla bütünlüklü bir kavrayışı gerektiriyorʹ, ʹArtık gelinen bu kavşakta yapılması gereken, sosyal ve ekolojik hareketlerin eko-sosyalist perspektife, paradigmaya endeksli birliğini sağlamaktır. Zaten ekoloji ve sosyal madalyonun iki yüzüdür. Kızıl-yeşil birlikteliği vakitlice gerçekleştirilmelidir. Bu, insan iradesini aşan bir şey değil, tam tersine koşulların dayattığı bir şeydirʹ. demektedir.
Bookchin, toplumsal ekolojiyi alternatif olarak önerirken, Başkaya’nın önerisi eko-sosyalizm olmaktadır. Bookchin’in ‘toplumsal ekolojisi, ʹ… insan yaşamını bekleyen yazgının insan dışı dünyanın yazgısıyla el ele gittiğini ileri sürer; ancak hiyerarşik ve sınıflı toplumun insanlığa verdiği zararın doğal dünyaya verdiği zarardan hiç de aşağı kalmadığını, hatta muhtemelen onun ötesine geçtiğini de gözden kaçırmazʹ, ʹ…bütün bir tahakküm sistemine… meydan okuyarak, kendilerini insanlığa dayatan ve insan dışı doğa ile insani doğa arasındaki ilişkiyi tanımlayan hiyerarşik ve sınıf temelli değer yargısı sistemlerini ortadan kaldırmayı amaçlarʹ.
Geleceğimizi ipotek altına alan tahakküm biçimleri ve onlara karşı duruşun yöntemleri üzerine durduğu yerde, Bookchin, ʹEkonomik büyümenin, toplumsal cinsiyet kaynaklı baskıların ve etnik tahakkümün – şirket, devlet ve bürokrasilerin insanlığın refahına yönelik saldırılarından söz etmiyorum bile- doğal dünyanın geleceğini şekillendirmede kişisel bazdaki tinsel kurtuluş biçimlerinden çok daha etkili olduğu gerçeğiyle yüzleşmemiz gerekmektedir. Bu tahakküm biçimlerine ekolojik krizin toplumsal kaynaklarına meydan okuyan belli başlı toplumsal hareketler ve kolektif eylem ile karşı koymak gerekir, genellikle –bir oksimoron oluşturan- ‘yeşil kapitalizm’ başlığı altına giren kişisel tüketim ve yatırım biçimleriyle değilʹ demektedir. Bookchin’in eleştirdiği ve sermaye sistemine bir biçimde eklemlenmiş olması dolayısıyla, bütün iyi söylemleri/girişimleri sorun geçiştirici kalmaya mahkum olan yeşil kapitalizm; başka bir söylemle, kapitalizmi aşmaya yönelmemiş ekolojik örgütler/partiler Başkaya’nın da eleştirilerine hedeftir: ʹ‘Yeşil kapitalizm’ bir çözümü temsil etmiyor, zira kapitalizmi sorun etmiyor…ʹ
Doğru anlama ve anlamlandırma işinin hakkıyla yapılamamış olmasının geçmiş yenilgilerin önemli bir nedeni olduğunu düşünen Bookchin, anlama-anlamdırmanın doğru bir mücadele ile güçlendirildiğinde, daha etkili olmasında mevzideki güçlerin kombinasyonunun öneminin altını çizmektedir. ʹKapitalizmin’ diyor Bookchin,ʹgetirmekte olduğu değişiklikleri ve yaratmakta olduğu yeni ya da daha geniş çaplı çelişkileri anlamaktan geri kalmak, her seferinde felaketle sonuçlanan ve son iki yüzyıldaki devrimci hareketlerin hemen hepsinin yenilgisine neden olan hatayı yeniden yapmak olacaktır. Yeni bir devrimci hareketin geçmişten öğrenmesi gereken en önemli derslerden biri, hareketin, yeni halkçı programı için orta sınıfın geniş kitlelerinin desteğini kazanması gerektiğidir. Memnuniyetsiz küçük burjuvazinin… yardımı olmaksızın kapitalizmin yerine sosyalizmi getirme girişimlerinin şimdiye dek en ufak bir başarı şansı olmamıştır ve gelecekte de olmayacaktırʹ. Önerisinin özü ise oldukça nettir ve bu da solun ʹtek bir cephede birleşmesiʹdir.
Geleceğin Sosyalizmine Dair
Yazarlarımız, komünizme ya da komünalizme giden yolda, Marxist öğretiye -bazı eleştirel yaklaşımlara karşın- bağlılıkları nedeniyle sosyalizmi bir ara aşama olarak görmektedir. Şöyle ki, Bookchin’in komünalizmine giden yolda ʹtoplumsal ekoloji’, Başkaya’nın komünizme giden yolunda ise eko-sosyalizm yer almaktadır. Bookchinʹin ifadesiyle: ʹYirmi birinci yüzyıla girerken toplumsal radikaller özgürlükçü ve devrimci bir sosyalizme ihtiyaç duymaktadırʹ. Bundan sonra Bookchin, önerdiği sosyalizmin, -geçmişte amacına kısmen ulaşmış veya hiç ulaşamamış- toplumsal kuramlardan farklı olması gerektiğini vurgulamaktadır: ʹBu sosyalizm ne anarşizmin temelinde yatan köylü-zanaat ‘çağrışımcılığının’ bir uzantısıdır ne de devrimci sendikalizm ve Marksizm’in çekirdeğini oluşturan proletaryacılıktır.ʹ, ʹ…özgürlükçü ve Marksist fikirlerden beslenen, ama aynı zamanda bu eski ideolojilerin ötesine geçen gerçek anlamda ilerici bir sosyalizmin entelektüel liderliğine ihtiyacımız vardır.ʹ, ʹYeni ve kapsamlı bir devrimci bakış açısına ihtiyaç duyulmaktadır…ʹ.
Bookchin’in yeni sosyalizmden beklediği –diğerlerinin yanında- ʹMarksizm’in çekirdeğini oluşturan proletaryacılıkʹ da olmamasıdır. Proletarya konusunda Başkaya ise, ʹAslında proletarya kavramı daha kapsayıcı ve şimdilerde proletarya tanımı dışında kalan kitle neredeyse devede kulak…ʹ diyerek, geniş anlamda bir proletarya tanımıyla Boohchin’in söylediklerine koşut düşünmektedir.
Bu bağlamda Başkaya, ekolojik mücadele ile işçi mücadelesinin birbirini tamamlayarak ortak bir hedefe yönelmesi gerektiğini söylemektedir: ʹEkolojik yıkımı durdurmak kapitalizmden çıkmadan mümkün olmadığına göre, kapitalizmden çıkmak için: 1. İşçi hareketinin ekolojiyi içselleştirmesi; 2. Ekolojik hareketin de radikal olarak kapitalizmden çıkma perspektifine sahip olması gerekiyor. Bugüne kadar ekolojik hareket tutarlı-bütünlüklü bir antikapitalist mücadele yürütemedi. Oysa amacın ikirciksiz bir şekilde, radikal olarak kapitalizmi aşmak olması gerekiyor. En azından hareketin ana damarının öylesi bir perspektife sahip olması gerekiyorʹ, ʹEko-sosyalizm, Marksizmin temel ilkelerinden ve kazanımlarından hareket eden ama onun büyümecilik, ‘üretimcilik’, verimlilik, üretkenlik ve teknoloji saplantısından arınmış bir sosyal, politik, ekonomik, ekolojik, etik paradigma demektirʹ.
Sonuç yerine: Bookchin, toplumsal dönüşüm konusunda söyleyecek sözü olduğunu düşünenlere, ʹVar olan toplumu nasıl değiştireceğimiz konusundaki seçeneklerimiz hâlâ tarihin masasının üstünde durmaktadır ve muazzam sorunlarla karşı karşıyadır.ʹ uyarısını yaparken; Başkaya da ilk yapılması gerekeni göstermektedir: ʹParadigmayı değiştirmek, bir düşünce devrimini varsayar. Eğer dünyayı değiştirmek, insan soyuna yaraşır bir sosyal düzen kurmak istiyorsak, işe kendimizi değiştirerek başlamak gerekecekʹ.
Kitaplar:
Murray Bookchin, Toplumsal Ekoloji ve Komünalizm, Sümer Yayıncılık, 2. Baskı, Mart 2017, İstanbul
Fikret Başkaya, Eko-Sosyalist Paradigma / Komünist Topluma Giden Yol, Yordam, Birinci Basım: Kasım 2020, İstanbul