1960 yılında Mülkiye’de (SBF) birinci sınıf öğrencisiydim. Adnan Menderes’in Demokrat Partisi 1950’den beri üç dönemdir iktidardaydı. Muhalefete ve basına yönelik baskı ve şiddet almış başını giriyordu. O kadar ki, muhalif gazeteler yasaklanmadığı günlerde bazı sayfaları beyaz çıkardı ve gazeteyi koynumuzda saklardık… Devlet Radyosu iktidarın borazanıydı… Rejim tam bir parti-devlet halini almış, her türlü keyfilik ve baskı sıradanlaşmıştı. Toplum kutuplaştırılmış, DP’li olanlar olmayanlar ( Vatan Cephesi ve geri kalanlar) olarak ayrıştırılmış, kahveler, camiler ayrılmıştı. Dolayısıyla ‘kutuplaştırarak yönetme’ (tabii yönetememe) bir TC klasiğidir. Sadece bu günün AKP’sine mahsus bir şey değildir… Oldum olası her türlü özgürlüğü, hukuku yok eden Adnan Menderes’i “demokrasi kahramanı ” sayan sağcı/dinci taifeye duyurulur… (Elbette idamı doğru değildi, sürecin normal seyrinde yol alması gerekirdi…).
Mecliste “Tahkikat Komisyonu Kanunu’nun” kabulü, bardağı taşıran son damla olmuştu… 28 Nisan’da (1960) İstanbul Üniversitesi Öğrencileri ‘Tahkikat Komisyonu Kanununu’ çıkaran hükümeti protesto amacıyla büyük bir protesto eylemi başlatmışlardı ve Orman Fakültesi öğrencisi arkadaşımız, Turan Emeksiz bir polis kurşunuyla öldürülmüştü. Biz de ertesi gün (29 Nisanda) Ankara’da komşu Hukuk Fakültesiyle birlikte öldürülen arkadaşımıza saygı ve DP hükümetini protesto amacıyla iki fakültenin önünde toplandık. Konuşmalar yapılıyor, şarkılar, türküler, marşlar söyleniyor, hükümet aleyhine sloganlar atılıyordu…
Öğleden sonra (doğru hatırlıyorsam) saat 17.oo sıralarında askerler önce Fakülte’nin üst katlarını silahla taradılar, ardından asker-polis ortak saldırıya geçti. Herkes can havliyle kaçmaya çalışıyordu ama sadece fakültenin içine kaçabilirdik. Ben de önce sütunlu salona, oradan yurt tarafına, yemekhaneye yöneldim. O zaman öğrenci yurdu ve fakülte aynı binadaydı. Dikimevi tarafı yurttu ve yemekhane bodrumdaydı. En son merdivenlerden inip yemek haneye girdiğimi hatırlıyorum. Kendime geldiğimde Tıp Fakültesi hastanesinin bir odasındaydım… Güzel yüzlü zarif bir bayan doktor son bir muayeneden sonra “çıkabilirsiniz” dedi. Doğruca yurda yürüdüm, kapısına asma kilit asılmıştı. Ön tarafa, Fakülte’nin giriş kapasına yöneldim bir asma kilit de oraya asılmıştı… Meğer ben hastanedeyken sıkıyönetim ilan edilmiş, üniversite kapatılmış öğrenciler memleketlerine gönderilmişti. Ortalıkta öylece kala kaldım. Para yok, gidecek bir yer yok… Ondan sonrasını anlatsam her halde uzun bir hikayeye sığmazdı…
AKP’nin 686 no’lu Kanun Hükmünde Kararnamesiyle SBF’den, Ankara Üniversitesinden ve diğerlerinden atılan meslektaşlarıma yapılan muameleyi gördüğümde tam 57 yıl geriye gittim ve kendi kendime: ” Şark cephesinde yeni bir şey yok” dedim… Elbette evveliyatı da var ama o dönemden beri her darbede Mülkiye’ye saldırdılar, nice değerli hocalarını kürsülerinden söküp aldılar, işlerinden ettiler, hapisanelerde çürüttüler, işsiz/aç bıraktılar. Ama ne yaparlarsa yapsınlar mücadele kaldığı yerden devam etti ve devam edecek… Mülkiyemiz öğrencisiyle, hocasıyla bu bağnaz rejime kafa tutmaktan hiç vaz geçmedi. Bundan sonra da asla vazgeçmeyecektir… Zira, özgürlük, demokrasi. sosyal eşitlik ve haysiyet için verilen mücadele, onlardan yoksun bırakılanların vazgeçebileceği bir şey değildir. Aksi halde insanlığın bir geleceği olmazdı…
Neden böyle? Bu ‘genel tekrar’ hali neden süreklilik arz ediyor? Bu sorunun cevabı bu rejimin niteliğini angaje eden bir şeydir. Bu öyle bağnaz bir rejimdir ki, hiç bir özgür düşüncenin, özerk kurumun yaşamasına izin vermemekten yanadır. Oysa, özgür düşünce, eleştirel bilgi ancak özerk ortamlarda gelişip-serpilebilir. Üniversite’nin üniversite adını hak edebilmesi için mutlaka özerk olması gerekir. Bu nitelikten ötürü de üniversite herhangi bir devlet kurumu değildir, olmaması gerekir. Kendine özgü bir kimliği, işleyişi, üslubu, tarzı ve geleneği olması gerekir. Özerklik, akademi için olmazsa olmazdır. Ya da, “özerk değilse üniversite değildir” denecektir. Başka türlü söylersek, kendi kendini yönetemeyen bir kurum, kapısında üniversite yazıyor diye üniversite olmaz. Bu rejim, özgürlüğün, özgür düşüncenin, özgür yaratıcılığın, bilimin ve sanatın yeminli düşmanıdır ama bu onun asıl evrensel değerlere düşmanlığının bir sonucudur. Gerçek bir üniversitede yapılanların toplumdaki özgürleşme mücadelesiyle buluşması/kavuşması gerekir. Dolayısıyla sorun son tahlilde sınıf mücadelesini angaje ediyor. Zira gerçek bilimsel çaba, gerçeğin peşine düşer ve “devrimci olan sadece gerçeğin kendisidir” denmiştir [A.G. ]. İşte rejim o “buluşmadan/kavuşmadan” korktuğu için her vesileyle üniversiteye saldırıyor. Türkiye’de üniversitelerin bir bütün olarak herhangi bir devlet kurumundan pek farklı olmayışı, devletin bu sürekli baskısının sonucudur. Rejim saldırmaya, bilim namusu ve entellektüel dürüstlüğün timsali üniversite üyeleri de direnmeye devam edeceklerdir. Unutmamak gerekir ki, bu dünyada özgürlüğü, haysiyeti için mücadele edenler için kaybetmek diye bir şey yoktur…
Elbette mevzileri savunmak ve korumak gerekli ve önemli ama onunla yetinmek zorunda da değiliz. Mücadeleyi mevcut akademi dışına da taşıyarak büyütmek de pekâlâ mümkün. Bu alanda neler yapılabilir sorusuyla ilgili olarak, Özgür Üniversite’nin Kuruluş Bildirgesinden bir alıntı, meramımı daha iyi ifade edebilir:
“İnsanlık ve uygarlık böyle bir döneme girmişken, eleştirel bilgi ve düşünce her
zamankinden daha büyük gereksinim haline geliyor. Bilimin ve entelektüel yaratıcılığın artık emperyalist sermayenin, komprador burjuvazinin bilgi tacirlerinin ve “neoliberal aydın” bozuntularının sultasından kurtarılmaya ihtiyacı var. Tüm kamusal alanları ve eğitimi metalaştıran, özel yaşama alanlarını da atomize eden kapitalist ideolojik hegemonyaya karşı bayrak açılmadan, ne bilimsel bilgi üretilebilir ne de emekçi sınıfların ideolojik köleliği aşmasının önündeki engeller ortadan kaldırılabilir. Tüm ezilenlerin ve sömürülenlerin toplumsal kurtuluş ve özgürleşme projelerinin de yaratıcı bir tarzda yeniden üretilmeye ihtiyacı vardır.
İşte Türkiye ve Ortadoğu Forumu [Özgür Ünivrsite] böyle bir tespitten yola çıkıyor ve eleştirel bilgiyi emekçi kitlelerin hizmetine sunmanın gerekli ve mümkün olduğunu ilan ediyor. Emekçilerin devletten ve sermayeden bağımsız, eğitim kurumları ve ideolojik müdahale araçları oluşturmaları gerçek bilimin ve eleştirel düşüncenin de bir gereğidir. Zira, gerçeğe ihtiyacı olanlar da, bilime ihtiyacı olanlar da onlardır ve “devrimci olan da sadece gerçeğin kendisidir”. Sermayenin küresel saldırısından zarar görenler aynı zamanda bilimsel bilgiye ihtiyacı olanlardır. Ve bu coğrafyada ezilen halkların özgürleşme çabası ve onların anti-emperyalist mücadelesi, dayatılan karanlığı ve gericiliği püskürtebilecek potansiyele sahiptir. Geriye potansiyeli bilince çıkarmak, olanaklarını araştırmak kalıyor. Zaten Türkiye ve Ortadoğu Forumu ve Özgür Üniversite’nin varlık nedeni de budur.
Forum ve Özgür Üniversite, eleştirel bilimsel bilginin, (zira eleştirel değilse bilim de değildir) yönetilenler, sömürülenler ve ezilen halklar yararına yeniden üretebileceğini kanıtlama iddiasıyla ortaya çıkıyor. Ve işçilerin, işsizlerin, yoksulların, sermaye düzeni tarafından dışlanmışların, kimlikleri bastırılmış halkların, onurlu aydınların ortak çabalarıyla, kendi bilim kurumlarını, kendi “organik aydınlarını” eğitim süreçlerini, kendi dillerini, bilimsel yöntem ve araçlarını, üniversitelerini, tartışma kültürlerini, enstitülerini, yazar ve araştırmacılarını, düşünürlerini yaratabilecek potansiyele fazlasıyla sahip oldukları inancıyla yola çıkıyor”.
Velhasıl, alışılmış olanın, verili olanın dışına çıkmak, yeni ve orjinal şeylere yönelmek, her ne surette olursa olsun egemenlerin oyununu bozmak bizim irademizi aşan bir şey değil…
* BirGün ‘akademi’ özel ekinde yayınlanmıştır…