Birleşmiş Milletler Suriye özel temsilcisi Staffan de Mistura, Halep’in doğusunda 275 bin insanı rehin tutan ve her gün katliam yapan, sayıları 5-6 bin kadar olduğu tahmin edilen, cihatçı katiller güruhu için bir “yerel yönetim” önermiş… Acaba Washington’un doğusu, Londra’nın Batısı, Paris’in Güneyi, Berlin’in Kuzeyi de, kendinden menkul bir haydut çetesi/katil sürüsü tarafından işgal edilseydi, sayın özel temsilci oralar için de bir “yerel yönetim” önerir miydi? Birleşmiş Milletler Örgütü, Milletler Cemiyeti’nin (Cemiyet-i Akvam) yerine kuruldu. Aslında “Birleşmiş Milletlerin” değil, emperyalist devletlerin örgütüydü. Misyonu ve varlık nedeni ikinci emperyalist savaş sonrası dönemde neokolonyalizmi (yeni-sömürgeciliği) meşrulaştırmaktı.
İlk sınavını Siyonist İsrail’in kurulması sürecinde vermişti ve tabii sınıfta kalmıştı. Siyonist devletin kurulmasından iki yıl önce (1946) Filistin’in nüfusunun 1.846.000 olduğu, bunun 1.203.000’inin, yani %65’nin Arap, 608.000’inin, %33’ünün de Yahudi olduğu biliniyordu. Fakat Yahudi nüfusun çoğu da ‘doğal nüfus artışının’ sonucu değildi. 2 Kasım 1917’de (emperyalist savaş devam ederken) dönemin İngiltere dışişleri Bakanı Lord Arthur Balfour tarafından ilan edilen ünlü “Balfour Deklarasyonu’ndan” sonra Filistin’e göç hızlandırılmıştı. Dolayısıyla Yahudi nüfus daha çok o göçlerin sonucuydu… Fakat hepsi bu kadar değildi. 1945 yılı istatistiklerine göre, Filistin’in her yerinde Araplar Yahudilerden daha çok toprağa sahipti. Bir bütün olarak alındığında Birleşmiş Milletler Filistin Özel Komisyonu’na (UNSCOP) göre, Araplar toprakların %85’ine, Yahudiler de %7’sine sahipti… Buna rağmen Özel Komisyon, toprakların %55,5’nin Yahudilere ve %45,5’nin de Araplara ait olmasını önermişti. İkincisi, Özel Komisyon, “ulusların kendi kaderini tayın etme hakkının” Filistin Arapları için geçerli olmamasını da öneriyordu… Başka türlü ifade edilirse, Filistin-Arap halkına self determinasyon hakkı veya aynı anlama gelmek üzere, bağımsızlık hakkı tanınmayacak, Filistin toprağında bir Yahudi devleti kurulacaktı… Bu öneri dönemin kolonyalist/emperyalist devletleri ve Sovyetler Birliği tarafından desteklendi. Ve, Orta-Doğunun göbeğinde, 16 Şubat 1948 de Siyonist İsrail Devleti resmen kuruldu. Onu ilk tanıyan Müslüman ülkenin TC olduğunu hatırlamak önemlidir…
İyi de, Birleşmiş Milletler Örgütü Şartı’nın birinci maddesinde ne deniyordu: ” Uluslararası barışı ve güvenliği korumak ve bu amaçla barışın uğrayacağı tehditleri önlemek ve bunları boşa çıkarmak, saldırı ya da barışın başka yollarla bozulması eylemlerini bastırmak üzere etkin ortak önlemler almak ve barışın bozulmasına yol açabilecek nitelikteki uluslararası uyuşmazlık veya durumların düzeltilmesini barışçı yollarla, adalet ve uluslararası hukuk ilkelerine uygun olarak gerçekleştirmek”. Oysa, Siyonist devlet Orta-Doğu’da barışın olmaması, bölgenin sürekli bir çatışma ortamına sürüklenmesi için kurulmuştu. Asla bir bölge devleti değildi ve bir tür “doku uyuşmazlığı” vardı… Emperyalizmin Orta-Doğuya taşmış haliydi..
Birleşmiş Milletler Örgütü, geride kalan 68 yılda, istikrarlı bir şekilde Birleşmiş Milletler Örgütü Şartında yazılanların tam tersini yaptı… Zira, yukarda da söylediğimiz gibi, misyonu ve varlık nedeni, ” kolonyalist-emperyalist ırkçı Batılı devletler hesabına ‘yeni sömürgeciliği’ meşrulaştırmak, emperyalist statükoyu sürdürmekti…
Aslında insanlığın ‘kaderi’, Kristof Kolomb’un askerlerinin Amerikan toprağına ayak basmasıyla radikal olarak değişiyordu. Ondan sonraki tarih sömürgeciliğin, yarı-sömürgeciliğin, yeni sömürgeciliğin tarihi olacaktı. Şimdilerde de sıra “Balkanlaşmaya” gelmiş görünüyor!
Avrupa-merkezli bir tarih versiyonu oluşturuldu ve Avrupa-dışı toplumlar/halklar “tarih dışı” ilan edildiler. Avrupa dışında kalan hakların, kültürlerin, dinlerin, vb. “uygarlık yaratma” yeteneği olmadığı, dolayısıyla “eksik” oldukları, bu “eksikliğin” sömürgecilikle (kolonyalizmle) aşılacağı söylendi. Uygarlık yoksunu halkları uygarlığa taşımanın “Beyaz Adam’ın” vazgeçilmez misyonu olduğu, dönemin hakim görüşüydü…. Uygarlıkların birbirlerinden iktibas yaparak ilerlediği gerçeği inkâr edildi. Kapitalizmin gelişmesinde dünyanın geri kalanından taşınan zenginliğin önemi yok sayıldı. Başka türlü söylersek, Batı Avrupalıların zenginliğinin (kapitalizmin gelişmesinin) dünyanın geri kalanının, köleleştirilmesine, sömürüsüne, yağma ve talanına dayandığı gerçeği yok sayıldı. Veya aynı anlama gelmek üzere, birinin zenginliğiyle diğerinin yoksulluğu arasındaki ilişkinin mahiyeti inkâr edildi. Şimdilerde de değişen bir şey yok… Ve geride kalan tüm bu zaman zarfında, ırkçılık, dünya ölçüsündeki hiyerarşiyi meşrulaştırma işlevi gördü. Her dönemde de ekonomik temeldeki değişime (mütasyona) uygun düşen bir politik egemenlik biçimi ve onu meşrulaştıran bir ırkçılık versiyonu geçerli oldu.
Doğrudan sömürgecilik döneminde biyolojik ırkçılık esastı ki, XIX. yüzyıl Avrupası’nda zirve yapmıştı… Irkçılık insanlığın hiyerarşileştirilmesine imkan veriyordu. Fransız hekim ve antropolog Paul Broca, insan beyinlerini karşılaştırarak şu sonuca varıyordu: ” Afrikalı Zencilerin beyinsel kapasitesi, Avrupalının beyinsel kapasitesiyle Avusturalyalı’nınki arasında bir düzeyde bulunuyor”.(1) Broca demek istiyor ki, her ne kadar Afrikalı Siyah’ın beyinsel kapasitesi Avusturalya Aborjin’inkinden üstün olsa da, Avrupalı tartışmasız üstünlüğe sahiptir… Her tür egemenlik de mutlaka bir meşrulaştırmaya ihtiyaç duyduğuna göre, geri halkların köleleştirilmesi, sömürgeleştirilmesi, egemenlik altına alınması böylece haklılık kazanıyordu.
Kapitalizmin tekeller (monopoller) öncesi döneminde doğrudan sömürgecilik ve biyolojik ırkçılık geçerli oldu. İkinci emperyalist savaş sonrası dönemde sömürge ve yarı-sömürge halkları “biz de varız ” deyip tarih sahnesine çıkma iradesini ortaya koydukları koşullarda, artık biyolojik ırkçılık işe yaramazdı… Kültürel ırkçılık devreye sokuldu. Yeni durumda Avrupa-dışı halkların “geriliği”, “azgelişmişliği” beyinsel kapasite zaafıyla açıklanamayacağına göre, o zaman gerilik ve az gelişmişlik, onların kültüründen kaynaklanabilirdi…
Fakat, doğrudan sömürgeciliğe başkaldırı, güdük kaldı ve doğrudan sömürgeciliğin yerini, yeni-sömürgecilik aldı. Sömürge halkları biçimsel bir bağımsızlığa kavuşmuşlardı sadece… Dolayısıyla “bağımsızlık” teorik düzeyde kaldı. Zira, bir bayrağa, bir devlet başkanına, bir başkanlık sarayına, bir milli marşa, bir uluslararası hava limanına… sahip olmak bağımsızlık için yeterli olmazdı. Bağımsızlığın tüm şekil şartları mevcut olsa da, söz konusu ülkeler genel bir çerçevede ekonomik ve politik olarak, kolonyalist/emperyalist ülkelere eskide olduğu gibi bağımlı olmaya devam ettiler. Velhasıl “dışardan belirlenme” durumundan kurtulamadılar… Bu yeni egemenlik tarzı da elbette yeni bir ırkçılık versiyonuna ihtiyaç duyacaktı. Artık sömürgeci yöneticinin (kolonların) yerini Batılı uzman ve “danışman” alabilirdi… Geri kalmış ülkelerin kalkınmasına, ‘uygarlığa dahil olmasına” engel olan, beyinsel kapasite zaafı değil, “kültürel farklılıklar, “yetersizliklerdi”… Aslında garp cephesinde değişen fazla bir şey yoktu. Bu sefer de biyolojik zaafın yerini ‘kültürel zaaf’ alıyordu… Eğer “geri ülkelerde” açlık ve yoksulluk varsa, oralarda kalkınma gerçekleşmiyorsa, bunun sebebi onların kültürleridir… İşte, aşiretçiliğe, etnisiteye, kimliğe hapsolma, şatafat merakı, müsriflik, velhasıl sosyo-kültürel nedenler…
Neoliberal küreselleşme denilenle birlikte, artık kolonyalizmin tarihinde yeni eşik daha açılmış görünüyor: Sıra Balkanlaşmayı ve kaosu dayatmaya gelmiş bulunuyor.
Küreselleşme döneminde eski sanayileşmiş ve yeni “yükselen ülkeler” denilenler arasında derinleşen rekabet, artık asgari bir istikrara izin vermiyor. Krizler birbirini izliyor. Ve genel bir ‘sürdürülemezlik durumu’ ortaya çıkmış bulunuyor. Aşırı üretim krizi almış başını gidiyor… Kaotik, öngörülemez bir manzara söz konusu. Böylesi bir ortamda ne yayıp-edip aşırı kârı garantileme çabası öne çıkıyor ve çığırından çıkmış bir rekabet ortamında, giderek kıtlaşan enerji ve stratejik madenlere, doğal kaynaklara ulaşma gereği artık eskisinden daha büyük önem taşıyor. Fakat şöyle bir sorun var: Mesele sadece kıtlaşan kaynaklara sahip olmak değil, aynı zamanda başkalarının (yeni yetme kapitalist ülklerin, Çin, Hindistan, Brezilya, vb) sahip olmasını da engellemek… İşte XXI’inci yüzyılın ilk on yıllarında sürdürülen savaşların asıl nedeni bu…
ABD’nin dünyayı militarize etme girişimleri, sultası altındaki öteki emperyalist ülkelerle birlikte dünyanın bir çok bölgesinde (Orta Asya’da, Afganistan’da, Irak’da, Libya’da, Suriye’de, Somali’de, Sudan’da, Mali’de, Körfez bölgesinde, vb.) savaşlar peydahlaması, kapitalizm için vazgeçilmez enerji kaynaklarına, madenlere ve biyolojik çeşitliliğe ulaşma ve başkalarının ulaşmasını engelleme amacı taşıyor… Fakat yeni savaşların bir özelliği var: Bu seferki savaşlara “önleyici savaş” deniyor… Bu amaçla artık yönetemez duruma gelen, kitlelerin tepkisini etkisizleştirmekte yetersiz kaldığı düşünülen devletler çökertiliyor, toplumların dokusu yırtılıyor ve sürekli bir kaos ortamına sürükleniyor.
Kolonyalist/emperyalist devletler dünyanın geri kalanını doğrudan sömürgecilik döneminde ‘uygarlaştırdılar”, yeni sömürgecilik döneminde ‘kalkındırdılar, şimdilerde, Balkanlaşma ve kaos döneminde de oraları “demokrasi”, “barış”, “özgürlük”, “İnsan haklarıyla” donatıyorlar… Ne demeli, şu insanlık ve uygarlık timsali Batılıların “soylu hizmetlerinin’, ‘hayırlı işlerinin’ sonu bir türlü gelmiyor… Ama artık mutlaka gelmesi gerekiyor…
Şimdilerde 1648 “Westfalya Barışından” beri oluşturulan uluslararası hukuk ve temayüllerin bir değeri yok. Artık hiç bir kuralın, hiç bir teamülün esamesi okunmuyor. Ve bu durum, misyonu ve varlık nedeni sözde dünya barışını tesis etmek ve korumak olan Birleşmiş Milletler Örgütü’nün açık ve gizli onanıyla gerçekleşiyor. Boşuna, neden söz ettiğini bilmek önemlidir denmemiştir…
____________________________________________________________________________________________
(1). Paul Broca, Sur le volume et la forme du cerveau suivant les individus et suivant les races, Volume I, Hennuyer, Paris, 1861, p. 48.