Barış nedir sorusu, barışın neliğini söz konusu eder. Barışın neliği demek, barışın belirleyici özelliklerinin neler olduğunun betimlenmesi anlamına gelir ki, barışı belirleyen başkaca neden ve nasılları inceleyen deneyimsel, bilgisel ve bilimsel tüm başka alanların bilgileri üzerinde yeniden düşünmek ve asıl belirleyenin ne olduğunun bulunması barışın tanımını vermek demektir.
Barış; çatışmasızlık, uzlaşma kültürü, karşılıklı tanınma ya da tekil-tikel karşılaşmaların tam örtüşmesi demek olan farklılıkları karşılıklı olarak tanıyan bir uyuma işaret eden anlamlarla anlatılabilir. Ancak çatışmasızlığın, uzlaşma kültürünün veya karşılıklı tanınmanın hangi koşul, temel ve ilişkiler düzleminde sürdürüldüğü önemlidir.
Barış, öncelikle insanın kendiyle barışıdır. Sonra da birlikte yaşadıkları türdeşleriyle barışını dile getirir ve nihayet insanlar, yaşadıkları ortam olan doğayı gözeterek doğayla ilişkilerinde barış dile gelir. Barış, yaşamın her alanında bir baskısızlık durumu ve karşılıklı uyum olarak belirlenebilir.
Yukarıda işaret edilen özelliklerden çıkarılabilecek barış; demokrasi, eşitlik, özgürlük ve adaletin varlığı anlamına gelir. Demokrasi, eşitlik, özgürlük ve adaletin herkese, herşeye yayılması, insan ve doğa ilişkilerinde karşılıklı yardımlaşma aracılığıyla geliştirilen sevgi ve güven ortamının insanların maddi ve tinsel yaşamlarına egemen olması anlamına gelir barış. Barış, insanlığın özgürleşme ve toplumsallaşmayla kazandığı baş eğdirilemeyen içkin otarkıdır.
İnsanlar barış içerisinde olmadıkça, sürekli bir çatışmaya hazırlık ve yok etme-yok olma geriliminde hayatı savaşa dönüştürmektedir. Günümüzde tüm insanlığın başındaki bela bu durumdan kaçınamamaktır. Doz farklıdır ancak kürenin dört bir yanı aynı kaygı, korku ve titreme içerisinde sarsılmaktadır: Geleceğin güvence altında tutulup tutulamayacağı gerilimidir bu.
Barış mücadelelerinin kendisi de barış için çabalar olarak adlandırılabilir ve barışın kendisi barışın dayandırılması gereken temellerden ve bu temellerin hazırlanmasından başkaca birşey değildir. Birileri birilerinden daha eşit ve özgür olunca adaletsizlik başlamakta, zengin ve güçlü taraf da zayıfın içerisine sürüklendiği yok olma-yok etme psikolojisine kapılmaktadır. Çünkü toplum bir bütündür ve bir parçanın diğerinden farklı olması, bütüne yansıyarak bir eşitsizliğin ve bu eşitsizlikten doğan adaletsizlikten, özgürsüzlükten herkesin etkilenmesine yol açmaktadır.
Bugün barışın temeli; yaşamak için emeğini satmak zorunda olan, yani emeğiyle geçinen çokluğun adalet taleplerini, şiddetle ve terörle kadın haklarına saldıran, özgürlükler ve ekolojik bir yaşam için mücadelelere hak veren ve özgürlükleri ortadan kaldıran bir bakış açısına karşı mücadeledir.
Barış, barışı isteyenlerin bir barış ahlakına sahip olmadıkları yerde olanaksızdır. Barış ahlakı, insan-insan, insan-doğa ilişkisinde zamansal ve uzamsal uyumu karşılıklılık bağlamında kuracak düşünce, eylem ve duygu hali içinde olmayı öngerektirir. Bunun anlamı, barışın başkalarıyla ilişkilerin karşılıklı yardımlaşma ve dayanışmaya dayanması anlamına gelen sevgiyi içerdiği, diğer insanlar ve doğayla karşılaşmalarda herkesçe paylaşılan bir duygudaşlığın temel olduğu ve karşılıklı eylemlerin karşılıklı ortak hoşgörüye dayanmasıdır. Etik eylem, karşılıklı duygudaşlıktır (empati), bu yaklaşım başka olana benzeme ya da başka olanı kendine benzetme değil, farklıya kendi gibi bakmak, kendi olarak görmektir. Karşılıklı saygı çerçevesinde birbirleriyle ilişkilerini hoşgörü üzerine kurmak etik eylemin bir yanıdır.
Barış; insanların ve doğanın birbirlerine zarar vermeksizin etkileşimini dile getirir. İnsanın ve doğanın kendini gerçekleştirememesine, yabancılaşmasını ortadan kaldırmaya yönelmek, tekil kendini gerçekleştirmeye olduğu denli türdeşine ve doğaya da kendini gerçekleştirmesi için mücadeleye girişmek anlamına geleceğinden, herkes herkesle ortakça dayanışmalıdır. Çünkü zaptı rapt altına alınan özgürlükler, tekilliklerde yanılsamalı bir gerçeklikken genele yayıldığında hakikat olur.
Güvenlik ve özgürlük ilgisi yanlış bir biçimde; egemenlik, iktidarın sıradüzeni içeren devletçi bakış açısıyla devletin güvenliği, kamusal olanın güvenliği olarak değerlendirilmektedir. Oysa güvenlik, toplumsal güvenliktir, toplumun ve toplumu oluşturan tek tek insanların güvenliğidir. Bunun anlamı, güvenliğin ancak özgürlüklerin güvenliği olduğudur, yani tekil birey ya da öznelerin özgürlüğünün güvenlik altına alınmasıdır. Teklerin güven altında olmadığı yerde, bütün olan kamusal alan ya da devlet adıyla anılan kurumlar da kendiliğinden güvenliksizleşir. Toplumun kurucu tekilliklerinin özgürlüğünün olmadığı bir yerde toplumun veya sözde “toplumu temsil eden örgütlenme” ya da “devletin de demokratikliğinden” söz edilemez.
Başka deyişle güvenlik denilen şey, iktidar ya da devlet denilen şeyin bir yansımasıdır. Güvenlik nerede söz konusu edilirse, orada güvensizlik söz konusudur. Nerede güvenlikten ve özgürlükten söz edilmiyorsa, orada güvenlik ve özgürlük vardır da denebilir. Güvensizlik, tekil insanların yaratabilecekleri birşey değildir. Tersine, örgütlü ve kuvvet biriktirmiş kurumsal yapılarla harekete geçirilir. Güvensizliğe, korkuya ve teröre nerede rastlanırsa, orada birlikte yaşayamama, ortak çıkarları gözetememe vardır. Bu durum ister içsel dinamiklere dayandırılsın ister dışsal dinamiklere, sonuç değişmez; ne adına olursa olsun, birileri birilerine baskı ve şiddet uygulayarak ortak çıkar denilen özgürlük, adalet ve eşitliği bozmaktadır. Böylesi bir durumun kaynağı “genellikle” özel mülkiyetçi bir düşünme, eyleme ve toplumdışı toplumsal örgütlenmedir.
Çünkü iktidar ve zenginlik hırsının kaynağı, toplumun ortak zenginliklerinin tek tek insanlar tarafından ele geçirilmesi sapkınlığıdır. Özel mülk edinme bir sapkınlıktır, çünkü paylaşmayı, dayanışmayı ve vermeyi değil, sahiplenerek herşeyi başkalarından alarak egemenlik kurmayı amaçlar. İktidar ve egemenlik biçimlerinin her türlüsü, en yumuşak ifadeyle sevgisizlik ve hoşgörüsüzlükle betimlenebilir. Çünkü varolan ortak değer ve zenginlikleri yalnızca kendisi için isteyenler, paylaşmanın ortak mutluluğu yarattığından bihaber olanlar olsa olsa açgözlüdürler ve kendi çıkar ve hırsları için tüm insanlığı tehdit edecek zalimlerdir.
Özgürlük ise insanın öznellik sınırlarını aşmaksızın ve onun yeteneklerini gerçekleştirmesinin başkalarınca sınırlanmaksızın devinmesidir. Özgürlük, herşeyin herkese ait olduğunu ve herkesin bu dünyanın nimetlerinden faydalanması gerektiğini, böylelikle de üretilen ve yaratılan tüm zenginlikleri herkesle paylaşmayı içerir. Özgürlük, birilerinin birilerini yönetip yönlendirmesini reddederek, her tekilin ya da yerelin kendini belirlemesini ister. Bir yerde bir sorun çözülecek ya da bir gelecek inşa edilecekse, burada yaşayan herkesin ortak iradesinin kararlaştırmalarına bağlı kalır. Özgürlük, insanın ve yerelin kendini ortak kararlaştırmalarla belirlemesi anlamında barıştır, mutluluktur. Mutluluk, varlığın özgürlük içerisinde sürekliliğidir.
Öne sürülen, “Savaş bitmeden barış olmaz” ya da “barış olmadan savaş bitmez” soyutlamaları, barışı; çatışmasızlık, ateşkes, müzakere görüşmeleri olmadan kurmaya çalışma gayreti gösterisi altında savaşı, terörü ve şiddeti artırarak topluma zulmetme yolundan başka bir anlama gelmez. Bir barış isteniyorsa, barış isteyenler şiddet ve terör yoluna girmekten imtina etmelidirler. Barışın yolu açıktır: Çatışmasızlık ya da ateşkes, müzakere ve sorunlara çözüm bulmak amacıyla tarafların birbirlerini tanımaları zorunlu zemindir. Eğer taraflar birbirlerini tanımazlarsa, ateşkes ya da çatışmasızlık sözde müzakerelerle sürerken, savaşın her daim tetiklenebileceği kaynakları besler ve büyütürler.
Barışın anakucağı olan karşılıklı tanıma-tanınma, eşit, adil ve özgür bir ilişkiyi gerektirir. Karşılıklı tanıma-tanınma ilişkisinde tarafların birbirlerini eşit görmemesi, adalet ilkesini yaralar ve karşılıklı özgürlüğü ortadan kaldırır ki, bu durum çatışmaları yeniden alevlendirecek zemindir. Karşılıklı ilişkide bir tarafın bir tarafı adaletsiz, özgürlüksüz ve eşitsiz bir diyaloğa çağırması hakarettir ve Aristoteles’in dediği gibi, “savaş hakaretten doğar.”
Günümüzde toplumsal ve etnik çatışmaların sürmesinin asıl kökü belki de buradadır: Karşılıklı tanıma-tanınma, eşit, adil ve özgür bir ilişkiyi kuramamak. Böylesi bir ilişkiyi kuramamanın temelinde duran düşünme ya da inanç, tarafların herşeyi kendilerinin belirlemesi gerektiği yargısına bağlanmadır. Bu kavrayış, egemen olma veya egemen olmak isteme ile ilgilidir ve kapitalizmin ya da yukarıda değinildiği gibi, toplumun ortakça sahip olduğu zenginlik ve kuvvetleri kendi özel mülkü sanma ya da yapma hırsının sonucudur. Bilindiği gibi, baskı ve şiddet, kölelik ve iktidarın varlığının ortak kaynağıdır ve egemenlerce her zaman elde tutulmak istenir ki, iktidarları sürebilsin. Oysa bilinmemektedir ki, özel mülkiyetçi toplumlarda ve kapitalizmde zenginlik ve şiddet, herkesin efendisidir.
Barış, ya o ya o veya ne o ne o denilerek doğada ve toplumda ötekileştirmeyi kuran ayrımcılığa karşıdır. Barışı, başkayı ötekileştirip dışlamayan hem o hem o diyalektiği kurar. Bu düşünceyle ifade edilmek istenen, Hegel’in Efendi-Köle diyalektiğinin aşılması mantığının vurgulanmasıdır. Özbilinçlerin karşılıklı olarak birbirlerini tanımamalarıdan ortaya çıkan çatışmanın sonucu, ölümü göze alan özbilinçlerden birinin yenilerek köleleştirilmesi ve diğerinin de kendini köleye efendi olarak kabul ettirmesi, yani köle olana baş eğdirmesidir. Hem o hem o diyalektiği, karşıtların birbirlerini çatışmaya girmeksizin özbilinç olarak tanımaları ilişkisidir. Buna göre, tarafların karşıtlarını tanımaları ilişkisi çatışmasızlık, sorunları karşılıklı tartışma olanakları geliştirir, böylelikle barışın temeli atılabilir.
Barış, savaşı çağıran çatışma demek olan günümüz toplum yapısının üzerinde yükselen ilişkiler yerine başka bir dünyayı kurmak anlamına gelir. Bu ise, günümüzde toplumsal yaşam alanlarının üzerinde yükseldiği politika, ekonomi, hukuk ve diğer kültürel hayatın belirleyici özelliklerini değiştirmek gerektiğine vurgu yapar.
Barış bağlamında incelenmesi gereken en önemli noktalardan biri de, insan haklarıdır. İnsan haklarının, insan türünün yaşadığı yerelleri ve coğrafyaları ayırmaksızın ortak olan olarak değerlendiren bir düşünce ve bu düşünceyi eyleme dönüştüren uygulamaları söz konusu etmeksizin ele alınamayacağı aşikardır. Bu bağlamda, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin (İHEB) 17. Maddesinde vurgulanan “özel mülkiyetin hak olduğu”nu belirten maddenin yeniden değerlendirilmesi gerekir. Şu nedenle ki, 17. Maddedeki özel mülk edinme aracılığıyla, mülk sahiplerinin mülklerinden aldıkları güçle doğaya ve insanlara eziyet edici düşünce ve eylemlere girişmeleri engellenmeli ve sömürü doğuracak ilişkiler yasaklanması açık seçik belirtilmeli, sömürü, ayrımcılık ve şiddeti besleyici yönelim girişimler engellenecek şekilde yeniden yazılmalıdır.
Buradan hareketle denebilir ki, evrensel ilke ve değerlerle, İnsansallık ilkesine dayanan bir “Yeni İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” ve burada belirlenen düşünceleri geliştirecek kuralları toplumlar Yeni Anayasalarında yerellerin özgünlüğüne uygun olarak insansalca güncelleyecek bir yaklaşımın felsefi bir temel düşünce olmasını ileri sürecek genel çerçeveyi belirlemek gerekmektedir. Bu düşünceden hareketle, yürürlükteki eski İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin içeriğinin eleştirilerek düzeltilmesi ve küresel ölçekte insansala dayalı bir metnin yerel anayasalara dayanak olacak şekilde şimdiden ilk ilkelerinin ortaya koyularak tartışılması günümüzün en önemli düşünsel barış görevi olarak belirlenebilir.
Barış, sıradüzenli (hiyerarşik) tanıma-tanınma ilişkisi yerine, karşılıklı etkileşim ve ilişkiler içinde olanların eşit, özgür ve adil bir ilişki içerisindeki karşılıklı tanıma ve tanınmanın varlığına dayanır. Yukarıda dile getirilenler ilke edinilerek belirlenmek istenirse, barış ilk adımı; kadın, ekoloji, devlet, demokrasi, eşitlik, adalet ve hukuk, demokrasi ve politika gibi temel konularda toplumun değişik sınıf ve katmanlarınca ortaklaşa bir uzlaşmanın oluşturulmasından, anlaşılan temel ya da ilkelerde insansal ilerlemeye olanak sağlayacak araç, süreç ve koşulları beslemekten geçer. Bu tarihsel örnekleri bakımından böyle görünür olmuştur ve hala da böyle olacak gibi görünmektedir.
Toplumsallığın ve yaşamı sürdürmenin kültürel ve biyolojik genetik kodu barıştır. Oysa özel mülkiyetçiliğin ve kapitalist “toplumdışı toplumsallığın” insanın bu toplumsallığa dayalı genetik kodunu her geçen gün ortadan kadırdığını, insanları bencillikle zehirleyerek; kazanç, başarı, ün ve erk hırsıyla zalimleştirdiğini, öfke, nefret, düşmanlıkla zalimleştirerek sadist arzularını körüklediğini, şiddet ve teröre yönlendirdiğini açıkça görmek gerekir. Bu bilgi ışığında atılması gereken ilk adım, dünyanın ve insanlığın sonunu getirecek kapitalizmin açgözlülüğünden arınmak anlamına gelecek olan, herkese eşitçe tüm zenginliklerin pay edilmesinin sağlanmasıdır. Böylelikle de hakiki bir adalet, eşitlik ve özgürlüğün doğmasının temelleri atılmış olur.
Barışın felsefesinin çözmeyi deneyeceği olgu ve alanlar öylesine insan ve toplum yaşamına yayılmıştır ki, bunları ortadan kaldırmak uzun yıllar alacak izlencelere uyularak şimdi ve burada işe girişmeyi gerektirmektedir. Çatışma ve savaş kültürünün insanlara aşıladığı ve toplumsal genetik kodlarını bozduğu normalliklerinin altında saklanan dehşet verici patolojiler gizlenmektedir. İnsanların tekil ilişkilerinde bile açıkça görülen bu kıyıcılık, toplumsal hınç, çekememe, kıskançlık, sahiplenerek ele geçirme, baskı, verememe ve paylaşamama gibi duygulanımlar ve nice sayısız örnekler altında vücuda gelerek yayılan kötücüllüğün kökleri, öncelikle ve ivedilikle özel mülkiyet ve ondan türeyen etkiler olarak belirlenmelidir.
Şeytan Ayetleri’nin yazarı Salman Rüshdi, “İktidarın meclisinde yetişmek, onun usullerini öğrenmek ve soğurmak demektir… iktidarın adetlerini, tınısını, duruşunu, diğerleriyle olma hallerini. O kendisine fazla yaklaşanlara bulaşan bir hastalıktır. İktidar sahibi sizi ayaklarıyla eziyorsa, onun tabanlarından hastalığı kaparsınız”, demektedir. Bu düşünce ile Salman Rüshdi, kapitalizmde yaşayan herkesin iktidar ve şiddet ile hemhal olduğunu ve bu nedenle de, öncelikle ve özellikle kapitalizm karşıtı olanların anda ve uzamda varolmalarının beslendiği köklerinin hastalıklarını görmelerini, özel mülk edinme ve iktidar hırslarını sağaltmalarının kaçınılmaz zorunluluğunu ve bu süreçten kimsenin kaçınamayacağının altını çizmek ister gibidir.
Ve Türkiye…
Barış, Türkiye için de, ilkin karşılıklı tanıma ve tanınma ilişkisinde, toplumsal sınıf, kimlik ve etnik farklılıkların birbirlerine saygı göstermesi anlamına gelir. Özgürleşme tekilin özgürleşmesi bağlamında tekillikler anlamına gelen yerellerin özgürlüğünü de dile getirir. Buna göre, her tekil ve yerel, kendini ilgilendiren sorun ve konularda kendini belirleme özgürlüğüne sahip olmalıdır. Her tekilin kendini belirlemesi söz konusu olduğunda, adalet, eşitlik, demokrasi ve özgürlüğün varolması gerekir ki, bu kavram ya da olguların gerçeklik taşımaması nedeniyle, Türkiye’de barış tesis edilememektedir.
Artık şunlar söylenebilir: Günümüzde devlet, anayasal meşrulaştırmasını da, şiddet uygulama tekelini de ancak anayasal ilkelere uyarak haklılaştırır. Oysa Şırnak, Nusaybin, Cizre, Yüksekova ve birçok yerelde devletin kendi şehirlerine güvenlik gerekçesiyle özel harekat polisleri, jandarma ve ordu kuvvetleri ile girmesi, bu da yetmezmiş gibi, kim oldukları bilinmeyen, kayıt ve belgelerde bulunmayan Esadullah timi diye yansıyan, resmi güvenlik kuvvetleri tarafından da karışılamayan silahlı saldırganlar insanları öldürmek, yaralamak ve tehdit etmekle yetinmemekte, tüm toplumda terör yaratarak kaygı ve korku yaymaktadırlar. Bu olaylar karşısında devletin anayasal dayanağının ne olduğunu, meşruluğunun neye dayandığını, nereye kadar olduğunu belirtme ve gösterme cesaretinde tek bir gerçek anayasal makam ve devlet görevlisi savcı ya da hakim ortaya çıkamamıştır. Anayasal ilkeler çiğnenmekle kalmamakta, gücü elinde bulunduranlarca keyfiyete göre alaya alınıp oynanmaktadır.
Belli ki, devletin güçleri anayasaya dayalı kurumlara değil, keyfince hareket etme pervasızlığını gösteren resmi ama meşruiyetini yitirmiş odaklara hizmet etmektedir. Öyle olmasaydı, yüzlerce T.C. vatandaşının hayatını kaybetmesinin hesabını kanun gücüyle donanan yargı çoktan sorardı.
Roboski, Suruç, Diyarbakır ve Ankara bombalamaları sonucu onlarca T.C. vatandaşının ölmesinden sonra bile, olayların yardımcılarının bulunamaması, hatta aranmaması, meşru yasalara dayanarak kurulmuş HDP binalarının ve Kürt kökenli yurttaşlarımızın bazılarının işyerlerinin yakılmasına ait görüntülere rağmen, sorumluların yakalanmaması, hatta bazılarının belge, bilgi ve görüntülerinin olmasına aldırılmayarak hukuksal sürecin başlatılmaması, “devletin yurttaşlarının haklarını koruduğu” gibi bir içkin aykırılık taşıyan düşüncenin (oksimoronun) özünü gözler önüne sermiştir. Bir yurttaşın öldürülerek polis aracıyla cesedinin sürüklenmesi bile kanunları harekete geçiremediğine göre, buradan iki sonuç çıkarılabilir: İlki; Türkiye Cumhuriyeti Devletinin anayasallığı ve hukuka dayalı olduğu temel düşünce sorgulanabilir olmuştur ve ikincisi de; Türkiye toplumunun yalnızca hukukiliği değil, ama aynı zamanda insan hakları ihlalleri karşısındaki suskunluğuyla vicdanını yitirdiği yaklaşımı tartışılabilir olmaktan çıkmıştır. Bu sonuçların medyada sıklıkla tartışılmasından çıkarılabilecek yargı budur denebilir. Cinayet, saldırganlık değil, suç ve suçlular değil ama madur ve saldırıya uğrayanların suçlanması ve yargılanması ya da kolluk kuvvetlerince baskıya maruz kalması, neredeyse nefesi tükenmiş toplumsal barışı derinden yaralamakta, ortadan kaldırmaktadır.
Acıları ve yoksulluğu yaratan açgözlülüğü ve zalimlikleri gören insan, barış ve özgürlükleri kurabilme cesaretine de sahiptir. Artık bilim ve teknikte oldugu gibi felsefede de yolun sonuna varılmak üzeredir. Bugünden tezi yok artık yapılması gereken; bilimin, tekniğin ve felsefenin barışı tesis eden özgürlükler, eşitlikler, demokrasi ve insansalın hizmetine sunulması, insanı ve barışı esas alan çalışmaların yaşamın her alanına yaymasıdır.