22 Mayıs’ta yapılan AKP Kongresi, aslında bu partinin ikinci “olağanüstü” kongresi idi. Birincisinden, yani 27 Ağustos 2014’te yapılandan sonra, yine bu sayfalarda sıcağı sıcağına şunları yazmıştım: “AKP Kongresi’nden sonra gazetelerde iki çarpıcı manşetle karşılaştım. Bunlardan birincisi (Hürriyet), Erdoğan’ın ağzından ‘Kardeşim emanetçi değildir!’ diyordu; ikincisi ise (Milliyet), bu kez Davutoğlu’nun ağzından, Kongre’yi ‘Vefa Kongresi’ olarak niteliyordu”.
Şimdi düşünüyorum da, galiba bu iki kongrede en tutarlı siyasetçi Davutoğlu oldu. Gelirken de “vefa” dedi; giderken de! Neye, hangi “dava”ya “vefalı” olduğu pek belli olmasa da, “anlayan, anlar!” havasındaydı. Kaldı ki anlamayan da zaten kalmamış gibiydi.
***
“Emanetçilik”e gelince, bir anlamda o sorun artık gündemden çıkmış görünüyor. Baksanıza Binali Bey’in kendisi bile “bu iş bitti!” diyor; neredeyse “ey ahali, ben başbakan filan değilim; başkanlık sistemi geldi; başbakanlık bitti!” diye davul çalacak!. Oysa başka bir anlamda da “başbakanlık” devam ediyor gibi. Hatta bu ülkede “emanetçi”liğin de ötesinde, gerçek bir “başbakanlık” var da denilebilir! Ve mesele de onu doğru tespit etmek olmalı! Bu konuda acaba 2014 Kongresi için neler yazmışım diye merak ettim ve şu satırlarla karşılaştım:
“Benim aynamda, Türkiye’nin gelmiş olduğu noktada ülkenin gerçek ‘başbakanı’ Ali Babacan. Yanlış anlaşılmasın; kişisel olarak Ali Babacan’dan söz etmiyorum; “Sistem”e, uluslararası sermayeye güven veren siyasetçi olarak Ali Babacan var aklımda. Tıpkı 2001 yılının Kemal Derviş’i gibi. İşte bir tanık: AKP Kongre’sini anlatan Yeni Şafak muhabiri Başbakan Erdoğan’ın bakanlarıyla vedalaşma sahnelerini anlatırken şu gözlemini aktarıyor: ‘Sıra Babacan’a geldiğinde ise salon bir anda sessizliğe büründü’. Dramatik gerilim! Demek ki AKP saflarında da herkes her şeyin farkında. Malazgirt’i, Çaldıran’ı, Ulu Hakan’ı herkes unuttu! Kulaklar FED’de, Para Kurulu’nda, Rating kuruluşlarında! Hatta Tayyip Bey’inkiler bile.. Bakınız RTE Kongre’de saatlerce konuştu; “faiz lobi”sinden pek söz etmedi; Merkez Bankası’na verip veriştirmedi. Ve Erdoğan’a yakın bir yazar, Babacan’ın hükümette kalacağını yazınca dolar hızla değer kaybetmeye başladı. Bilen ve anlayanlar için her şey açıktı. Evet bir “paralel devlet” var, ama bunun kaynağı Pensilvanya’daki derviş değil; kaynak, dev finans kuruluşları ile bunlara bağlı fon yöneticilerinde; para babalarında, spekülatif sermayede. Ve de aslında bunların koruyucusu olan istihbarat örgütlerinde. Hükümetleri onlar tayin etmiyorlar, fakat icracıların ellerine “yol haritaları”nı tutuşturanlar onlar.. İsterseniz uymayın. Bir Fransız yazar, geçenlerde Latin Amerika’yı inceleyen makalesinde (Le Monde Diplomatique, Ağustos, 2014) “artık askeri darbeler dönemi geçti” diyordu; “yumuşak darbeler” dönemi başladı.. Ve bunun ince metotlarını, iktidarı belli politikalara zorlayan baskı yollarını anlatıyordu”.
***
Aradan yaklaşık iki yıl geçti, bir “olağanüstü kongre” daha yaşadık. Ve 22 Mayıs Kongre’sinde gizli bir “başbakan” aranırken bu kez de gözler Yıldırım’a değil, Mehmet Şimşek’e çevrildi. Kongre’yi önceleyen günlerde Borsa hızla düşüyor, Türk lirası da hızla değer kaybediyordu. Neyse ki Şimşek’in de ilginç bir CV’si vardı: ABD Elçiliğinde başlayan, uluslararası bankalarda (UBS Bank, Deutsche Bender, Merril Lyınch) devam eden bir kariyer ve bu bağlamda kurulan ilişkiler ağı! Şimşek 2007’de seçimlere bu CV ile girmiş ve bu tarihten itibaren de ekonomiden sorumlu devlet bakanı ve maliye bakanı olarak en üst düzeylerde görevler yüklenmişti. Ortada 2013’te (yükselen AB’de) “yılın en iyi maliye bakanı” olarak ödüllendirilmiş bir kariyer vardı! Babacan’sız hükümetlere de bu CV sayesinde “soft geçiş” yapılabilmişti. Bu kez de öyle oldu ve Mehmet Şimçek ismi yine piyasaları yatıştırmaya kâfi geldi. Hükümetin ilanı ile birlikte dolar hızla 3 liradan, 2,94’e, euro da 3,38’den 3,28’e geriliyordu. Borsa ise % 3,48 artmıştı. 4 Mayıs’ta Davutoğlu’nun azlinden sonra yaşanan gelişmelerin tam tersi bir durumla karşı karşıyaydık. Uluslararası sermayenin kanunları, bir kez daha Erdoğan’ın kanunlarına galebe çalmış, “ne oluyoruz? koyu bir diktaya mı gidiyoruz?” kaygılarının arttığı bu günlerde, sermayenin iktidarı, Erdoğan’ın “iktidarı”nın sınırlarını çizmişti. Elbette ki Erdoğan Şimşek’i de yerinden edebilir, hatta siyasi bir mevta haline getirebilirdi; fakat onunkine benzer bir CV’ye sahip bir siyasetçi bulmadan kendisi de yoluna devam edemezdi. Bu bir pragmatizm, değil bir zorunluluktu ve en güvendiği kimseler bunu Erdoğan’a anlatmışlardı: Tıpkı yüz elli yıl önce Ali ve Fuat Paşa’ya Fransız elçisinin ve Osmanlı Bankası yöneticilerinin anlattıkları gibi. Söylentiye göre, Fuat Paşa onlara, “siz kulağımıza fısıldamakla yetinin; bırakın oyunu biz oynayalım” demişti. Oysa günümüzde, bu gidişle Erdoğan’ın kulağına fısıldayacak kimse de kalmayacak gibi görünüyor! Çünkü iki kongre arasında köprünün altından çok sular aktı ve “başkanlık” sevdası, içerde ve dışarıda, Erdoğan’ın manevra sınırlarını iyice daralttı. Varılan noktada, AKP artık kendi içinde kavga vermeye başladı ve AKP saltanatında sonun başlangıcına geldiğimiz hissi yaygınlaşıyor. Fakat maalesef bütün göstergeler de bu dönemin çok zahmetli geçeceğini işaret ediyor.