Özellikle Batı Dünyası’nda artık insanların dinlere inanmadıkları haberleri ve bilgisi, her türlü medyanın haberlerine, araştırmalarına ve anketlerine dayandırılarak duyurulmaktadır. Batı’da dini kurumlara aidat veren inançlı dindar üyeleri kalmaması nedeniyle, kutsal kiliselerin bile restaurant, café ve barlara kiralandıkları (Batı Avrupa, özellikle de Hollanda) düşünülürse, durum daha anlaşılır olmaktadır. Bilim, bilgi ve özgürlüğün olduğu Batı’da ne olmaktadır da, kiliselerin üyesi azalmakta, kiliseler ya eğitim ya eğlence (Hollanda) yerlerine kiralanmakta ya da boş kalmaktadır.
Kutsal, göksel sayılan dinlerin ve onların yeryüzü temsilcilerinin Batı toplumlarında etkilerini kaybetmelerinin önemli nedenlerinden biri de; insanların kendi özgürlüklerinin farkına varmaları, kendilerinin yaşamlarını belirleyecek başka güçlere veya insanlara kendi kudretlerini teslim etmemeleridir. Çünkü inanmanın bir rahip ya da imama gerek duyulmadan yapılması gerektiği, hatta rahip, imam ya da dini temsil eden birinin inanmaya yardımı olmadığı gibi, inanmanın gereklerini yerine getirmeyi engelleyici olduğu, yani inanma töreninde bir aracının inanmayı gerçekleştirmeyi olanaksızlaştırdığı düşüncesi, inanan ve inanma hakkında bilgi sahibi olan insanlarca doğru yaklaşım olarak onaylanmaktadır. Çünkü her dolayımlanma, tekil özgürlüğün yaratım ve özgünlüğünü engelleyici işlev görmekte, temsilcinin ve temsilin gücünü artırmaktadır. Böyle bir bağlamda düşünüldüğünde, inananın kendini yaratıcı katında temsil edecek bir aracıya gereksinim duyduğu düşüncesi yanlış ve böylelikle de saçma olmaktadır. Çünkü inanma töreni yaratıcı ile yaratana tapan arasındadır ve özel bir yaratıcı temsilcisi (imam ya da rahip!) aracılığıyla ibadet ise akıldışıdır.
İnanma ve ibadetin, din temsilcileri ya da dini temsil ettiğine inanılanlar tarafından gerçekleştirilebileceği fikri, tek tek insanların kendi başlarına ve özgürce yaratıcıya inanarak ibadet yapamayacakları anlamına gelir. İnanma ve ibadetin temsilcilerle gerçekleştirilebileceği şeklindeki böylesi bir yaklaşım, insanların her birinin kendi başlarına hür irade sahibi olduklarını inkar eden bir yaklaşım olması bakımından da, akla ve mantığa sığmaz görünmektedir. Bağnaz ve geri toplumlarda böylesi bir yaklaşım benimsendiğindendir ki, toplumun ortak gücü ele geçirilebilir olmuştur. Böylelikle de, din ya da yaratıcı adına dini temsil edenlerce insanların inançları ve ibadetleri, egemenlerin (zenginlerin ve iktidar sahiplerinin) istediği gibi yönlendirebilir kılınmıştır. Tarihte olan biten tam da budur. Günümüzde de bu yanılsama veya kandırmaca sürüp gitmektedir.
İnsanlar yüzyıllarca din temsilcilerine, sözde din ve Tanrı sözlerini onların bildiğini düşünerek biat etmişlerdir. Bu nasıl oluyorsa! Din ve inanç simsarları, sanki kutsal kitaplardan başka kesin buyruk varmış gibi, kendi sözlerini ve dünya görüşlerini Tanrı ya da din yaklaşımı olarak halka sunmuşlardır! Oysa kutsal kitaplar açık seçiktir ve herkes rahatlıkla anlayabilir. Gerçi her ne kadar kimi dinci ve sözde din alimi ya da kutsal kitap yorumcularının (!), doğruyu yalnızca kendilerinin bildiği ve kutsal kitaplarda gizli ve kapalı (bu ne demekse! Sanki Tanrı düşüncelerini insanlara açık seçik ve anlaşılır göndermemiş gibi) olarak anlatılanları yalnızca kendilerinin anladıklarını ve yorumladıklarını iddia etmeleri acaipliği, dindar çevrelerde çokça alıcı bulsa da, bu yaklaşım büsbütün dogmadır, kör inanç ve önyargıdır. Bu sözde din alimleri, sanki başkaları okuduklarını anlamaktan yoksunmuş gibi (!), yalnızca kendilerinin kutsal kitapların derin anlamlarını çıkarabildiklerini buyurmakta ve kitleleri kandırmaktadırlar.
Kitlelerin, Tanrı ya da dinin gücüne kayıtsız şartsız teslim olmalarının beslendiği kaynak; insanların kendi akıl ve anlamalarının değerini keşfedememeleri, kendi özgürlüklerinin farkına varamamaları, insanların korku ve baskı ile yönetilmesidir. Neredeyse günümüze değin insanlığın tarihi, insanların korku ve baskı altına alınarak, işkence ve terörün din aracılığıyla yapılmasını, din tüccarlarının kendi çıkarları için din adına insanların hayatlarını çarçur ettikleri karanlık yüzyılların hikayelerini anlatmaktadır. Bugün kutsal kitap yorumcularının ve güya din alimlerinin yaptığı, Ortaçağ’da din tacirleri olan rahip ve imamların yaptıklarından başka birşey değildir. Olan biten şu tümceyle anlatılabilir: Bu alimler ve din bilginleri, her zaman yaptıkları gibi, inanan insanların özgürce kendi inançlarını kendi yorumlarıyla yaşamaları yerine, toplumda erki elinde bulunduranların iradelerinin gerçekleşeceği bir tarzda inancın düzenlenmesini uygulayıma koymaktadırlar.
İnanmaya yaklaşımların bu önyargılar bağlamında ele alınmasının sonuçları, açıkça her gün haberlerde izlendiği gibi, günümüz Müslüman dünyasında herkesin başkalarının haklarına saygı duymadığı, her kesimin başka kesimleri ya da grupları denetim altına almaya çalıştığı, birilerinin birilerini ötekileştirmeye, susturmaya, baskı altına almaya, terör ve işkenceyle yok etmeye çalıştığı ortamları yaratmaktadır. Oysa farklı inançların ya da düşüncelerin baskı ve şiddet yoluyla ortadan kaldırılamayacağı, kültür tarihine bakmayı ve toplumsal barışı anlayan toplumlar tarafından çoktan anlaşılmıştır. Düşünceler ve inançlar, ancak kendi türlerinden kudretle etkilenebilir. Düşünce ve inançlarla, ancak düşünceler ve inançlar aracılığıyla mücadele edilebilir. Bir beden ya da cisimi maddi olarak etkilemenin yolu, yine ona temas edebilecek bir beden ya da cisimdir. Düşünceler düşüncelerle, beden, cisim ya da şeyler de kendi türünden varlıklarla, yani herşey kendi türlerinden şeylerle etkilenebilirler.
Müslüman toplumlar bu durumu bir türlü anlayamamaktadır. Nasıl ki toplumda herkes birbirinden farklı genetik şifre (DNA), retina, parmak izi ve hücre yapılarına sahipseler, toplumun üyesi olan insanlar da, farklı düşünce, inanç ve değerler taşırlar. Bir toplumda bu farklılıkları ortadan kaldırmak istemek, toplumun toplum olma özelliklerini bozmaya, onu yıkmaya çabalamak demektir. Müslüman ülkelerinin karanlık Ortaçağ’ı, maalesef Müslüman toplumların üyelerinin birbirlerinin farklılıklarını tanımamaları nedeniyle sürüp gitmektedir. Müslüman dünyanın Ortaçağ’ının hala sürmesinin bir başka nedeni de; yöneticilerin kendi çıkarları için toplumun bu muhafazakarlığını koruma ve sürdürme yönünde kültür ve eğitimi dogmatik tarzda biçimlendirmeleridir. Çoğunluğu Müslüman olan Türkiye’de dinsel aydınlanma, İslami reform ve İslamiyette seküler yaşamın özgürlüklerine saygı duyularak dindar topluluklarda meşrulaştırılması, kapitalizme karşı Müslüman bir yaklaşımla (antikapitalist müslümanlarla) topluma bakanlar sayesinde henüz yeni yeni başlamaktadır. Bu durum belki de, Türkiye için tarihsel anlamda bir ilk ve büyük toplumsal ilerleme olarak kayda geçmiştir.
Dinler, insanların yücelik ve kutsallıklarına inandıkları yaratıcıya tapınmanın sistemidirler. İnsanlar, kendilerini ve tüm evreni yaratan sonsuz güç sahibi bir yaratıcı olduğuna inanmışlar ve bu yaratıcı varlığa tapınmanın değişik yollarına inanmışlardır. Yaratıcıya tapınmanın değişik yolları ve biçimlerinin kendilerine elçiler ya da şamanlar aracılığıyla tebliğ edilmesine inanmışlar ve peygamberliğe önem atfetmişlerdir. Peygamberlik sonrası, dinsel inancın tören ve tapınmalarını sürdürme görevini elçiler, imamlar, şamanlar ve rahipler üstlenmiştir. Ancak imam, şaman ve rahipler, toplumlara egemen politik güçle işbirliği içerisinde, inanan insanların egemene biat amacıyla yönlendirilmesi, iktidara halkın boyun eğdirilmesi amacıyla dini kullanmayı pek yararlı bulmuşlardır.
İnsanların inanmaları, insanların inançlarını temsil edenlerce, inanç sistemleri olarak heryerde ele geçirilmiş, inanmanın asıl işlevi olan kişi ile yaratıcı arasındaki inanma törenine krallar (egemenler), imamlar ve rahipler tarafından el konulmuştur. İnanç sistemi olarak din ve yaratıcı, sözde daha çok biliyor olmak, dini ve hatta yaratıcıyı temsil etmek (onunla konuşmak, belge getirmek ya da hissetmek gibi) iddiasıyla din temsilcileri ya da din tacirlerince uydurularak, toplum yanlış bilgilendirilmiştir. Oysa din, yalnızca insanın kişisel inanmasından doğar. Fakat kişisel inanmaların kurumlaşması, sistemli hale gelmesi ve (kral, imam, şaman rahip veya yöneticiler) temsilciler tarafından sahiplenilerek, inanmanın inananın elinden alınması çoktan gerçekleşmiştir. Bu bağlamda, günümüz din, inanç sistemleri ve sembolleri (Kilise, Sinagog ve Camii vb) sahih nitelikli ve insanların tekil inanmaları olmaktan çıkmış, politik amaçların aracına ve sahte inançla yönetmenin, zenginlerin ve iktidar sahiplerinin egemenlik biçimlerine dönüştürülmüştür.
Denebilir ki, dinlerin ve inancın insanlar tarafından terk edilmesinin asıl sebeplerinden biri de, din ve inancı açıkça kendi denetiminin aracına dönüştürenlerdir. Tarih boyunca din ve inancı temsil edenlerin, kendilerini her daim din ve inancın temsilcisi sayanların, kendi çıkarlarını korumak ve sürdürmelerinin bir aracı olarak kullanmaları söz konusu olduğu açık seçik anlaşılmıştır. Bu nedenle, dine ve dini temsil edenlere duyulan tepkiler söz konusudur. Bu anlamıyla, din temsilcilerini kişilerin öznelliklerine müdahale ile ilişkilendirmek mantık dışı olmasa gerek. Söz konusu süreçleri tarihsel ilgileri içerisinde, egemenlik, iktidar ve din ile ibadet ilişkisini anlayan her aklı başında inanç sahibi, inancını ve ibadetini sürdürürken, kendini güç ve iktidarın denetiminden kurtarmak, kendi iradesini kendi yaşamına egemen kılmak, başkalarının kendi üzerindeki tasarrufunu ortadan kaldırmak ister. Bu amaçla da, kendinin dışında ama kendi adına yaratıcı ile ilişkinin temsillerle yürütülmesine karşı çıkar.
İşte Avrupa toplumlarının üyelerinin din ve ibadetle ilişkilerinde Hrıstiyanlığın temsilcilerine suç üstü yaptıkları konu ve süreçler, bu noktayı anlamalarından ibarettir. Avrupalı insanın kendi öznelliğinin, sözde din temsilcilerince gasp edilmiş olduğunu anlaması ve bu bağdan kurtulmak amacıyla kendilerini kurtarmak istemeleri söz konusudur. Din simsarlarıyla bağın sonlandırılması, bireyin aynı zamanda kendi yabancılaşmalarından kurtulmasına işaret eder. Bu sebeple de, bu edimselliklerde bireyin din ve inanmanın temsillerinden, dolayımlı ve doğrudan egemenliklerle ilişkilerden uzaklaşması söz konusudur.
Din ve inanç konusunun aydınlatılmasının olanakları, kitleleri oluşturan tekilliklerin özerkliklerine kendilerinin sahip çıkarak, kendi kendilerinin düşünce ve eylemlerinin yönlendiricisi olabilmelerinden geçmektedir. Demek ki inanç ve ibadet konusunun insanlar tarafından açık seçik kılınmasının önemli bir yanı da, tarih, toplumbilim, ruhbilim, felsefe ve ekonominin ortaya koyduğu son kuramlarla ilgilenerek, insan ilişkilerini ve toplumun örgütlenmesini yeniden düşünmenin önemini anlamakla ilişkilidir.
Anlatılmak istenenler özetlenirse; nerede, hangi kürsüde ya da alanda din söz konusu ediliyorsa, orada din, gelenek ve yerleşik düşünce alışkanlıkları içerisinde yaşayan halkın inançları sömürü konusu yapılmakta, egemenliklerin aracına dönüştürülmektedir. Dini temsil ettikleri iddiasında olanlar, açık seçik -mealen- şöyle demektedirler; “biz Tanrının temsilcisiyiz, Tanrı bizim dediklerimizi demektedir, sözlerimize uyun!”. Bununla da esasen şu denmek istenmektedir, “bizim dediklerimize uyun, yoksa Tanrı sizi cezalandırır, Tanrının yeryüzünde cezalandırıcı eli ise bizleriz.” Toplumun çoğu inançlı kesiminin inanca uygunsuzluk durumunda kullandığı, “Tanrı emirlerine uymazsan öte dünya da cezalandırırsın” gibi etkisiz ve geleceğe işaret eden bir ifade kullanımı değildir bu! Toplumu iktidarların iradelerinden çıkmaması için, şimdi burada terör uygulanacağı ifade edilen tehditlerdir bunlar.
İnsanlar aydınlandıkça iktidarın bu türden tehditleri boşa çıkmaktadır. İnsanların bilgilenmesinin, aydınlanmasının; kilise, sinagog ve camiden uzaklaşması anlamına geldiği görüldükçe, insanları kültür endüstrisi araçlarının (özel mülkiyetin varlığının temeli olan pazar ilişkileri, meta ve sermaye üretiminin insan düşünmesinin yaratıcılığını ve özgünlüğünü körelten, yabancılaştıran etkinliği), devletin ideolojik aygıtlarının (eğitim, kültür, hukuk, politika ve medya yönetimleriyle) yönlendirmesiyle toplumun değişmesinin sınırlanmaya çalışılması, baskı altında tutarak istedikleri yöne sevk etme ve istedikleri biçime dönüştürme girişimleri aracılığıyla, toplumun aydınlanması, bilinçlenmesi, özgünce ve özgürce düşünmesinin engellenmesi artarak sürdürülmektedir.
Hakiki inanma, kimsenin kimseye ve kimsenin herhangi bir kurum aracılığına ihtiyaç duymayacağı bir kavrayıştır. Herkes istediği dine ya da düşünceye inanmalı ama hiç kimse kendi inancını diğerlerinin inancından üstün görmemeli, eğitim ve öğretimde yalnızca bir inancın egemenlği söz konusu olmamalıdır. Bu nedenle, inanma yalnızca bireyin inanması ile ilgili yaşamı çerçevesinde geçerli olmalıdır. İnanma, eğitim ve toplum yaşamında karşılaşılan insanların zorunlu tutulacağı ve zorla uydurulacağı bir alan değildir. Çünkü inanma gönüllü bir boyun eğmedir. İnanmanın, eğitimde ve öğretimde sürdürülmesi ise ayrı bir baskıcılıktır. Eğitimde herkese, hem de farklı inançlardan çocuk ve gençlere dayatılması, şu ya da bu inancın diğerlerinden üstün olduğunun dile getirilmesi, insan haklarının ihlalinden başka birşey değildir.
İnanmanın bir çeşidinin, siyaset, ekonomi veya hukuk gibi toplumsal kurumlara, alanlara egemen bir biçim olarak yayılması, tüm toplumun tektipleştirilmesini getirir. Bu tektipleştirmede, yalnızca çeşitlilik bastırılmakla kalmaz. Birbirinden farklı düşünme ve eylemelerin de ortadan kaldırılması, cezalandırılması ve eleştirel düşünmenin kaynakları kurutulur. Çeşitlilikle, farklılıkla hareket gücü artan toplumların kendilerini yenileme kuvvetlerini tektipleşmeyle kaybederek, artık yeniliklere açık yüzlerinin yerini dogmalar ve önyargılara bırakırlar. İşte bu yüzden de, modern ve yeni olmak anlamına gelen demokrasi, özgürlük ve insan haklarından uzaklaşırlar.
İnanma, tek tek insanların inanmasıdır, kurumlara ve özellikle devlete egemen biçim olan bir inanma, olsa olsa zengin ve egemen kesimlerin toplumda iktidarlarının işini kolaylaştıran bir inanma olmaktadır. Böylesi bir inanmanın topluma yayılmak istenmesinin kökü, toplumun dinle uyutularak egemenlerin dünyevi çıkar ilişkilerinin sürdürülmesinden ibarettir. İnanan insanların bu noktayı gözden kaçırmadan inançlarını sürdürmesi, toplumun sırtından geçinenlere hayır demesi anlamına gelir.
Toplumsal gelişmelerin sağlıklı ilerleyebilmesi için sosyal bilimlere bakmanın, toplumu düzenlemenin önemini anlamanın belirleyici role sahip olduğu açıktır. Çünkü ancak toplumu oluşturan tikelliklerin (bireyselliklerin) ve tekilliklerin (bir kesimin) ortak amaç ve çıkarlarının ne olduğunun farkında olmak suretiyle toplum yeniden ve güncele uygun olarak şekillendirilebilir. Ancak bu yolla, toplumu kuran grup ve kişilerin birbirleri ile ilişki ve etkileşimleri birlikte yaşamalarına uyumlu hale getirilebilir. Çıkar uzlaşmazlıkları ve düşünce karşıtlıkları da, öfke, nefret ve düşmanlık duyguları yumuşatılarak uzlaştırılabilir, böylelikle de, uyum ortaya çıkarılabilir ve toplum çatışmaya, içsavaşa sürüklenmekten uzak tutulabilir. Batı’nın kendi içerisinde yaptığı tam da budur. Doğru saptamalar ve uygulamalar bulmak için yeni yollar aramanın önkoşulu, daha önce ortaya konmuş olanların içerilerek aşılmasıdır, tarihsel ilerlemelerin dinamiklerine engel olmak değil.