Bu yazı Evrensel Gazetesi’nin www.evrensel.net sitesinden alınmıştır.
19. yüzyılda işçi sınıfı mücadelelerinin temel talepleri; çocuk çalışmasının sınırlandırılması, kadınların madenlerde ve geceleri çalışmasının yasaklanması, insanca yaşayacak ücret ve 8 saatlik çalışma süresiydi. 8 saatlik çalışma, bu talepler arasında öne çıkmış ve sınıf mücadelesi için simgesel bir önem kazanmıştır.
Bunun iki nedeni vardır: Birincisi çalışma saatlerinin uzun tutulması, o dönemde emek sömürüsünün en yaygın biçimiydi. Çalışma yaşamını düzenleyen ve emekçilerin haklarını koruyan hiçbir düzenleme olmadığı için patronlar işçiyi olabildiğince uzun çalıştırıp, emeğine olabildiğince fazla el koymayı amaçlıyordu. Eğer bu sömürü yöntemi sınırlandırılabilirse, işçi sınıfı mücadelesinin taleplerine konu olan diğer sömürü yöntemleri de sınırlandırılabilecekti. İkinci neden ise uzun çalışma sürelerinin işçinin çalışmanın yanı sıra yemek yemek gibi fizyolojik ihtiyaçları dışında “hiçbir şey” için zaman ayıramamasıydı.
Bu “hiçbir şey” içinde işçinin ailesine zaman ayırması olduğu gibi içinde bulunduğu düzeni sorgulamak ve daha iyi bir yaşamın mücadelesini sürebileceği; yani siyaset yapabileceği, örgütlenerek mücadele edebileceği bir zamanı bulamaması da vardı. Yani burjuvazi emekçilere uzun çalışma sürelerini dayatırken onları sadece daha fazla sömürmekle yetinmeyip, bu sömürünün bilincine varmalarını ve buna karşı örgütlenip, mücadele etmelerini de engelliyordu. Dolayısıyla 8 saatlik iş günü ile simgeleşen mücadele özünde tüm kapitalist düzene karşı başkaldırıydı.
ULUSLARARASI BİRLİK VE MÜCADELE GÜNÜ
8 saatlik çalışma günü talebi, I. Enternasyonal’in 1866 yılında toplanan kongresinde kabul edilmesiyle birlikte uluslararası boyut kazandı. Amerikalı işçilerin 1880’li yıllarda yürüttüğü 8 saat çalışma günü mücadelesi, patronların devletin polis gücünü de kullanarak baskı altına almak istemesiyle birlikte işçilere yönelik kanlı saldırılara dönüştü ve birçok işçi, polis kurşunuyla ya da idam edilerek öldürüldü. 1889’da Paris’te toplanan II. Enternasyonal’de Fransız bir işçinin önerisiyle Amerikalı işçilerin bu mücadelesinin işçi sınıfının uluslararası dayanışmasının bir simgesi haline gelmesi için 1 Mayıs, “İşçi Sınıfının Uluslararası Birlik ve Mücadele Günü” olarak kabul edildi.
Hiç kuşkum yok ki bu öneriyi getiren işçi, 1 Mayıs etkinliklerinin şu meydanda mı yapılsın bu meydanda mı yapılsın diye bir tartışmaya neden olacağını hiç düşünmemişti. Tıpkı kendisinden 21 yıl sonra yine II. Enternasyonal’in Kopenhag’daki toplantısında 8 Mart’ın Dünya Emekçi Kadınlar Günü olarak anılmasını öneren Clara Zetkin’in 8 Mart’ı birilerinin Dünya Kadınlar Günü mü yoksa Dünya Emekçi Kadınlar Günü mü olacağının tartışmasını aklına getiremeyeceği gibi…
8 Mart’ı öneren Zetkin’in de 1 Mayıs’ı öneren Fransız işçi de kapitalist sömürüye karşı işçi sınıfının kurtuluşunun ancak Enternasyonal bir dayanışmayla gerçekleşebileceğini düşünüyorlardı ve bu günlerin tüm dünya emekçilerini ortak mücadele anlayışıyla bir araya getirmesini amaçlamışlardı. Bu amaç belirli ölçüde de olsa gerçekleşti. Birçok ülkede emekçiler (Ki buna Osmanlı’da ve Türkiye’deki emekçiler de dahildir), işçi sınıfının bir parçası olduğunu, dünyanın bir başka yerindeki işçilerin mücadelesiyle kazanılmış ve evrenselleşmiş haklarının olduğunu ve bu hakları kullanabilmek için kendilerinin de sürekli mücadele etmesi gerektiğini bu günler vesilesiyle öğrendi.
TIPKI 19. YÜZYILDAKİ GİBİ
Ancak II. Enternasyonal’in dağılmasına da neden olan tartışmalar sonucunda revizyonizmi benimseyen parti ve sendikaların etkisiyle işçi sınıfı, Marksizmin devrimci mücadele perspektifinden ve enternasyonalizmden uzaklaşmaya başladı.
Revizyonist parti ve sendikalar, burjuvaziyle uzlaşma yolunu seçerek burjuvazinin savaş politikalarını destekledi ya da sessiz kaldı. İşçi sınıfı içerisinde enternasyonal düşüncenin zayıflamasıyla beraber milliyetçi, ırkçı, şoven akımların karşılık bulması kolaylaştı. Milliyetçi, muhafazakar değerlerin öne çıkması sınıf bilincinin daha da körelmesine ve sendikaların sınıf perspektifinden daha da uzaklaşmasına neden oldu. Sınıf perspektifinden uzaklaşmış olan emek örgütleri 1 Mayıs’ı da 8 Mart’ı da tarihsel bağlamından kopartıp, geçiştirilmesi gereken günler olarak görmeye başladı. Hal böyle olunca 1 Mayısların hangi meydanlarda yapılacağı ya da 8 Mart’a ne isim verileceği tartışmaları bu günlerin tarihsel anlamının önüne geçti.
1970’li yıllarda başlayan küreselleşme dalgası, sermayenin yatırımlarıyla birlikte sömürünün de küreselleşmesine neden oldu. Böylece dünyanın dört bir yanındaki emekçiler birbirleriyle rekabet eder hale getirildi ve işçi sınıfının yüzyıllar süren mücadelesiyle elde edilen haklar birer birer ortadan kaldırılmaya başladı. Öte yandan iç savaşlar ve bölgesel savaşların da körüklendiği küreselleşme sürecinde halklar arasında yaratılan düşmanlıklarla daha yükselen milliyetçilik, sömürüsünün örtülmesini kolaylaştırdı. Savaşlar ve küresel sömürüyle yaşanan göçler de yine göçmenlerin yöneldiği ülkelerde ırkçı, şoven akımları güçlendirdi.
Sınıf perspektifiyle ve enternasyonalizmle arasına kalın bir duvar örerek sermayeyle uzlaşmaktan medet uman (sosyal demokrat, liberal sol vs.) partiler ve sendikalar, emekçiler arasında yaratılan rekabete de savaşlara da engel olamadı. Böylece sermaye, emekçilerin rekabeti üzerinden sömürüyü daha da arttırdı ve emekçilerin büyük bölümü 19. yüzyılda işçi sınıfı mücadelelerinin ve enternasyonalizmin ortaya çıkmasına neden olan koşullarda çalışmaya ve yaşamaya mahkum hale getirildi. Başta çevre ülkeler olmak üzere dünyanın pek çok yerinde tıpkı 19. yüzyıldaki gibi çocuklar en ağır işlerde çalıştırılmakta, günde 12-13 saat çalışma olağan hale gelmiş durumda; iş cinayetleri, yoksulluk ve sefalet ise her geçen gün artmakta. Sermayenin devletin kolluk güçleri aracılığıyla emekçilere yönelik şiddeti ise 19. yüzyılı bile aratacak düzeyde. Böyle bir süreçte emekçilerin uluslararası birlikteliğini sağlaması beklenen, sendikalarının uluslararası üst örgütü ICFTU (2006’dan sonra ITUC adını aldı) bırakın işçi sınıfının Enternasyonal birlikteliğini sağlamayı, sosyal diyalog söylemiyle küresel sömürüyü meşrulaştırmanın aracı haline dönüşmüş. Dünyada pek çok sendika ICFTU/ITUC’un yolundan giderek ne yerel ve bölgesel savaşlarda (Örneğin 1990’ların başında Yugoslavya’da 1990’ların sonu ve 2000’lerde Ortadoğu’da, Kuzey Afrika’da Doğu Avrupa’da vs.) ne de bu savaşlara da bağlı olarak gerçekleşen göç hareketlerin konusunda herhangi bir tavır göstermedikleri gibi kimi sendikalar, milliyetçiliği körükleyip, savaşları destekliyor.
SAVAŞ BİR AN ÖNCE SONA ERMEZSE
Türkiye’de de 1980’li yıllardan bu yana süren çatışma süreci ile 1990’lı yıllarda başlayan ve son yıllarda Suriye’den yönelen göçle birlikte büyük bir sorun haline dönüşen yabancı göçmenler konusunda sendikaların izlediği tavır da farklı değil. DİSK ve KESK dışındaki (konfederasyon düzeyinde) sendikalar kimi zaman milliyetçiliği ve etnik ayrımcılık söylemini örgütlenmek için kullanıyor ve kimi zaman yaptığı açıklamalarla savaş politikalarına destek veriyor. Göçmenlerin karşı karşıya olduğu sorunlar ve göçmen işçiler konusunda ise konfederasyonların hepsi üç maymunu oynuyor. (Örneğin sayıları 3 milyonu bulan Suriyeli göçmenlere ilişkin ne hükümetin -AB ile yaptığı insan Hakları Evrensel Bildirgesi başta olmak üzere birçok uluslararası belgeyi ihlal eden anlaşmaya- ne de göçmenlerin sorunlarına karşı hiçbir konfederasyon ciddiye alınacak tek bir adım atmadı.)
Oysa gerek Türkiye sınırları içinde gerekse Suriye’de yaşanan savaş emekçileri doğrudan etkiliyor. Bir taraftan Kürt illerinde gerçekleştirilen operasyonlar sonucunda yaşanan iç göç diğer taraftan AB ile yapılan göçmen anlaşmasıyla büyüyen dış göç nedeniyle Türkiye emek piyasasının nicel ve nitel yapısı önemli ölçüde değişiyor. Sermaye, bu değişimi fırsata çevirip Türkiye’yi (Çin’in de gerisinde) Bangladeş düzeyinde ucuz emek alanı haline getirmenin arayışı içinde. Kısacası içeride ve dışarıda savaş bir an önce sona ermezse ve sayıları milyonları bulan göçmen işçiler, işçi sınıfının bir parçası olarak kabul edilip sahiplenilmezse Türkiye’de demokrasinin ve emekçilerin haklarının çok daha geriye gideceğine kuşku yok.
Bu koşullar içinde işçi sınıfının uluslararası birlik ve dayanışma günü olan 1 Mayıs’ın emek örgütleri tarafından nasıl değerlendirileceği çok daha önemli hale gelmekte. Bundan önceki yıllarda olduğu gibi 1 Mayıs, sadece miting düzenleme faaliyeti olarak görülürse, 2016 1 Mayısı da son derece anlamsız olan alan tartışmasıyla anılmanın ötesine geçmeyecektir. İşçilere nasıl bir sömürü düzeninde oldukları ve buna karşı sınıf dayanışmasının ve Enternasyonal bir mücadelenin gerekliliği anlatılmadan onları yaşam alanları dışındaki meydanlara çağırmanın hiçbir karşılığı olmayacak; sendikaların bu konudaki faaliyetleri de “yasak savmanın” ötesine geçmeyecektir.