Erdoğan ve rejimi “onurlu yalnızlığı”ndan kurtulmak için dış politikada Davutoğlu sonrası bir dizi seri adım atmaya başladı. Kuşkusuz bu adımların en önemlilerinden birisi de İsrail ile yaptığı anlaşma. Anlaşmanın birçok boyutu var ancak konumuz açısından önemli olan yanı yapılan anlaşma ile Türkiye’nin aslında İsrail’in Gazze ablukasını da zımnen kabul etmiş olduğu. Bu husus İslami camia içinde hemen bir tepkiye neden oldu. Aslında tepkiden ziyade serzeniş olarak değerlendirilebilecek açıklamalar yapıldı. Ancak bu serzenişlere Erdoğan’ın hızlıca ve kendi üslubunca “bana mı sorup gittiniz” mealindeki çıkışla karşılık vermesi konuyu kamuoyunun ana gündem maddelerinden bir tanesi yaptı. Erdoğan’ın her cenahtan muhalifleri bu yeni politikaların onun ve partisinin dönekliği, tutarsızlığı, samimiyetsizliği ve pragmatizmini ispatladığının altını çizmeye çalıştı. Ancak burada daha önemli bir husus aslında Erdoğan ve İslami hareket arasındaki ilişki ve İslamcı grupların hâl-i pür melaliydi.
AKP iktidarıyla birlikte İslami hareketin nasıl düzenin çarkları arasına girdiği, vardıysa düzen karşıtı radikalliğini kaybettiği, neo-liberal İslamcılığın ne şekilde peyda olduğu üzerine halen gelişmekte olan bir literatür var. Yani İslami hareketin AKP döneminde kendi bağımsız varlığını yitirdiğine ve aslında 28 Şubat’tan çıkamadığı çok büyük bir sır değil. Özellikle AKP döneminde Milli Görüş çizgisinden olmayan ve kendini 90’lardaki “radikal İslamcı” akımlar içinde sayanların AKP’yi sahiplendikleri ve piyasacı anlamda dönüştükleri de bu konuda yapılan saha çalışmalarının ortak noktalarından bir tanesi. Ancak halen kendini AKP’den ayrıştırmaya, bir mesafe tarif etmeye ve hareket olarak olmasa da kadro düzeyinde toparlanmaya çalışan, İslami bir alternatif düzen ufku olan, İslami bir toplum veya en azından şahsiyet tanımlamaya gayret eden birçok İslami grup da varlığını sürdürüyor. Hatta bunların miktarı ve harekete geçirdikleri insan sayısında da özellikle son beş yıldır önemli bir ivmenin ortaya çıktığından bahsedebiliriz. AKP’nin yükselişe geçtiği yıllarda pek esamisi okunmayan, pratik olarak yok olmuş olan Müslüman Gençlik benzeri örgütlerin nev zuhur etmesini de bunun bir işareti olarak kabul edebiliriz örneğin. Erdoğan’ın İHH çıkışı aslında bu gruplarla politik bir lider olarak onun ve AKP’nin ilişkisini değerlendirmek için güzel bir olanak sağlıyor.
Bu gruplar aslına bakılırsa, AKP’nin özellikle politik rejimden ziyade gündelik hayatı ve toplumu hızla muhafazakârlaştırdığı ve İslamileştirdiği, hatta belki kendince bir kültürel “devrim” ya da dönüşümü gerçekleştirdiği bir dönemde, özellikle örgütsel kapasite ve hareket anlamında gayet güdük bir haldeler. Bu, elbette tartışılacak bir konu ancak bunu bir vaka olarak kabul edip devam ediyorum. Bu İslami grupların AKP’den bağımsız bir hareket ve politik ufuk sahibi örgütler olarak temayüz edememelerinin onların Erdoğan ile ilişkileri açısından önemli sonuçları var. Çünkü bu husus onların giderek otoriterleşen bir rejim içinde farklı bir işlev edinmelerine yol açabilir kısa vadede. Bu yazıda altını çizmek istediğim husus da tam olarak burası.
Haksöz çevresinden Musa Üzer’in vurguladığına göre İslami hareket önceleri devletten ve siyasetten bağımsız ve dahası muhalif iken, AKP döneminde bu muhaliflik karakterini iradi olarak bıraktı. Hatta dahası hiçbir zaman nicelik olarak güçlü olamayacaklarını ancak niteliksel güçleri ile AKP iktidarını etkileyecek bir biçimde ve düzeyde etkin olacaklarını iddia edebiliyorlar artık.[i] Bu bile politik bir iddia kaybının kabulü aslında. Hayatın maddiyatı ve nimetleri karşısında İslamcıların içine düştükleri durumdan arınma, kendini azade tutma çabası.
Tam anlamıyla bir muhalefet yürütmedikleri ve son kertede düzeni ve rejimi İslami olarak dönüştürmediğine inandıkları bir parti ve liderine karşı muhalif olmadan ne şekilde ve düzeyde bağımsız kalacakları önümüzdeki dönemde bu tip örgüt ve kadroların oynayacakları rolleri belirleyecek. İHH ve Mavi Marmara tartışması sırasında Erem Şentürk Diriliş Postası’nda yazdığı yazıda İslami Hareketin durumunu aslında net bir şekilde ortaya koydu.[ii] İsrail ile mücadeleyi Erdoğan’a ve onun yaptıklarına ve söylediklerine terk edenlere, tembel ve hantal hale gelenlere aynayı tuttu Şentürk. Bu tespit Erdoğan’a karşı neden bir tepki ve feveran değil de ancak serzenişin ortaya çıktığını da açık ediyor. Zira Erdoğan ve AKP’nin sembolik attığı adımların dışında İslami bir kamusal mücadele hattı ortadan kalkmış durumda. İsrail’e gerektiğinde kafa tutmuş Erdoğan’a samimi bir güven var. Bundan dolayı geçtiğimiz hafta İslami mahallede bu konuda ortaya çıkan konsensüs “İHH da bizim, Erdoğan da” oldu. Zira bu ikisi birbirine doğrudan bağlı. Biri olmadan diğerinin olamayacağına inanılıyor.
AKP iktidarı döneminde önemli bir kaynak dağıtımı yaşandığı herkesin malumu. Bunun için İslamcı basını bile okumak kafi. Bunun yarattığı erozyon İslami camiada eleştiri konusu yapılsa da bu olguya karşı harekete geçmek kolay değil. Dahası daha “idealist” ya da “bağımsız” bir hat tutturmaya çalışan vakıflar, dernekler, gruplar için de mevcut iktidar çok konforlu bir iklim yaratmış durumda. Belediye, vakıflar ve hükümetin tahsis ettiği kaynaklar, binalar, yardımlar, organizasyonlar, kampanyalar bu gruplar için vazgeçilemez olanaklar yaratıyor. Yani hem devletin resmi politikalarındaki, eğitimdeki, kültür politikalarındaki muhafazakârlaşma ve dönüşüm bu gruplara eskiden hayal bile edilemeyecek olanaklar bahşediyor hem de kendi kadrosal ve örgütsel yeniden üretimlerini sağlayacak toplumsal ve kültürel bir ortam yaratıyor. Ancak bu da ortadan kaldırılan muhalifliğin arkasından “bağımsızlığı” da tutturmayı giderek imkansız kılıyor ve AKP’nin yanında, arkasında örgütlü ve hedefi olan AKP’yi sıkıştıracak bir İslami hareketin ortaya çıkmasını engelliyor.
Bu sadece düzene eklemlenme hikayesi olsa burada nokta koyulup bitirilecek bir tahlil olurdu. Ancak öyle değil. Zira bu noktada Erdoğan ile AKP ayrımı da bir başka önemli nokta. AKP örgüt ve bürokrasisi eklemlenmenin kötü yönü olarak görülürken Erdoğan’ın reel siyasetin pisliklerinden azade olduğu düşünülüyor ve samimiyetine büyük bir güven duyuluyor. Bundan dolayı bu camia için asıl önemli nokta bu ortamda Erdoğan’ın Filistin davasını yürütenlere laf çakmış olması değil, yedi düvelden saldırı altında olan samimi bir liderin konumu. Bundan dolayı sol cenahta istenildiği kadar “Erdoğan sattı” analizleri yapılsın diğer mahallenin sosyal medyasında dahi ve de marjinal düzeyde bile olsa bir infialin ortaya çıkmamış olması bu durumun bir sonucu.
Böyle bir ortamda ve Erdoğan’ın ustalıkla yönettiği kültürel savaşlar ikliminde İslami hareketin kendisini bulacağı yer bugüne kadar çok da görülmeyen bir olgu olabilir: Erdoğan’a sokakta da sahip çıkmak. Bunun emarelerini bir iki senedir üniversitelerde görüyoruz. Yine devletin güvenlik aygıtında da lider ile özdeşleşen, onun çocukları olarak hareket eden yeni bir kuşak var. İslamcı gruplar için -en bağımsız durmaya çalışanlar için bile- Erdoğan, kalenin savunulması gereken ilk burçlarından bir tanesi. Her ne kadar neo-liberal İslamcılık, ihaleler, dünya nimetleri eleştiriliyor olsa da Erdoğan’a saldırı büyük bir tehlikeye işaret ediyor onlar için. Hatta bir teyakkuza geçme nedeni. Bir şirket benzeri örgütlenen ve hareket eden AKP ve bir kariyer olarak görülen siyaset anlayışının yanında bir süredir lider ile başka türlü bir ilişki kuran daha “idealist” bir damar ortaya çıkıyor. Bağımsız, rejim ve düzen karşıtı bir İslami hareket ortaya çıkmadığı oranda son kertede Erdoğan arkasında kenetlenen bir damar temayüz ediyor. Osmanlı Ocakları veya Diriliş Başkanlıkları gibi daha çok Ülkü Ocakları’nı hatırlatan yapıların yanında İslami cenahta da Erdoğan savunusu bir varlık/yokluk hali olarak algılanıyor. Bu bir birinden çok farklı iki cenahta ortaya çıkan Erdoğan savunusu benzeşiyor. Bu husus da neo-liberal otoriterlik üzerine yapılan tahlillerin göz önünde bulundurması gereken bir toplumsal olguyu ortaya çıkarıyor. Sarayın eskiden bu mahallece vesayetçi olarak kabul edilen kişi ve kurumlarla kurduğu yeni ilişkiler, İsrail ile yakınlaşmaya Sisi’nin eklenebilecek olması ve daha başka muhtemel dönüşler, ittifaklar bu ihtimali ne kadar zorlar, ne kadar değiştirir bunu bekleyerek göreceğiz. Ancak bu durumu daha genel savaş politikaları, “muhbirleşen vatandaş” olguları ile birlikte ele aldığımızda Türkiye tarihinde kendi başına bir başlık olan AKP iktidarı döneminde bir başka merhaleye girdiğimize delalet ediyor olabilir.
[i] http://www.ozgurder.org/news_print.php?id=4250
[ii] Erem Şentürk, “İsrail’le Normalleşmeyi, Normalleştirmemek Lazım,” Diriliş Postası, 26 Haziran 2016.
Bu yazı başlangicdergi.com ‘dan alınmıştır
http://baslangicdergi.org/ihh-erdogan-ve-islamcilik/