Fikret Başkaya, yeni kitabı Çöküş’ü BirGün Pazar’a anlattı: İhtiyacımız olan şey radikal düşüncedir
06.05.2018 09:55 BİRGÜN PAZAR
“Artık dünyanın her yerindeki egemenlerin kitleleri aldatma/oyalama yetenekleri aşındı. Bu aynı zamanda bir karşı ideolojik hegemonya oluşturmanın potansiyel koşullarının da oluşması demektir. Ve bizi kurtaracak yegâne şey de radikal eleştirel düşüncedir. Malûm, ‘radikal olmak, sorunları kökeninde ele almaktır’ denmiştir”
Yaşar Gökdemir
Türkiye’nin önde gelen düşünce insanlarından Fikret Başkaya’nın Yordam Kitap etiketiyle çıkan yeni kitabı “Çöküş, Kapitalizmin Nihai Krizi Üzerine Bir Deneme” raflardaki yerini aldı. Başkaya ile kapitalist sistemin nihai krizinden AKP’nin büyük projelerine, şeker fabrikalarından nişasta bazlı şekere kadar birçok konuda konuştuk.
■Yeni kitabınızda kapitalist sistemin diğer krizlerinden farklı olarak bir çöküş içine girdiğini ve sistemin nihai sınırına dayandığını söylüyorsunuz. Bu çöküşün emareleri nelerdir?
Başlıca iki nedeni var: Birincisi, sistem iç sınırına dayandı. Artık yeteri kadar ‘değer’, ‘fazla değer’, ‘yeni değer’ üretmekte zorlanıyor. Bu durumu Türkiye örneğinde görmek mümkün. Türkiye’deki komprador sistem, kamu kaynaklarını, bütçeyi, hazineyi, müşterekleri yağmalayarak, talan ederek yol alıyor, daha doğrusu yol alamıyor. Özelleştirmeler bu yüzden gündeme geldi. Şimdilerde devlet sermaye sınıfını sanki maaşa bağlamış gibi. İşte ‘hasta garantisi’, ‘geçiş garantisi’… Bu, bizzat kapitalizmin tanımına aykırı. Yap-İşlet-devret (YİD), Kamu Özel İşbirliği (KÖİ), Yap Kirala Devret (YKD), Yap İşlet (Yİ) ve İşetme Hakkı Devri (İHD) bütçeyi ve hazineyi yağmalama yönteminden başka bir şey değil. Sistem kendi mantığına uygun yol alamaz durumda. Aynı durum az-çok global planda da geçerli. 2008 krizinde dev şirketlerin ‘iflas etmesine’ izin vermediler. Merkez banklarını devreye soktular, trilyonlarca doları şirketlere sundular ama o paranın reel bir karşılığı yoktu. Zira para bir değer yaratmaz.
İkincisi, geride kalan dönemdeki krizlerden farklı olan önemli bir şey daha var; sistem kendi ‘dış sınırına’ da yani ekolojik sınıra da dayandı. Böyle bir durum mesela 1873 ‘yapısal krizinde’, 1929 ‘yapısal krizinde’ söz konusu değildi.
■Bu nihai çöküş durumu bir ülkeye ya da ülkeler grubuna mahsus mudur, yoksa dünya sisteminin tamamını mı etkiliyor?
Bu durum sistemin bütünün angaje ediyor ama her bir ülkenin özel durumu var. Bazıları diğerlerinden daha kırılgan, bazıları daha şimdiden çökmüş durumda (İşte, Somali, Libya, Irak, Afganistan, Suriye, Sudan, vb.). Aralarında nitelik farkı yok nicelik farkı var.
Kapitalizmde durmak yok ama kaynaklarımız sınırlı
■Kitabınızda doğa/çevre ile ilgili de bir bölüm bulunuyor. Atmosferin ısındığı, deniz seviyesinin yükseldiği, doğal kaynakların hızla tükendiği bugünün dünyasında bu krizi nasıl adlandırmalıyız? Ekolojik kriz mi, kapitalizmin krizi mi?
Kriz ekonomik ve ekolojik krizin enterseksiyonunda (kesişme noktasında) tezahür ediyor ama dikkate alınması gereken bir husus var; bizzat ekolojik kriz de doğrudan kapitalizmin işleyişinin bir sonucu. Kapitalizm, sınırsız büyüme, genişleme, yayılma dinamiğine sahip bir sistem. Her seferinde daha çok üretmek, tabii daha çok da tüketmek zorunluluğu var. Kapitalizmde durmak diye bir şey yoktur. Oysa bu dünyanın kaynakları sınırlı, üretmek demek doğadan bir şey çekmek, azaltmak/eksiltmek demektir. Üretirken de tüketirken de kirletmek demektir ve kapitalistler doğaya ve topluma verilen zararları dikkate almazlar. Alırlarsa kâr azalır. Bir zaman geliyor doğa kendini yenilemekte zorlanıyor. İşte ‘ekolojik kriz’ denilen bu ama aslında ekolojik krizden değil de, ‘ekolojik yıkımdan’ söz etmek gerekiyor. Zira kriz, tanımı gereği “normal durumdan bir sapma” demektir ve ‘normale dönüşü’ de ima eder. Eğer kutuplardaki buzullar erimişse, artık geri dönüş mümkün değildir. Yok olan canlı türlerini de geri getirmek mümkün olmadığı gibi. Bu yüzde kapitalist dünya sisteminin içine sürüklendiği durumu ‘kriz’ artık karşılamıyor. Kitabın başlığının “Çöküş” oluşu bu yüzden.
■İkinci Dünya Savaşı’ndan 1970’li yıllara kadar ‘Altın Çağ’ olarak adlandırılan dönemin krize girmesinin temel unsurunu petrol krizi olarak gören bir eğilim var. Siz kitabınızda buna karşı çıkıyorsunuz, neden?
1974-75 krizi bildik bir devrevi (konjonktürel, dönemsel) kriz değildi, yapısal krizdi, verimlilik ve kâr oranları düşmüştü. Başka türlü söylersek ‘uzun dalganın’ ikinci aşamasına girilmişti. Petrol fiyatları süreci ancak derinleştirebilirdi ama asla asıl neden olamazdı. Aradan yarım yüzyıl geçtiği halde sistem yapısal krizden çıkabilmiş değil. Kaldı ki, petrol fiyatlarındaki artış da abartıldığı gibi değildi, aslında söz konusu olan bir ‘yakalama’ operasyonuydu. Zira Batı, petrolü sudan ucuz kullanıyordu. Yapısal kriz arızî bir durumun değil, yapısal bir durumun, doğrudan kapitalizmin işleyişinin bir sonucuydu.
Neoliberalizm, emperyalizmin öteki adı
■Bu sorunlar yumağından kurtulmak için düşünce tarzımızı değiştirmemiz gerektiğini söylüyorsunuz. Bu düşünce tarzı radikal eleştiri mi olmalı?
Doğrusu eleştirel düşüncenin hiç bu kadar yerlerde süründüğü bir dönem olmadı ve bu durum yeryüzünün egemenlerinin işini kolaylaştırdı. Özelikle de 1980’den itibaren ‘neoliberalizmin’ dayatılması ki, neoliberalizm denilen aslında emperyalist yayılmanın öteki adıydı ve 1990’lardan itibaren de Sovyet sisteminin çökmesiyle, işçi sınıfları, ezilen/sömürülen kitleler, halklar katında önemli bir umut ve ütopya zaafı ortaya çıktı. İdeolojik hegemonya kesin ve radikal olarak küresel oligarşilerin, ‘karşı tarafın’ lehine döndü. Neoliberal sosyal ve ekonomik politikalar kâr oranlarını restore etmeyi başarsa da, sistem bir bütün olarak verimlilik ve üretim bahsinde teklemeye devam etti. Dolayısıyla egemen sınıfların meşruiyet üretme, yalan üretme yetenekleri aşındı. Bu bir dibe vurma halidir ve artık dalganın dönmesinin koşulları da oluşmakta. Artık dünyanın her yerindeki egemenlerin, yönetici sınıfların meşruiyet üretme, kitleleri aldatma/oyalama yetenekleri aşındı. Bu aynı zamanda bir karşı ideolojik hegemonya oluşturmanın potansiyel koşullarının da oluşması demektir. Ve bizi kurtaracak yegâne şey de radikal eleştirel düşüncedir. Artık radikal eleştiriye hak ettiğini vermemiz gereken bir zamandayız. Malûm, “radikal olmak, sorunları kökeninde ele almaktır” denmiştir.
■Kitabınızda Üçüncü Köprü, Üçüncü Havalimanı, Kanal İstanbul, Akkuyu ve Sinop nükleer santralleri gibi projelerden de bahsediyorsunuz. AKP’nin büyük projeleri ne tür sorunlara yol açacak?
Büyük Projeler demek, ‘büyük yağma’, ‘büyüt talan’, ‘büyük yıkım’, ‘büyük çevre tahribatı’ demektir aslında. Gerçek durum böyledir ama retorik farklıdır. Maalesef yıkımı ‘büyük bir başarı’ olarak sunabilmek de bir egemen ideolojisi kategorisidir. Bir proje ne kadar büyükse kâr da soygun da ve tabii doğal çevre tahribatı da o kadar büyüktür. Aslında “Büyük Projeler” kapitalizmin (Türkiye’de komprador kapitalizmin) tıkanmışlığının, ‘yeni değer’, ‘fazla değer’ üretme kapasitesinin aşınmasının sonucu olarak gündeme geliyor. İşin esası bu projeler krediyle yapılıyor ve o krediler de sonuçta halka çıkıyor. Halkın cebinden bir hovardalık söz konusu… Fakat en önemlisi bu projelerin tam bir doğa tahribatına neden olmaları. Söylemek istediğime en iyi örnek, Üçüncü Köprü, Üçüncü Hava Limanı, Şehir Hastaneleri, nükleer santral saçmalığı, vb… Bu projeler doğal çevre tahribatını, ekolojik yıkımı daha da derinleştirecek ve tabii yıkımın faturası da halka ve doğaya çıkarılacak. Enerji sorunu varsa bunun çözümü nükleer santraller olamaz. Ama oradaki asıl amaç enerji sorununu çözmek değil. Onun için ne yayıp – edip bu tehlikeli tırmanışı durdurmak gerekiyor. Maalesef insanlar yıkımı kalkınmayla, refahla, “ilerlemeyle” özdeş görme eğiliminde.
■Türkiye’de son günlerde şeker fabrikalarının özelleştirilmesi ve nişasta bazlı şekerin halk sağlığına olumsuz etkileri tartışılıyor. Siz de kitabınızda şekere yer ayırmışsınız. Ne söylersiniz?
Türkiye’deki komprador rejim, bir eş-dost kapitalizmi rejimi. Buna İngilizce’de ‘crony capitalism’, Fransızca’da da ‘capitalisme de connivence’ deniyor. Kamuya ait olan, herkesin olan, ‘müşterekler’ tanımına dâhil olan ne varsa, ‘eşe-dosta’ peşkeş çekiyorlar. Herkesin olanı çalıyorlar ve buna da ‘özelleştirme’ diyorlar. Türkiye kapitalizmi bir değer üretemiyor, çözümü üretilmiş değerlere el koymakta görüyor. Artık yağmalanmamış, talan edilmemiş, ‘çalınmamış’ bir şey bırakmadılar ve sıra şekere gelmiş.
İnsanlık elini çabuk tutmalı
■Kitabınızda kapitalizmin elini attığı her şeyi tahrip ettiğini, insanlığa yoksulluk ve yıkım dışında bir şey vaat etmediğini anlatıyorsunuz. Peki, sisteme içkin olan bu sorunların köklü çözümü için ne yapılmalı?
Daha geç olmadan kapitalizmden çıkmak, başka şey yapmak gerekiyor. Zira “Büyük İnsanlık” elini çabuk tutmazsa, geriye kurtarılacak pek bir şey kalmayabilir. Bunun için de yapılacak şey bir sır değil. İşe mülksüzleştireni mülksüzleştirerek başlayacaksın. Aracın direksiyonunu sola kıracaksın. İnsanı ve doğayı gözeten bir sisteme giden yolu aralayacaksın. Zira, insanlığın geleceği soldadır. Artık insanlığın ve uygarlığın içine sürüklendiği durum hem radikal çözümleri gerektiriyor ve hem de elimizi çabuk tutmamızı. Velhasıl ‘Büyük İnsanlığın’ aklını başına alması gereken bir zamandayız. Zira insanlık ve uygarlık tehlikeli bir eşiğe gelip-dayanmış bulunuyor.
■Kapitalist sistemin dışında alternatif bir toplum projesinden bahsediyorsunuz. Bu alternatif projenin adı var mıdır, kapitalizmden farkları nelerdir?
Müşterekleri esas alan, üretim ve yaşam araçlarını asıl sahiplerine ‘iade’ etmeyi hedefleyen, insanı doğayla barıştıran, insanların kaderini kendi ellerinde aldığı bir toplumsal yaşama giden yolu aralayan, bölüşmeye, paylaşmaya, dayanışmaya, karşılıklılığa, sosyal eşitliğe dayanan, asıl zenginliğin maddi şeylere sahip olmak olmadığını bilen, sahip olmanın değil, insan olmanın kural olduğu yeni bir uygarlık. Dolayısıyla insanlık için iki seçenek var, bir üçüncüsü yok: Ya kelimenin jenerik anlamında komünist toplum perspektifi; ya da vahşetin karanlığında boğulmak… Dolayısıyla işin şakaya gelir tarafı yok. Vakitlice silkinip ayağa kalmak, acil durumun gerektirdiği bir bilinç ve eylemlilikle aracın rotasını değiştirmek. İrade sahibi insanlar olduğumuza göre, bu neden mümkün olmasın?