Fikret Başkaya’nın Aydın Ördek’e verdiği röportaj
Sonradan günümüz Türkiye’sinde siyasal rejimin otoriter bir hal alıp almadığını tartışacakların apaçık görecekleri yegâne şey, toplumun topyekûn kesif bir korkuya maruz bırakıldığı olacak belki de. Otoriter tüm siyasal yapıların kurucu korkuları vardır. Türkiye Cumhuriyeti’nin başından beri otoriter olduğunu kurucu korkuları olmasından, dolayısıyla sürekli tehdit altında ve ebediyen mağdur bir asli unsura dayanıyor olmasından anlayabiliyoruz: Nitekim 2014 yılının Ekim ayı sonunda Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde düzenlenen “Cumhuriyetin Korkuları, Korku Cumhuriyeti” başlıklı sempozyum, 100. yılına doğru Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu korkularının yarattığı sistemik sorunlara odaklanmaktaydı.[1] Kurucu korkular hem siyasal rejimin dayandığı güç dengesini kurarlar hem de onun sayesinde sürekli olurlar. Bu nedenle birer hayalet misali göze görünmezdirler ama herkes tarafından iyiden iyiye hissedilirler. 21. Yüzyıl Türkiye’si, asli unsuru tehdit eden ve sürekli korkunun kaynağı olan toplum kesimlerinin bastırılamaz siyasal talepleri ile nasıl yüzleşileceği sorusunu yanıtlamak zorundadır ve yanıt çok sayıda aktörün katkısıyla biçimlendirilecektir. Siyasal rejimin toplumsal biraradalığı zora sokacak karakterini değiştirmeye dönük yanıtların birkaç tane olacağı tahmin edilebilir: İlk olarak güç dengesinin tarafları siyasal rejimin otoriter karakterini bütünüyle reddedip kurucu korkularla esaslı bir biçimde yüzleşmeyi tercih edebilirler. İkinci olarak kurucu korkuları asli unsuru tahkim edecek şekilde pekiştirmeyi tercih edebilirler. Üçüncüsü otoriterliği mevcut kurucu korkuları aşacak yeni kurucu korkulara mahal vererek sürdürmeyi tercih edebilirler. Partizan bir kitle desteğini garantilemek isteyen bir siyasal aktör, kitlenin karşısına üç aşağı beş yukarı bu seçeneklerden birini açıkça tercih ettiğini beyan ederek çıkmalıydı. Türkiye’de yaklaşık 15 yıldır sürmekte olan fiili tek parti iktidarı hiç de şaşırtıcı olmayan bir biçimde değişik dönemlerde bu üç seçeneği siyasal iktidarının dayanağı kılmıştır. Adalet ve Kalkınma Partisi ekonomik kriz sonrasının zaruri iktidarından sonra ikinci döneminde hegemonik bir söyleme yaslanarak otoriterlikle, dolayısıyla kurucu korkularla açık bir hesaplaşmaya gideceğini beyan edip kitle desteğini arttırmıştır. Ancak kurucu korkularla yüzleşerek otoriterliğin aşılması vaadi, muhtemel siyasal muarızların etkisiz kılınması kampanyasıyla geçersizleştirilip otoriterliğin pekiştirilmesi yolu tutulmuştur. Siyasal muarızların alt edilmesi gayretinin kurucu korkularla yüzleşmekle “karıştırılması” hegemonik önemi haiz kitle desteğini sürekli kılmıştır. Diğer yandan korporatist yollarla sürekli kılınan asıl kitle desteği, yeni kurucu korkular yaratılıp (paralel devlet, din düşmanı CHP, bölücü HDP, mezhepçilik) asli unsurun siyasal duygularının yeniden biçimlendirilmesiyle sağlanmıştır. Yeni kurucu korkuların fiili olarak işlevsiz kalmaları/olmaları, eskilere keskin bir dönüşe neden olmuştur. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin ikinci döneminden beri Türkiye bu faklı otoriterlik tercihlerine maruz bırakılmıştır. Bunu toplumun şu ya da bu kesiminin, şu ya da bu biçimde, sürekli tedhişe maruz bırakılmış olmasından anlıyoruz. Daha otoriterleşme yönünde keskin bir dönüşün yaşanmamış olduğu 2009 yılında gazeteci Rahmi Turan “TOPLUM korkuyor, insanlarımız endişeli! Neden? Çünkü toplumu susturup yıldırarak yaygın bir korku ortamı yaratmaya çalışılıyor! (…) Hukuk ve demokrasinin egemen olduğu toplumlarda korku ve endişe olmaz, huzur ve güven iklimi olur. Korku ve endişe “otoriter ve totaliter” rejimlerin ürünüdür.” diyordu.[2] Sonra 12 Eylül Anayasa Değişikliği Referandumu ile pekişen siyasi özgüven, 17/25 Aralık yolsuzluk soruşturmalarıyla başlayıp Haziran Ayaklanması ile devam eden yönetim zafiyeti ve nihayet 7 Haziran “seçim başarısızlığı” sonrası girilen çıkmaz, siyasal rejimi totalitarizm için Cumhuriyetin kurucu korkularına sarılmaya sevk etmiştir. Bu nedenlerle AKP iktidarının üçüncü dönemi totaliterleşme yolunda yaygın ve keskin bir otoriterlik olarak görülmelidir. Nitekim Nurzen Amuran’ın 2016 Şubat’ında kendisiyle yaptığı söyleşide Korkut Boratav Türkiye’nin adım adım İslamcı faşizme sürüklendiğini ve süreci tamamlayacak en kritik adımın da başkanlık rejimine geçiş olacağını iddia ediyordu.[3] Bana kalırsa hukukun darbe dönemlerini aratmayacak ölçüde askıya alınmasının (yürütme organlarının emri ile hareket eder hale gelmesinin) miladı Haziran İsyanı’dır ve totalitarizme geçişin başlangıcı sayılabilir fakat bu yolda nereye varılacağı henüz kestirilemez. Totaliterleşme kurucu korkuların pekiştirilmesi yoluyla derinleştiriliyor ve muhataplar çeşitli. Üniversiteler yapısal sıkıntılarını keskinleştiren bu korku ikliminin başlıca muhatapları. 2011 yılı Kasım ayında Prof. Büşra Ersanlı’nın tutuklanmasından sonra kurulan Türkiye’de Araştırma ve Öğretim Özgürlüğü Uluslararası Çalışma Grubu’nun (GIT Türkiye) yayınladığı Akademide Hak İhlalleri Dosyası söz konusu totaliterleşme eğiliminin üniversitedeki yansımalarını vaka vaka görünür kılıyor.[4] Özetle Türkiye üniversitesi, siyasal rejimin kurucu köklerine dönerek tahkim ettiği otoriter karakterinin yarattığı tedhiş çemberine karşı bir sınav veriyor ve bünyesi başarılı olması ihtimalini düşürüyor. Bu bünyenin sürekli olarak dedikoduya konu edilmesi ikiyüzlü olmayan hiç kimsenin arzu etmeyeceği otoriterleşme ve totaliterleşmeyi hiç değilse görünür kılacaktır.
Aydın Ördek: İlk bölümü Mülkiye Dergisi’nin 40. cildinin 1. sayısında yayımlanan “üniversite, özerklik ve derin düşünme” konulu söyleşiyi Fikret Başkaya ve Abdurrahman Saygılı’ya yönelttiğim sorularla sürdürüyorum. İlk sorum Fikret Hoca’ya. Bir süre önce basından Genç-Sen’in Hacettepe Üniversitesi’nde düzenlemeyi planladığı ve sizin Prof. Nejla Kurul ile birlikte davetli konuşmacısı olduğunuz “Yeni Türkiye ve Eğitim” konulu panelin, düzenleyicilerin izinleri olması gerektiği gibi almadıkları gerekçesiyle, üniversite rektörlüğü tarafından engellendiğini okuduk.[5] Haberi okur okumaz engellemenin gündelik politik kaygılarla yapıldığını düşündüm. Öyle bile olsa rektörlük emri ile üniversite yerleşkesine sokulmamanız gibi polisiye bir tedbire şaşırdım. Üniversite yönetimini bu denli korkutanın ne olduğunu merak ettim. Belki de vehim benimkisi ama hadise Türkiye’de üniversitelerin nasıl yönetildiğinin aynası adeta: üniversiteye tahsis edilen bütçe payının sürekli arttırılabilmesi için yeniden dağıtımı olanaklı kılan bitmez tükenmez inşaat faaliyeti ve teknokentler, yolsuzluk değilse de kamu kaynaklarının israfının inanılmaz boyutlara vardırıldığı tıp fakülteleri, bahçe bakımından temizliğe, temizlikten yemek hizmetlerine olabilecek her hizmetin tümüyle özel sektöre kaynak transferine dönüştürüldüğü bulanık ticari ilişkiler, taşeronluklar, utanç verici popülist vaatlerin havada uçuştuğu rektörlük seçimi süreçleri, seçimlerin neredeyse varlık nedeni olan ulufe misali dağıtılan müdürlükler, koordinatörlükler, daire başkanlıkları, rektör yardımcılıkları, bütün bunların yüzü suyu hürmetine yaratılan devasa bürokrasi, böylelikle kaçınılmaz bir biçimde rektörlerin şahsında cisimleşen tek adamlık, istisnasız müşteri memnuniyeti esasına (performans) göre işletilen şirketlere dönüştürülmüş yükseköğretim kurumları, sonuçta yaygınlaşıp derinleşen kapılanma kültürü ve topyekûn yozlaşma; beri yanda birikimin ilk seviyesi olan çapulculuk, talan momentinden çıkmaya niyetli olmayan Türkiye burjuvazisinin aristokratlık tesisi için kurdukları dışında daha baştan bahsi geçen yozlaşmayı realize etmek için kurulan özel üniversiteler. Öğrenci temsilcisinden anabilim dalı başkanına, anabilim dalı başkanından dekanına, dekanından rektörüne, Türkiye üniversitesinde karar merciindekilerin, yetkilerini, etki alanlarını aile mülklerine çevirmek üzere kullanmalarının nedeni ne olabilir? Doğaları gereği ikiyüzlü olmaları beklenen iktidar aygıtlarının asgari koşulu olan hukukun üstünlüğüne uygun davranılmaması halinde demokratik üniversitenin gerçekleşmeyeceğini iddia etmek safdillik olurdu. Zira hukukun üstünlüğü ve demokrasi, söylem düzeyinde bile itibar görmemekte Türkiye üniversitesinde. Ancak hiç değilse bünyenin kendisini yeniden üretmesini sağlayacak itibarı temin etmek üzere liyakat esası benimsenemez mi? Kendi adıma, üniversite hocasının büyük itibar kaybına uğradığını düşünüyorum: en alakasız gözlerden saklanamayan sığlık, menfaatperestlik, hiçbir ideali temsil etmeme, uydumculuk, neredeyse tamamıyla boş zaman aktivitesine ve kitlesel olarak memuriyete dönüşmüş akademik faaliyet; sizin de sık sık dile getirdiğiniz gibi, istisnalar kaideyi doğruluyor. Sizce sorun yapısal mı, devrevi mi? Kabahat kimde?
Fikret Başkaya: İnsan ve toplum yaşamının tüm veçheleri hızlı bir tempoyla metalaşıyor, şeyleşiyor, bir kâr ve kazanç aracına ve nesnesine indirgeniyor, istisnasız her şey soysuzlaşıp çürüyor. Tabii sadece insan ve toplum yaşamı değil, canlı olan ne varsa ölü metalara, sermayeye dönüştürülüyor. Velhasıl dizginlerinden boşanmış, sadece sefil ve kepaze değil, aynı zamanda tehlikeli bir süreç almış başını gidiyor. Şeylerin, süreçlerin gerçek mahiyetiyle, şeylere ve süreçlere dair algı, anlayış, kavrayış arasında bariz bir uyumsuzluk var. Ve tüm bu olup bitenler, yaşananlar, karşı konulamaz doğa güçlerinin, doğa yasalarının, insan iradesini aşan güçlerin eseri değil… İnsanların bazılarının, daha doğrusu güç ve iktidar odaklarının “bilinçli” eyleminin, aldıkları kararların, uyguladıkları politikaların sonucu. Eğer bu durum birilerinin eseriyse, başkaları da neden başka türlü yapmasın?
İşte entelektüel bunun için gerekli, bunun için vazgeçilmez. Entelektüel demek, bir entelijans etkinliği, şeylerin gerçeğini sorgulama, şeylerin gerçeğine nüfuz etme, anlama, anlaşılırlığı sağlama etkinliği. Entelektüelin misyonu ve varlık nedeni, görüntüyle gerçek arasındaki uyumsuzluğu teşhir etme, açığa çıkarma eylemi olarak anlaşılabilir. Teorik olarak entelektüelin doğup geliştiği yerin de daha çok üniversite denilen kurum olması gerekirdi. Zira orada başka birçok kurumdan ve yerden farklı olarak ve potansiyel olarak, düşünmeyle, düşünceyle haşır neşir olmaya uygun bir ortam olduğu varsayılır. Eğer üniversite denilen kurumun gerçekten üniversite tanımına uygun bir varlığı olsaydı, şeylerin seyri bugünkünden çok farklı olurdu. Oysa üniversiteye dair tevatürle gerçek dünyada var olan “reel üniversite” arasında bariz bir uyumsuzluk var. Ekseri üniversitelerin her zaman toplum ortalamasının bir kaç adım önünde oldukları, orada her şeyin sınırsız bir şekilde tartışılabildiği, evrensel bilginin ve bilimin üretildiği, “özgürlük adacıkları” olduğu şeklinde yaygın bir söylem geçerlidir. Aslında mevcut durumda bunu ancak ikiyüzlülüğü içselleştirmiş olanlar söyleyebilir… Zira gerçek yaşamda bunların hiçbiri söz konusu değil. Üniversiteler her zaman birer egemenlik aracı işlevi gördüler. Hâkim sınıfların iktidarlarını meşrulaştırmanın, kabullendirmenin ve kalıcılaştırmanın araçları oldular. Egemen ideolojinin, duruma göre resmi ideolojinin üretildiği, yeniden üretildiği kurumlar oldular. Hiçbir zaman toplumun “birkaç adım önünde olmadılar…” Üniversiteler başlarda daha çok ideolojik yeniden üretimin araçlarıydılar. Kapitalizmin gelişmesiyle bir de ekonomik yeniden üretim işlevi görmeye başladılar. Şimdilerde, neoliberal küreselleşme çağında, tamamıyla mutasyona uğramış durumdalar. Bilinen klasik işlevleri bâki kalmak şartıyla, hızlı bir tempoyla tipik birer kapitalist işletmeye dönüştüler, dönüşüyorlar. Aslında kapitalizm hakkında biraz fikri olan biri, bunun neden böyle olduğunu anlamakta zorluk çekmez. Nitekim her şey metalaşır, şeyleşir, paralılaşır, pazara düşerken, bir kâr ve kazanç aracı ve nesnesi haline gelirken, bir tek akademinin bunun dışında kalması mümkün olmazdı.
Senin sorduğun soruya dönersek, sorun yapısal, geçici veya istisnai bir şey değil… Hem kapitalizmi insanlığın “normal hali” sayacaksın ve hem de idealize edilmiş bir üniversiteden, akademiden söz edeceksin, böyle bir şey mümkün değildir. Kapitalizmin, dahası neoliberalizmin geçerli olduğu yerde, “tevatür edilen” üniversitenin esamisi bile okunmaz. Şimdilerde üniversiteler birer gericilik yuvası haline gelmiş durumdalar. Toplum hızla çürüyor ve üniversiteler yangına körükle gidiyor. Üniversiteler çeteleşmiş, mafyalaşmış rejimlerin birer bileşeni, onu yeniden, yeniden üretmenin hizmetindeler. Bilim insanlarının, entelektüellerin var olduğu yerler değil. Aslında üniversitenin eğitim sisteminin bir aşaması olmanın ötesinde, diğer eğitim kurumlarından ayrı/farklı/orijinal bir varlığı ve işlevi olması gerekirdi. Oysa genel bir çerçevede, sadece orta öğretimden (liseden) sonra gelen aşamaya tekabül ediyorlar. Orta öğretimden yegâne farkları, orada ders veren uzmanların isimlerinin önünde unvanlar var… Ama burunlarından da kıl aldırmazlar… Üniversite hocaları Mete Kaynar’ın dediği gibi “uzman yetiştiren uzmanlar”… On yıldır akademi üyesi olduğunu söylüyorsun. Geride kalan on yılda toplumun herhangi bir ekonomik, sosyal, siyasal, etik, estetik, kültürel, jeopolitik, vb. sorununa dair üniversiteden tek bir uyarıcı “çıkış” oldu mu, tek bir ses çıktı mı, “o mesele şöyledir, böyledir” dediklerini hiç duydun mu? Toplumun varı yoğu bir avuç soyguncu çetesi tarafından yağmalanır, talan edilirken, emek sömürüsü insan havsalasını zorlarken, doğa tahribatı derinleşirken, anlı şanlı üniversite üyeleri ne yapıyor? Becerebilenleri yağma ve talana ortak olmuyor mu? Oradan bir ses çıkması mümkün müdür? Mesela başta Suriye olmak üzere, Ortadoğu denilen bölgedeki savaşlara dair akademi cephesinden bir çıkış oldu mu? Üniversiteler birer holding, üniversite üyeleri de birer holding elemanı olmuşken, oralardan insanî, toplumsal, evrensel sorunlara dair ipe sapa gelir bir şey beklenebilir mi? Tabii böyle bir durumda da akademi dâhilinde gerçekten bilimsel, entelektüel kaygılar taşıyanlar var ve başka türlü olamaz ama onlar birer istisnadır sadece. Ve etkinlikleri son derecede sınırlıdır. Zira orada aykırı düşüncelerin, fikirlerin, yaklaşımların filizlenip yeşermesine, olgunlaşmasına izin verilmez… Civciv yumurtadayken ezilir. Asıl yapılması gerekeni yapmaları engellenir… Mesela Onur Hamzaoğlu asıl yapması gerekeni yaptı diye başına gelmeyen kalmadı, hakkında soruşturmalar, davalar açıldı. O zaman bu işte bir terslik yok mu? Demek ki bu akademinin üyeleri “asıl yapmaları gerekeni yapmadıkları” için maaş alıyorlar… Ya da yegâne yaptıkları şey çocuk okutmak. Şimdilerde diploma ticaretinin aracı ve öznesi olmak! Bir de mafyalaşmış, çeteleşmiş, çürümüş ve çürüten, her türlü insanî soruna ve kaygıya yabancılaşmış rejimi, meşrulaştırma ve yeniden üretme konusundaki katkıları var… O halde bizzat kendileri birer sorun haline gelmiş bu kurumları sorun etmek gerekecek. Velhasıl işe bunları teşhir ederek başlamak gerekiyor…
AÖ: Reel üniversitenin bilim etiğini içselleştirmiş insanlar barındırmadığından özerk olamayacağını iddia ettiğiniz “‘Reel Üniversite’nin Sefaleti” yazınızı bilimin sadece bilim insanlarına bırakılmayacak kadar önemli olduğu tespitiyle sonlandırıyorsunuz.[6] Aynı yerde bilim insanının tarafsız olmasının imkânsız olduğunu, diğer yandan böyle bir talebin bilim etiği gereği makbul olmayacağını öne sürüyorsunuz. Bilimciyi hakikat arayışına raptedecek bahsettiğiniz bilim etiğinin mahiyeti nedir? Bu durumda bilimden değil, bilimlerden bahsetmek daha doğru olmaz mı, öyle ise daha etik olmanın ölçütü ne olacaktır? Yanılıyor olabilirim ama ahlaklı insan olmanın ekseriyetle ahlaklı bir yaşam sürmek yerine ahlak üzerine ahkâm kesip bir ahlak söyleminin kör gözüne parmak savunuculuğunu yapmaya eşitlendiği bir zamandan geçtiğimize inanıyorum. Bu bakımdan Ece Ayhan’ın marjinalin ancak uzun bir dürüstlüğü deneyimlemekle mümkün olabileceği iddiasından[7] hareketle, faille fiil arasında refleksif bir ilişkinin olduğunu söyleyebilir miyiz? Daha kırılgan kılmak pahasına iddiamı daha açık hale getirecek olursam: Fail-fiil gerçekleşmesinin karakterini fiili esas alarak anlamaya çalışmak hem daha yapıcı hem daha doğru olmaz mı? Örneğin ben sağcılar tarafından iyi bir iş yapılamayacağı kanaatindeyim, yapılan kötü işlerin ise solculukla bir alakasının olamayacağını düşünüyorum. Bunun gibi akademide iyi işler yaptığını iddia edenlerin pek azı fiilleri ile refleksif bir ilişkiye giriyorlar, fail olarak kendileri fiillerinin önüne geçmiş durumda bence. Bu nedenle akademik faaliyetlerini inançları uğruna yürüttükleri mevzi savaşları domine ediyor. Rahmetli Oğuz Atay’ın Bir Bilim Adamının Romanı eserinde gerçeği parlatmanın en emin yolu olan istihza ile dile getirdiği gibi, akademi mensupları bilimin küçük bir meselenin büyütülerek doktora haline getirilip gülümsemenin unutulduğu ilk ve en zor şartından itibaren büyük mevzi savaşları vermek zorunda kalıyorlar. Böylelikle bilimsel aktivite neredeyse tamamıyla rütbeler kazanmak mesleğine dönüşüyor.[8] Rütbeler kazanmak yoluyla yürütülen mevzi savaşları, akademik faaliyeti, bilmenin ilk şartı olan hayrete kapılmayı, çocuksu merakı ortadan kaldıracak bir sıkışma haline, bir aciliyete dönüştürüyor. İnsan kapasitesini zorlayan bu sıkışma ahlaki zaafa, ikiyüzlülüğe yol açıyor. Az zamanda çok ve büyük işler yapılması istek ve beklentisi, böylece “akademik ben”in inşası sorununu bir halkla ilişkiler sorununa indirgiyor. Nihayetinde akademik faaliyet, derin düşünmeyi olanaklı kılan bir meslektaşlar topluluğuna dâhil olmak yerine çoğu kez talibi olunan kadroların ve makamların gerektirdiği biçimde mesleki özgeçmiş (CV) oluşturma sanatına dönüşmüş durumda. Ne dersiniz, atıf endekslerinin ve özgeçmişlerin bir hayrı olur mu bilim icrasına? Bu sıkışma halinden, maruz kalınan bu riyadan bir çıkış önerebilir misiniz?
FB: Belki de eleştirel düşünce hiçbir zaman bugünkü kadar önemli olmadı. Ve galiba hiçbir zaman da bu kadar yerlerde sürünmedi. Şimdilerde ister sosyal bilim, isterse teknik bilim olsun artık hiçbir asgari özerkliğe sahip değil. Doğrudan büyük şirketlere endeksli, onların sultası altında yol alıyor. İkincisi, modernitenin hiçbir zaman saf bir bilimsel projesi olmadı. Teknik bilim dünyayı hizaya getirmenin, doğaya hâkim olmanın, ona hükmetmenin hizmetinde oldu. Tabii bu bütünlük içinde “sosyal bilimci taifesi” de insanlığın daha iyiye evrilmesinin değil, gayrı adil, toplumsal düzeni meşrulaştıran “uzmanlar” olmanın ötesine geçemedi. Oysa etik, gerçekten bilimsel-entelektüel kaygıları olanlar için olmazsa olmazdır. Etik bir davranış demek, sorumluluk ilkesinin gereğini yapmak demektir. Bilim insanı, kadını-erkeği bir kere gerçeğin peşine düştüğünde, daha doğrusu hakikati dert edindiğinde bir varlık kazanabilir. Bu bakımdan onlar için etik hayati öneme sahiptir. Bilim insanını-entelektüeli, diğerlerinden ayıran onun diğerlerinden daha çok şey biliyor olması değildir. Hakikatle kurduğu ilişkinin mahiyeti ve sorumluluk ilkesine bağlılığı, velhasıl etik duruşudur. O sıradan uzmandan öte bir şey olmak durumundadır. Eğer etik bir tutarlılığa sahipse, sorumluluk ilkesini içselleştirmişse, senin söylediğin “fiil-fail” çelişkisi ve uyumsuzluğu da sorun olmaktan çıkar. Oysa hem herkes gibi yapıp, herkes gibi davranıp, herkes gibi yaşayıp hem de “farklı” olduğunu söylemek, faklı olduğunu sanmak tam bir tutarsızlıktır. Senin de çok iyi ifade ettiğin gibi, faile değil, fiile bakmak, durumun netleştirilmesi için vazgeçilmezdir. Dolayısıyla bu sorunla ilgili bariz bir uyumsuzluk ve ikiyüzlülük söz konusu olduğunda şüphe yok…
Akademi kendi içine kapalı, toplum sorunlarıyla gerçek bir ilişkisi olmayan bir varlığa sahip. Kendileri çalıp kendileri oynuyor ve yaptıklarının toplum katında bir karşılığı, bir yansıması yok. Aslında unvan almak için bir dizi sınavdan geçiliyor. Yazılan tezler sınavı geçmenin araçları. Bilimsel bir iddianın ete kemiğe büründüğü bir zihinsel ürün değil. Dolayısıyla ilişki tersliği söz konusu… Unvan kazanma yönteminin de herhangi bir devlet kurumundakinden özde bir farkı yok. Dikkat edersen akademi üyeleri yaptıkları işi bir “meslek” olarak görüyorlar. Sivil savunma genel müdürlüğünde müdür de olabilir, üniversite denilen kurumda doçent, profesör de olabilir… Oysa arada dağlar kadar fark olması gerekirdi. Aslında üniversiteler bilimsel olmaktan çok bürokratik kurumlar. İşte şu kadar zamanda yüksek lisans, şu kadar zamanda doktora, şu kadar zamanda doçent ve profesör unvanı kazanmak söz konusu olunca, asıl mesele es geçilmiş oluyor. Bunun, şu kadar yıl sonra üsteğmen, şu kadar yıl sonra yüzbaşı, binbaşı, yarbay, albay… olan ordu personelinden ne farkı var? Latince bir deyim ars longa vita brevis der.[9] Eğer, estetik etkinlik aceleye getirilmemesi gereken bir etkinlikse, aynı şey bilimsel etkinlik için de geçerlidir. Kaldı ki bu ikisi arasında Çin Duvarı da yok. Son tahlilde bir bütünün parçaları veya veçheleri. Bu vesileyle hatırlanması gereken önemli bir husus da bilimsel ve estetik etkinliğin birbirinden ayrılması, doğa bilimleri denilenin sosyal bilim denilenden, daha da ötede bilimin felsefeden ayrılmasının ortaya çıkardığı olumsuzluktur. Aslında bu, gerçeğe nüfuz etmeyi zorlaştıran bir şey ve bunun tesadüfen ortaya çıkmadığı da bir vakıa… Oysa realite bir bütündür ve bir bütün olarak kavranması, anlaşılması gerekir. Uzmanlık “derinleştikçe” realiteden uzaklaşmak kaçınılmazdır. Kaldı ki “bütünü anlamadan parçayı anlamak mümkün değildir” denmiştir… Oysa uzmanlığın yüceltildiği bir zamandayız.
AÖ: Türkiye’de bireysel gayretleri aşıp okullaşabilen bir bilim topluluğu olduğunu söylemek şöyle dursun, böyle bir ajandanın, niyetin olduğunu öne sürmek bile güç. Her bakımdan kifayetsiziz, bundan epey mustaribiz, ancak bu hususta susmakta mükemmelen ittifak halindeyiz: en aşağı iki yabancı dil bilmesini istediğimiz yurttaşa yaklaşık yirmi senede birini bile öğretemeyen, dahası bu süre zarfında mübalağasız kendi dilinde okuyup yazmayı da öğretemeyen bir eğitim sistemi, tarih öğretimini adları, yerleri, tarihleri kronolojik olarak ezberletmek, coğrafya öğretimini yer, bitki örtüsü, iklim, ürün adlarını ezberletmek, temel bilim öğretimini formül ezberletmek, vs. olarak gören bir eğitim sistemi, hamasi bir ötekileştirmenin kaynaklık ettiği toplum ve tarih tasavvurunca biçimlendirilen bir eğitim anlayışı –bu ve benzeri nedenlerle kaderi kötüleşmek olanı sürekli iyileştirme çabalarının, bütünün her bir parçasını zahmete sokup dönüştürecek yordam değişiklikleri yerine her şeyin olduğu gibi sürüp gitmesine neden olan biçimsel değişikliklerin ötesine geçememesi ve zahmet gerektirmediği için sığlığa rıza gösterme. Türkiye toplumu neden derin düşünemiyor? Düşünce odakları, ekoller, istikrarlı entelektüel kavgalar, gelenekler neden ortaya çıkmıyor? Bunun yerine Türkiye’de ‘az olsun benim olsun’ düşüncesiyle her cinsten (siyasi, akademik, sanatsal) alanın parsellenmeye çalışıldığı iletişimsiz bir düşün ortamının (?) olduğunu iddia etmek emeğe saygısızlık mı olur acaba?
FB: Aslında bilimsel-entelektüel faaliyet gösteren bir akademi üyesi, bir şeyi kafaya taktığında, benzer şeylere kafa yoran başkalarıyla iletişime geçmesi, onlarla düşüncelerini olgunlaştırmak için fikir alışverişinde bulunması ve daha sonra da enformel veya formel bir düşünce odağı oluşturmak üzere harekete geçmesi ve benzer çabalar içinde olan başka oluşumlarla da bağ kurması, entelektüel etkinlik alanını genişletmesi gerekir. Yani başını kaldırıp etrafa bakması gerekir. Fakat böyle şeyleri sorun edebilmesi için de öncelikle gerçekten bilimsel-entelektüel kaygılar taşıması, merakı olması, bir iddia sahibi olması gerekir. Memur “bilinci” taşıyan birinden böyle şeyler beklemek zaten mümkün değildir. Aslında bizdeki ortalama üniversite üyesinin o tarakta bezi yoktur. Bu yüzden de lise hocasından da pek farkı yoktur. Yegâne kaygısı, rütbesini ve maaşını yükseltmek ve saçma tüketim yarışına dâhil olmaktır… Böylesi koşullarda senin söylediğin mahiyette bir “okullaşma”, bir “eleştirel-düşünsel odak” oluşturmak mümkün olabilir mi? Sanıyorum bizdeki entelektüel-bilimsel çoraklığın ve azgelişmişliğin asıl nedenlerinden biri bu. Zaten üniversite aşaması da dâhil, eğitimin amacı çocukların, gençlerin yaratıcı yeteneğini geliştirmek, kişiliklerini zenginleştirmek, ufkunu açmak değil, köreltmektir. Düşünme yeteneğini dumura uğratmak, soru soramaz duruma getirmek velhasıl köleleştirmektir. Öyle olunca, on beş yıllık eğitimden sonra hâlâ bir yabancı dilin bile neden öğretilemiyor olduğu sorusunun cevabı verilmiş olur. Zira amaç öğretmek, tecessüsü tatmin etmek, zihinsel gelişmeyi ve yaratıcılığı geliştirme değil, bireyi “özgürleştirmek” değil, oyalayarak bilincini köleleştirmektir. Cahil bir nesil yetiştirmek yani… O zaman kolay yönetmek mümkün hale geliyor. Fakat öğrencinin cahil bırakılabilmesi için öğretmenin cahil olması gerekiyor. İngilizce hocası, Fransızca, hocası, Almanca hocası, vb. o dilleri gerektiği gibi bilmeden 30-40 yıl hocalık yapıyor. Hoca öğretiyormuş gibi yapıyor, öğrenci de öğreniyormuş gibi yapıyor… Ve rollerin kesişme noktasında da böyle bir manzara ortaya çıkıyor. İngilizce hocaları İngiliz edebiyatına vakıf mı? Bir İngilizce metni Türkçe’ye çevirebilir mi? Elbette istisnalar vardır ama istisna sadece kuralı doğrular. Eğer yabancı diller cephesinde durum böyleyse, tarih hocası da edebiyat hocası da coğrafya hocası da fizik, kimya, biyoloji hocası, vb. de az çok aynı durumda demektir… Burjuva toplumunda insanlara bir şey bilmenin karşılığı olarak diploma verilmez, diploma sahibi olduğu için bildiği varsayılır ve o diplomayla kariyer yolunda ilerlenir.
Şimdilerde artık eğitimin tüm aşamaları ticarileşti. Eğitim hizmeti bir mal olarak alınıp satılıyor. Her eğitim kurumu artık birer kapitalist işletmeye dönüşmekte ve öğretmen bilgi ve diploma ticaretinin bir unsuru. Bir tür satış elemanı. Artık hiçbir itibarı yok… Velhasıl tam bir kepazelik tablosu söz konusu. Şahsen, üniversite de dâhil eğitim kurumlarının içerden dönüştürülebileceğini sanmıyorum. O zaman iki şey: Birincisi, toplumda radikal bir dönüşüm olmadan üniversite içerden dönüştürülüp ayakları üstüne oturtulamaz, gerçek işlevine döndürülemez ve ikincisi, devletten ve sermayeden tam bağımsız eleştirel düşünce odakları oluşturmak gerekiyor ve bu mümkün… Elimiz ilelebet armut toplamaya devam etmek zorunda değil… Aksi halde eleştirel düşünceyi toplumun ve “iyi yaşamanın” hizmetine sunmak daha da zorlaşmaya devam edecektir. Şahsen insanlığın ve uygarlığın artık kritik bir eşiğe gelip dayandığından şek şüphe etmiyorum. O zaman geriye bizi kurtaracak bir tek şey kalıyor: Eleştirel düşünce ve yaratıcı eylem. Tabii önce işe akademi de dâhil mevcut olanın radikal eleştirisiyle başlamak, bu gericilik yuvalarını teşhir etmek gerekiyor… Aksi halde “akademik statünün gardiyanları” yıkımı kurtuluş olarak sunmaya devam edeceklerdir. Oysa zaman daralıyor ve vakitlice harekete geçilmezse geriye kurtaracak pek bir şey kalmayabilir…
AÖ: Teşekkür ederim.
FB: Asıl ben sana teşekkür ediyorum, bu ilginç, düşündürücü, zihin açıcı soruların için…
Sonnotlar
[1] Görünüm (30.10.2014). Cumhuriyetin Korkuları “;” Korku Cumhuriyeti Sempozyumu başladı. http://gorunumgazetesi.net/guncel/cumhuriyetin-korkulari-korku-cumhuriyeti-sempozyumu-basladi. Son erişim tarihi, 07.06.2016.
[2] Rahmi Turan (18.04.2009). Korku toplumu yaratmak!. Hürriyet. http://www.hurriyet.com.tr/korku-toplumu-yaratmak-11463660. Son erişim tarihi, 08.06.2016.
[3] Korkut Boratav (21.02.2016). Korkut Boratav: İslamcı faşizmin en kritik adımı, başkanlık rejimidir. Söyleşi Nurzen Aruman. odatv, http://odatv.com/islamci-fasizmin-en-kritik-adim-baskanlik-rejimidir-2102161200.html. Son erişim tarihi, 08.06.2016.
[4] GIT Türkiye (2016). Akademide Hak İhlalleri Dosyası III Mayıs 2013-Mayıs 2015. gitturkiye.org/images/GITT_dosya2013-2015.pdf. Son erişim tarihi, 08.06.2016.
[5] Radikal (18.12.2014). Doç. Başkaya ve Prof. Kurul’u üniversiteye sokmadılar. http://www.radikal.com.tr/turkiye/doc_baskaya_ve_prof_kurulu_universiteye_sokmadilar-1254040. Son erişim tarihi, 06.06.2016.
[6] Fikret Başkaya (05.08.2008). ‘Reel Üniversite’nin Sefaleti. Ufkumuz, http://www.ufkumuz.com/reel-universitenin-sefaleti-832yy.htm. Son erişim tarihi, 06.06.2016.
[7] Ece Ayhan (1993). Marjinallik. Sivil Denemeler Kara, 2. Basım, İstanbul: YKY Yayınları, s. 77-79.
[8] Oğuz Atay (2001) Bir Bilim Adamının Romanı, 14. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 176-177.
[9] Sanat uzun, hayat kısa.