Perşembe , 28 Mart 2024

*Tayeb Salih

A. Ömer Türkeş

Afrika ve Arap edebiyatının en en önemli yazarlarından Tayeb Salih, 1929 yılında Sudan’da doğdu. Hartum Üniveristesinde eğitim gördü. Bir süre ülkesinde öğretmenlik yaptıktan sonra İngiltere’ye yerleşen Salah, uzun bir süre BBC’nin Arapça bölümünü yönetti, ardından Unesco’da çalıştı. Çok iyi İngilizce bilmesine rağmen romanlarını kendi dilinde kaleme alması direniş kültürünü benimsemesindendir. Sadece dili ile değil seçtiği konularla da direnişi sürdüren Tayeb Salih’in Afrikalı veya Afrikalı Arap olarak toplumsal, dini ve politik kimliğini sergilediği  romanları -“Al-Rajul al Qubrosi” (“The Cypriot Man”), “Urs al Zayn” (“The Wedding of Zein”,1962), “Mawsim al-Hijra ila al-Shamal” (“Season of Migration to the North”, 1966), ve “Daumat Wad Hamid” (“The Doum Tree of Wad Hamid”)- Batı’da ses getirmiş, pek çok dile çevrilmişti. Kısa hikayeleri de modern Arap edebiyatının en iyileri arasında sayılan Salih’in  “Urs al Zayn” (“Zeyn’in Düğünü”) romanından uyarlanan  Arapça film 1976 yılında Cannes Film Festivali’nde ödüllendirildi.  Sudan’ın 1 Ocak 1956’da İngiliz imparatorluğu’ndan bağımsızlığını kazanmasından on yıl sonra, 1966 yılında Beyrut’ta yayımlanan “Kuzeye Göç Mevsimi” 2001 yılında Arap Edebiyatı Akademisi tarafından 20.yüzyılın en önemli romanı olarak ilan edilmişti.

Tayeb Salih, “Zein’in Düğünü” romanında bir düğün haberinin basit bir Sudan köyünün günlük hayatına yaptığı etkileri anlatır.   1962’de Arapça yayınlanıp 1968’de İngilizceye çevrilen ve kısa zamanda Arap Edebiyatı klasikleri arasına giren  “Zein’in Düğünü”  daha sonra prestijli Heinemann Afrika Yazarlar Dizisi içerisinde yeniden yayımlandı. Romandan ziyade novella niteliği taşıyan “Zeyn’in Düğünü”, “Kuzeye Göç Mevsimi”ne de ev sahipliği yapan Nil kıyısındaki köyde geçer. Hikaye Zeyn’in düğün haberininin kulaktan kulağa yayılması ve çocukların neşeli “Zeyn evleniyor” çığlıkları ile başlar. Bütün köy şaşkına dönmüştür; zira Zeyn, köyün ermişi ile delisi arasında gidip gelen bir karakterdir.

Romanın mekanı, “Kuzeye Göç Mevsimi” ile aynı. Burası aynı zamanda -isim verilmese bile- Tayeb Salih’in doğduğu köy. Aslında bütün anlatılarında mekanla birlikte benzer karakterleri ve benzer temaları de kullanıyor Salih. Kimilerine göre bu yaklaşım yazarın, karakterlerin gelişimine tanıklık eden okuyucunun kendisini bütünlüklü bir dünya içinde hissetmesini sağlıyor. Salih’in mekan tercihi köyün sömürge öncesi kültürü, “Sudan’daki medeniyetin merkezini” temsil ettiği fikrini benimsemesinden. Sadece Sudan’la sınırlı değil; Sudan köyü özelinden tasvir edilen hayat aslında Suriye, Cezayir, Mısır ve pek çok Arap ülkesinde sürüp giden hayatları da yansıtıyor. Tayeb Salih’in göztermek istediği parçalanmış Arap coğrafyasının birbirine benzerliği;  “Yakında tüm Araplar bu gerçeği keşfedecekler” demiş bir söyleşisinde; “bizim için birlik bir ölüm kalım meselesidir.”

Kısa, ilk bakışta basit ve olaysız bir roman ama daha derin meselelere açılacak bir derinliğe sahip.

Öncelikle, köy hayatının tasvirinin araştırmacılar tarafından antropolojik bir kayıt sayılacak kadar önemli bulunduğunu söyleyebilirim. Bir zamanlar Türkiye’de yazılan köy romanlarının barındırdıkları sosyolojik zenginliğe benzer bir durum. Öyle ki “Sudan köy yaşamı hakkında etnografik çalışmalar kadar öğretici” olduğunu ileri sürenler de var. Elbette bir romana bu kadar büyük anlamlar atfetmek biraz abartılı. Ama anlatıcının köyü uzaktan etnografik bir mercekle gördüğü çok açık;  “bir yabancı olan üçüncü şahıs anlatıcının yarı-antropolojik bakışları, köylülerin dünya görüşünün altını çizmeye hizmet ediyor. Anlatıcı, köylülerin inançlarını aktarıyor, bu inançlara kefil olmuyor ya da onları gözden düşürmüyor, ancak yine de özgünlüklerinde ısrar ediyor. “

Uyumun sağladığı bir finale bitmesi romanın ütopik yanını, mucizelerle dolu -verimli- bir yılın yaşanması ise doğüstü yanını ortaya koyan motifler. Ancak ütopyasının barındırdığı ironi, bunun bir temenni ya da uyarı olduğu biçimde yorumlanabilir. Doğaüstülük ise çok net değil, daha çok insanların inanç biçimleri ile ilgili. Böyle bir tarzı seçmesinde 60’lı yıllarda Sudan edebiyatına egemen olan  toplumcu gerçekçiliğe karşı oluşunun etkisi var; “Zeyn’in Düğünü”  büyülü gerçekçiliğin   içinde mütalaa edilebilir. Açıkçası dili de böyle bir tarza çok daha yakışıyor.

Kuzaye Göç Mevsimi

Roman, dönemin çalkantılı siyasetinden büyük ölçüde etkilenmiştir. Henüz başlamayan Birinci Sudan İç savaşı Salih’in romanında açıkça ele alınmazken, gölgesi köylülerin verimli ve demokratik bir hükümet için inatçı umutlarının üzerinde asılı kalır.

Batı literatürüne olduğu kadar klasik Arap yazınına, İslam ve Tasavvuf literatürüne de hakim bir yazarın Doğu-Batı sorununa  bakışını yansıtan “Kuzeye Göç Mevsimi”, yoksul bir Sudan köyündeki basit yaşamı, köy halkı arasındaki karmaşık ilişkileri, geleneklerin boğucu baskısını ve bütün bunlarla çevrili bireyin özgürlük arayışını anlatıyor; Yedi yıl Avrupa’da eğitim görüp Sudan’a, Nil kıyısındaki köyüne dönen anlatıcının, köyde tanıştığı Mustafa Said’in, Said’in karısı Hasna’nın ve Sudan’ın hikayesini…

Köye dönüşünden kısa bir süre sonra olağanüstü inceliği ve yakışıklılığı ile dikkatini çeken Mustafa Said ile tanışır anlatıcı. Köyde diğerleri gibi basit bir hayat sürdüren Said’in göründüğünden çok daha farklı bir kimliği olduğunu çok geçmeden öğrenecektir. Ancak onun hakkındaki bilgilerin tümüne ulaştığında Said çoktan ölmüştür. Başkent Hartum’da çalışmaya başlayan anlatıcı köyüne  döndüğünde Said’in bıraktığı intihar mektubunu okur. Karısıyla çocuklarını kendisine emanet ettiğini yazan Said, anlatıcıya yeni bir ufuk açmıştır. Çünkü Said, Batı kültürü ile yetiştirilmiş, Londra’da çevresi kadınlar tarafından sarılmış, önemli mevkilerde bulunmuş ve Sudan siyasi tarihinde yeri olan bir adamdır. Onun neden inzivaya çekilip sıradan bir Sudan köylüsü gibi yaşadığını çözmeye başlar anlatıcı ve hikaye bir kimlik tartışmasına açılır.

Doğrusal görünen zaman akışının kırıldığı andır bu; sömürgecilik döneminde yetişmiş ve geleneğin dünyasını temsil eden Mustafa Said’in hayatı ile yeniliğin dünyasının temsili -bağımsız Sudan’da büyüyen- anlatıcının hayatları birbirini keser, birbirine karışır. Geçmiş yaşanıp tüketilmiş midir, yoksa yeni olanda geçmişin o en kötü kültürel izleri hala egemenliklerini sürdürmekte midirler? Mustafa’nın hayatındaki sırları farkeden anlatıcıdaki değişim aydınlarla halk arasındaki kültürel bir uçurum ifadesidir, ama Said’in her şeyi bırakıp köyle bütünleşme çabası bir çözüm müdür?

Benzer bir yolu kendisinden önceki dönemde geçen Said’in intiharı anlatıcının hayatını da etkiler. Ancak köyün hayatı basit ve gerçekçidir. Doğumu, çocukluğu, evliliği, yoksulluğu, yaşlılığı ve ölümü doğal bir akış içerisinde yaşar halk. Şimdi çok beğendiği Hasna’nın töreler gereği yeniden evlendirilmesinin önüne geçmek arzusundadır. Ancak bu kez de kültürel bir çatışmada buluruz kendimizi. Anlatıcı Sudan’ın yüzlerce yıllık gelenekleri ile mücadele etmekte güçsüz ve pasif kalacak, Hasna’yı trajik kaderinden kurtaramayacaktır.

Son barındırdığı simgelerle özellikle önemli. Zira anlatıcı Mustafa Said’in evine girdiğinde kendisinin de bir yabancı olduğunu fark eder. Aynaya bakar, ve:

“Bir kibrit yaktım. Işık gözümde patladı ve karanlıkta büzülmüş dudakları olan,  tanıdığım ama çıkartamadığım somurtkan bir yüz belirdi karşımda.Ona doğru, kalbimde kinle yürüdüm. Mustafa Said’eolan düşmanlığımdı bu. Yüzün altında bir boyun,boynun yanlarından iki omuz ve göğüs, sonra bir gövde ve bacakları belirdi. Kendimi kendimle karşıkarşıya buldum. Mustafa Said değildi bu, aynada gördüğüm aksimdi.”

Direniş aracı olarak roman

İlk bakışta klasik roman kalıplarında yazılmış ve hikaye anlatımını öne çıkaran bir görünümü var “Kuzeye Göç Mevsimi”nin. Oysa, klasik romanın ben anlatımı ile yazılan hikayesinde, bu biçimi yalnızca geçmişin sömürgeci metinlerinden “Karanlığın Yüreği”ni taklit etmek ve onun ifade ettiği anlayışla hesaplaşmak için kullanıyor Tayeb Salih; Joseph Conrad’ın “Karanlığın Yüreği” romanında beyaz adamın Afrika’nın derinliklerine bir ırmak üzerinden yaptığı yolculuğu tersine çeviriyor. Edward Said’e göre “Kuzeye Göç Mevsimi”, üçüncü dünya edebiyatının direniş kültürünü yansıtır. İlk olarak dil artık İngilizce değil Arapça’dır, ikincisi yolculuk Sudan’dan Londra’ya doğrudur ve son olarak anlatıcı metropolden değil Sudan’ın bir köyünden konuşmaktadır.

Sudan’da misyonerler elinde Batı kültürü ile yetiştirilen ve Afrika’nın Kuzeyine, Avrupa’ya göç eden Mustafa Said, sanki Conrad’ın roman kahramanı Kuntz’un negatifidir. Kuntz’un Afrika’da geçirdiği değişim ve ruhuna işleyen şiddet, İngiltere’de Said’e geçmiştir artık. Sömürgeci mirasın düşünsel ve kültürel izlerini taşıyan İngiliz toplumunda yaşarken öfkesini kadınlara yöneltir genç adam, ardından da -yine Kuntz gibi – kendisine. Üstelik onun anılarını okuyan, o şiddete ve ölüme tanık olan anlatıcı da farklı bakmaktadır artık hayata.

Burada bir parantez açmak istiyorum: Boris Vian’ın “Mezarlarınıza Tüküreceğim” romanı 1946 yılında  yayınlandığında tepkiler toplamış, 1949 yılında ise “ahlaki değerlere hakaret” ettiği gerekçesiyle yasaklanmıştı. Sansürcüler, erotizmin “aşırı” gerçekçi bir biçimde tasvir edilmesini bahane ettiler, ama asıl mesele ırk ayrımcılığının yarattığı şiddettin teşhir edilmesi, “kara” adamın intikamının bedelini “beyaz” kadınlara ödetmesiydi… “Mezarlarınıza Tüküreceğim”de; melez bir ailenin çocuğu olan, hatta “zenci”liği fiziksel görünümünden anlaşılamayacak kadar beyazlar benzeyen kahramanımız Lee, ailesinin geçmişte maruz kaldığı aşağılanmaların ve öldürüldüğü anlaşılan kardeşinin intikamını almak için zengin beyazların dünyasına karışır. Baştan çıkardığı ve hamile bıraktığı kızları öldürmeyi de planlayan Lee, kasabada bir dehşet duygusu yaratmayı başarmıştır… “Kasaba insanları onu yine de astılar. Çünkü o bir zenciydi. Pantolonon altında kasıkları hala kabarıktı.” cümlesiyle sonlanır roman.  “Beyaz görünümlü zenci”, ırkçılığın altındaki irrasyonal düşüncenin ironisidir.

“Kuzaye Göç Mevsimi”nin görünürdeki hikayesinden çok daha derin göndermeleri ve yan anlamları var. Jameson’un ifadesiyle, bireysel kahramanın kaderinin üçüncü dünya kültür ve toplumunda mücadele veren kamunun allegorik temsiline dönüştüğü bir anlatı. Hikayedeki kişilerin toplumsal sınıf ve katmanları simgelediği ve aydının giriştiği mücadelenin, mücadelenin verildiği mekanla sınırlı olmayıp bütün bir ülkeyi ifade ettiği “Kuzeye Göç Mevsimi” Sudan’ın özel tarihidir.

Edward Said “Kültürel Emperyalizm” adlı incelemesinde Tayeb Salih’ın kurgusunun son derece bilinçli bir şekilde Joseph Conrad’ın “Karanlığı Yüreği” romanını izlediğini ve tersine çevirdiğini söyler. Kuzeyden güneye ve güneyden kuzeye olan müdahale ve geçişler, Conrad’ın çizdiği sömürgeci gidiş-geliş yörüngesini genişletip kabarıklaştırır. Mustafa Said’in mahkeme sürecinde aklından geçenler bu durumu çok iyi yansıtır:

“… onlara karşı birtür üstünlük duygusu hissediyordum çünkü bu ritüelin öznesi bendim; üstelik ben bir sömürgeciyim, kaderi belirlenmesi gereken bir istilacıyım. Mahmud VaadAhmed, Atbara Savaşı’ndaki yenilgisinden sonra prangalarla Kitchener’a getirildiğinde Kitchener ona ‘Yakıp yıkmak ve yağmalamak için neden benim ülkeme geldin?’ demişti. Bunu o toprakların asıl sahibine söyleyen bir istilacıydı o ve o toprakların sahibi başını eğmiş ve hiçbir şey dememişti. Aynısı benim içinde geçerliydi. O mahkemede, Kartaca’daki kılıçların çarpışmalarınıve Kudüs toprağının kutsallığını ezerken Alenby’nin atlarınıntoynaklarının gürültüsünü duyuyordum. Gemiler Nil’e ilk önce ekmek değil silah taşımak için açıldılarve demiryolları aslında askerleri taşımak için çalışıyordu; okullarda bize onların dilinde ‘evet’ dememiz öğretiliyordu. Bize en büyük Avrupa zorbalığının virüsünü bulaştırdılar, Somme ve Verdun’daki, dünyanın daha önce hiç bilmediği bu virüsü, onların bin yıldan fazla zamandır taşıdıkları virüsü. Evet, beyler, sizin evinize bir istilacı olarakgirdim; tarihin damarlarına enjekte ettiğiniz zehrin bir damlası olarak. Ben Othello değilim. Othello biryalandı.”

Salih sömürgeci edebiyatın kendine mal ettiği kurgusal toprakları gerçek sahipleri adına geri istemekle kalmaz, Conrad’ın görkemli düzyazısında boğulup kalmış farklılıkları ve bunların imgesel sonuçlarını da dile getirir. Çünkü “Üçüncü Dünyanın sömürgecilik sonrası yazarları, geçmişlerini yanlarında taşımaktadırlar; aşağılayıcı yaraların izleri olarak, çeşitli pratiklerin kışkırtıcısı olarak, geçmişe ilişkin, sömürgecilik sonrası bir geleceğe yönelerek gizil bir biçimde gözden geçirilen anlayışlar olarak, eski sessiz yerlinin genel bir direniş hareketi içinde sömürgecilerden geri istediği topraklar üzerinde konuştuğu ve yapıp ettiği, ivedilikle yeniden yorumlanıp yeni bir düzene sokulan deneyimler olarak”…

Simgelerle yüklenmiş bu sert ve eleştirel romanda hayatın anlamına ulaşamıyor anlatıcı. İntihar eden Mustafa Said ise eski ve yeni arasındaki bir sentezin başarısızlığını simgeliyor. Tayeb Salih, erkek kahramanların kültürel kimlikler çevresinde verdiği mücadelede başka bir meselenin ihmal edildiğini vurgularken, yüzeysel bir batılılaşma serüveninin sınırlarını çizmiş; Sudan’da erkek egemen toplumun ve geleneklerin gücü karşısında Mustafa Said de, anlatıcı da aciz kalıyorlar. Bir başka kültüre geçişin acılarını aynı duygularla paylaşıyorlar belki, ama onların hissettikleri acı yalnızca kurgulanmış bir bilinçte yaşanır, farklı kuşaklardan gelen bu iki erkek benzer bir kimlik kavgası sürdürürlerken yanı başlarındaki Hasna’ya kaderini sessizce kucaklamak düşüyor.

Kadın düşmanlığının en belirgin örnekleri, kadın sünnetinin grafiksel tartışmasının yanı sıra Hüsna’nın Wad Rayyes ile zorla evlendirilmesini içeren romanın şok edici ikinci yarısında ortaya çıkıyor. Salih, Sudan’ın kırsal kesimlerinde kadınlara yönelik baskıyı kınamasına rağmen eleştirisi sadece kendi ülkesiyle sınırlı değil. Mustafa’nın İngiltere’de tanıştığı kadınlar da sosyal kısıtlamalara tabidir; eğitimlidirler ancak iş bulamazlar ve Mustafa’yla olan cinsel ilişkilerinden dolayı sosyal olarak lekelenirler (bu da intiharlarını kısmen açıklar). Mahjoub gibi iyi niyetli karakterler bile kadınların kendileri için karar veremediklerine inanır. Anlatıcı, bu ortodoksluğa meydan okuyan tek karakterdir, ancak nihayetinde Hüsna’nın evliliğine müdahale etmek veya kadın sünnetine karşı çıkmak istemez. Afrika ve Avrupa toplumlarında kadına yönelik baskı ve şiddetin ciddi, yakıcı tasvirleri, romandaki en az belirsiz siyasi “mesaj” dır. Salih’in bu konuları tasviri, dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar kadınları inciten ve köleleştiren toplumsal düzenlere karşı açık bir eylem çağrısı anlamına geliyor.

“Çok şaşkındım ve gözümün önünde iki sahne belirdi. Mustafa Said’in dulu Hüsna Binti Mahmud’un iki örnekte de aynı kadın olduğunu farkettim: Londra’daki, açılan iki beyaz uyluk ve Nil kıyısındaki ücra bir köyde şafak sökmeden Vaad Reyis’in ağırlığının altında inleyen bir kadın. Eğer ilkikötülük demekse, diğeri de kötülük demekti. Veölüm ve yaşam gibi, Nil’in akışı gibi, buğday hasadıgibi evrenin sisteminin bir parçasıysa bu, o halde oda bir parçasıydı.”

Tayeb Salih roman kişilerinin iç dünyalarını farklı düzeylerde ve yoğunlukta psikanalitik tahlillerle yansıtırken gerçeklik ve hayal, Batı ve egzotik şark arasındaki kültürel fark, kardeşliğin uyum ve çatışması, bireyin sorumluluğu gibi temaları öne çıkarmış. Bu motifler ve onların bağlamını yazarın İslâmi kültürel geçmişi ile pre-kolonyal ve post-kolonyal modern Afrika deneyimine dayanıyor. Ve sonuçta Tayeb Salih bireyin uyumlu bir varoluşunun ancak insani değerler etrafında kurulu bir toplumda mümkün olabileceğini vurguluyor.  

Kuzeye Göç Mevsimi Tayeb Salih

*2023 kış dönemi A. Ömer Türkeş ile yapılan ‘Çağdaş Dünya Edebiyatı seminer metnidir