15 Temmuz 2018
ANKARA – Yazar Fikret Başkaya, kapitalist sistemin 1970’lerde içine girdiği yapısal krizden halen çıkamadığı ve sistemin daha fazla şiddet ve manipülasyonla krizi aşma derdinde olduğunu söyledi. Krizin Türkiye’ye yansımasına değinen Başkaya, despotik rejimi durduracak potansiyelin bulunduğunu dile getirdi.
Alternatif düşüncenin önemli temsilcilerinden yazar Fikret Başkaya ile sistemin içinde bulunduğu yapısal kiriz, dünyada yükselen anti-demokratik uygulamalar ve Türkiye’ye yansımalarını konuştuk.
Dünya sistemi “bütün göstergeler kırmızı ışıkta” tespiti yapıyorsunuz. Dünyanın birçok yerinde kriz bölgeleri var. Sistem hangi noktada?
Kapitalizm krizlerle yol alıyor. Ve iki türlü kriz var. Bir tanesi devrevî-konjonktürel kriz dediklerimiz ki, 8-10 yıllık aralıklarla tezahür ediyor. Bir de 25-30 yıllık genişlemenin sonunda ortaya çıkan ve yaklaşık 25-30 devam eden durgunluk ve kriz dönemi yaşanıyor. Bu dönemdeki krizlere “yapısal kriz” deniyor. Bu, ekonomi dışı faktörler devreye girmeden kapitalizmin krizi atlatamadığı anlamına geliyor. Yani sistem verili rotada kendini yeniden üretmekte zorlanıyor… Artık dünya ekonomisinin bugünkü durumu yapısal krizi de aşan bir manzara arz ediyor. Bu bir nihai kriz. Bu da, kapitalizmin artık geri dönüşü olmayan sınırı aştığı anlamındadır. Yani çöküş kaçınılmaz. Bir sürdürülemezlik durumu ortaya çıkmış bulunuyor…
Kapitalizmin mutlaka krizlerini aşar şeklinde genel bir kabul var… Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Bu saçma bir tevatür. Bu güne kadar tüm uygarlıklar, tüm üretim tarzları günü geldiğinde çökmüşken, bunun bir tek istisnası kapitalizm mi olacak? Sorun bu lânet olası sistemin ölüp-ölmeyeceği, çöküp-çökmeyeceği değil, ne zaman öleceği, sahneyi ne zaman terk edeceği ile ilgili. Ve artık sistem çözdüğünden daha çok sorun yaratıyor ve var olan sorunları da azdırıyor.
O halde bir sosyo-ekonomik sistem hangi durumda sürdürülemezlik sınırına ulaşıyor. Çöküş dendiğinde ne kastediliyor?
Eğer bir uygarlık, bir üretim tarzı, verili durumda toplumun temel ihtiyaçlarını (su, yiyecek, güvenlik, sağlık, vb.) karşılamakta zorlanırsa, orada çöküşten söz edilecektir. Netice itibariyle sistem çözdüğünden daha çok sorun üretmeden yol alamıyor. Ve bu genel bir durum, kapitalizmin bütünün angaje ediyor. Ama her yerde aynı yoğunlukta yaşanmıyor. Nitelik farkı yok, nicelik farkı var. Bazı yerlerde daha derin yaşanıyor, bazı yerlerde daha hafif ama bu dünyanın genel hali.
*Siz son kitabınızda (Çöküş- kapitalizmin nihai krizi üzerine bir deneme) kapitalizm hem iç hem de dış sınırına dayandı diyorsunuz. İç sınırına dayandı derken kastedilen ne?
Kapitalizm artık yeteri kadar ‘yeni değer’, ‘fazla değer’, ‘artı-değer’ yaratamaz durumda. Şimdilerde, yeni değer, artı değer yaratmakta zorlanıyor. Bu ne demek? Her aşamada çözdüğünden daha fazla sorun yaratıyor ki, bu dünyanın her yerinde egemen sınıfların kitlelerde rıza üretme, kitleleri aldatma, oyalama yeteneklerinin aşınması, demek. Artık eski tarzda yöneterek yol alma imkanı yok. O zaman baskıcı, otokratik, despotik, dikta rejimlerini, işte faşizmin çeşitli renklerinin gündeme gelmesi bununla ilgili. Eğer bir sistem, sorunlara iyi-kötü cevap verebiliyorsa, sorunların çözülebileceğine dair bir umut yaratabiliyorsa o zaman rıza üretmek de mümkün olur. Rıza üretme yeteneğinin aşınması, kitleleri aldatma, oyalama, kandırma yeteneğinin aşınması anlamına gelir. O zaman da şiddete, devlet terörüne başvurmak zorunlu hale gelir. Sınırlı demokrasi de artık o da bol gelmeye başlar ki, şimdilerde öyle bir tablo ile karşı karşıyayız. Özetle söylersek, ellerinde iki koz var: Terörü ve parayı manipüle etmek. Fakat para değer yaratmaz. Para el değiştirdiği zaman, bir değer yaratılmış olmaz. Senin cebindeki para benim cebime girse, şeylerin seyri değişir mi? Dolayısıyla rahatlıkla bir nihai krizden söz edebiliriz. Burum buysa, bunu adıyla çağırmak gerekir.
Sistem ‘dış sınırına dayandı’ derken kastedilen ne?
Bu ekolojik sorunu angaje ediyor. Sınırsız kapitalist üretim ve tüketim o kadar hızlanmış ve yoğunlaşmış duruda ki, artık doğa kendini yenileyemez durumda. Bu sistemin üzerinde durduğu temelin aşınması demek. Doğal kaynaklar tükeniyor, atmosfer ısınıyor, su, toprak ve hava kirlenmiş durumda, biyolojik çeşitlilik ve bir bütün olarak canlı türleri hızlı bir tempoyla azalıyor. İnsanlık bindiği dalı kesmekle meşgul.
Dünyadaki kaos, kriz ve çatışma alanları neden daha çok Ortadoğu’da. Bunun sistemin nihai kriziyle ilişkisi nedir?
Global olarak ortaya çıkan kriz tablosu bazı yerlerde daha önce ve daha yoğun yaşanıyor. Ortadoğu’da krizin daha erken, daha yoğun yaşanmasının nedeni, hem bu ülkelerin kendi yapılarından ve sorunlarından kaynaklanıyor hem de emperyalist müdahalelerin bir sonucu olarak tezahür ediyor. Orta-Doğu denilen bölge dünyanın merkezidir ve tarihin her döneminde hegemonya yarış alanıdır. Şimdilerde değişen bir şey yok. Sadece jeo-stratejik önemi itibariyle değil, enerji rezervlerinin çoğunun orada oluşuyla da ilgili. Malum, fosil enerji kaynakları kıtlaşmakta, tükenmekte. Emperyalizmin o bölgeye yönelik temel stratejisi, orada yaşayan halkların sahip oldukları kaynakları kendi kalkınmaları, kendi refahları için kullanmalarını engellemektir. Onlar tarafından sürekli kaşınan bir bölge. Mesela Siyonist İsrail diye bir devlet var. Siyonist İsrail’in varlık nedeni, Ortadoğu halklarının ayakları üstünde durmasını engellemektir.
Ortadoğu’ya müdahaleler ve yaşananlar “petrol krizi” olarak da adlandırıyor. Siz katılıyor musunuz?
“İkinci Emperyalist Savaş” sonunda, kapitalist sistem 30 yıl kadar süren bir genişleme dönemi yaşadı. Fakat 70’lerin ortasında tekrar yapısal krize girdi. Petrol fiyatları krizin asıl nedeni değildi aslında. Sistem krize girmişti, üstelik kriz yapısaldı, verimlilik ve kâr oranları düşmüştü, işsizlik artıyor, enflasyon yükseliyordu. Fakat egemen söylem, bu durumu, sistemin kendi işleyişinden, kendi yapısından kaynaklanan bir kriz olarak değil de dışsal bir mesele olarak sunma yoluna gitti. Aslında ortada yapısal bir kriz vardı. Aradan yaklaşık 50 yıl geçtiği halde bu gün, yapısal kriz aşılmış değil, aşılması da artık mümkün görünmüyor. Petrol fiyatlarının yükselmesi yapısal krizin azdırıcı bir faktördü sadece ama temeldeki sorun değildi. 1974-75 yıllarında genelleşen yapısal krizden çıkmak için neo-liberal politikalar istikrar programları devreye sokuldu ama bütün bunlar krizi aşmaya değil, ertelemeye yaradı.
Suriye’de 2011 yılından bu yana çatışmalar yaşanıyor. Büyük güçlerin müdahalesi, devasa petrol ve enerji kaynakları ve Suriye halklarının direnişi. Yapısal kriz tespitiniz üzerinden Suriye’de yaşananları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Orta Doğu’nun tam denetim altına alınabilmesi için orada emperyalizme ve Siyonizme sorun çıkarma potansiyeli olan ülkelerin çökertilmesi gerekiyordu. İşte Irak’ın, Libya’nın, Suriye’nin çökertilmek istenmesinin nedeni bu. Tabii nihai hedef İran. Orta Doğu’ya tam hakimiyet enerji kaynaklarına, doğal kaynaklara sadece emperyalist cephesinin el koyması değil, başkalarının da (Çin gibi) yararlanmasını engellemeyi amaçlıyor. Ortadoğu’nun doğal zenginliği başta ABD olmak üzere emperyalizm için vazgeçilmez. Zira, sistemin damarlarında dolaşan kan petrol, doğal gaz. Ve bu kaynaklar kıtlaşıyor, tükeniyor, pahalanıyor.
Bu durumdan çıkmanın yolu, Orta Doğu halklarının kendi kaderlerine sahip çıkma iradesini ortaya koymaları ve emperyalizmi bölgeden kovmalarından geçiyor. Sen kovmazsan onlar kendiliğinden çekilmez. Zira kısa ve orta vadede petrolün alternatifi yok. Sınırlı enerji kaynağı olan petrolün 2035’e doğru tükeneceği ön görülüyor. Tabi ki, sorun sadece tükenmekle de ilgili değil, bir de petrol ve doğalgazın pahalanması var. Mesela, 1900’lerin başında ABD’de toprağı ayağınızı deştiğinizde petrol fışkırıyordu, verimlilik 1’e 100’dü. Bir birim harcayarak 100 birim petrol çıkarmak mümkündü. Şimdi 1’e 8’, 1’e 11’lere kadar indi. Petrole ulaşmak bir sürü harcama gerektiriyor ve petrol pahalanıyor.
Peki sistemin içinde bulunduğu yapısal kiriz ve toplumun yaşantısına getirdiği zorluklar karşısında, dünyadaki muhalif kesimlerin durumu nedir?
Aslında bu soruyu sorman isabetli oldu. 1980 öncesinde neo-liberalizmin dayatılmadığı dönemde ve Sovyetler Birliği henüz sahnedeyken, sol mücadele sınıfsal bir temel üzerinde gidiyordu ve doğrusu da o idi. Zira, başka türlü olması mümkün değildir. Fakat 80’den sonra dünyada kimlik siyaseti ön plana çıktı. Elbette bu kimliklerinden ötürü haksızlığa uğrayanların sorununu hafife almak demek değil. Kimlik mücadelesi, ancak sınıf mücadelesine eklemlendiğinde bir anlam taşır. Verili sistem içinde kalarak, rejimin niteliği değişmeden kazanılmış sınırlı hakların kaybedilmesi ihtimal dahilindedir. Onun için, doğrudan rejimi değiştirmeyi, verili durumu aşmayı radikal olarak sorun etmeyen hiç bir mücadelenin, hiç bir hareketin bu dünyada bir şeyler kazanma şansı yoktur. Zira, kimlik mücadelesine odaklanmak, neoliberal kapitalizmin değirmenine su taşımaktır. Bu sorunuzla ilgili olarak son olarak şöyle diyelim: Doğrudan kapitalizmi aşmayı hedeflemeyen hiç bir hareketin şu lânet olası kapitalizm dahilinde hiç bir şansı yoktur. Bir baltaya sap olma ihtimali yoktur. Şeylerin seyrini değiştirmesi mümkün değildir. Biz Kürtler, biz aleviler, biz siyahlar, biz kadınlar, vb… demek önemlidir ama ‘biz ezilenler, biz sömürülenler’ demek çok daha önemlidir. Onun için kendini aldatmanın bir manası yok! İşte bu kimlik saplantısının ötesine geçememek, asıl mücadele alanını terk etmek egemen sınıfların değirmenine su taşımak demeye geliyor. Onun için neden söz ettiğini bilmek önemlidir.
Türkiye’de seçimler sonuçlandı. Seçimleri nasıl değerlendirdiniz, sizin için şaşırtıcı oldu mu?
Doğrusunu söylemek gerekirse, hem Cumhurbaşkanlığı hem de Meclis’te iktidarın kaybedeceğini bekliyordum. Hileyle ve son derecede eşitsiz ‘yarışma’ koşulları dayatılarak, ‘olağanüstü’ koşullarda seçimi iktidar cephesi yeniden kazandı. Muhalefetin mücadeleyi Meclis’e ve seçimlere hapsetmesi büyük bir yanılgıydı. Mücadelenin zeminini değiştirmek gerekiyordu ki, bu yapılmadı. Türkiye’de iktidarda olan parti, adı konmamış bir sultanlık rejimi, bir padişahlık rejimi tesis etmek istiyor. Bu da Ortadoğu’daki ‘Arap Baharı’ denilenle birlikte hızlanan bir süreçti. Mısır’da ve Tunus’ta Müslüman Kardeşler’in iktidara gelmesi, AKP’yi ve liderini heveslendirmişti. Ancak Türkiye’de bir çöküş tablosu var. Bu çöküşün yolunu açan sürecin gerisinde iki temel neden var: Birincisi, Türkiye’nin bir NATO üyesi olması ki, bu ‘bağımsız politika yapma yeteneğinin aşınması demek ve ikincisi de, 1980 ‘24 Ocak Kararları’, onu izleyen 12 Eylül Amerikancı askeri darbesi. Ve ülkenin neo-liberalizme, daha doğrusu emperyalizme teslim olması. Fakat daha sonra ‘politik İslamcı’ bir parti olan AKP’nin 2002 yılında iktidara taşınması süreci hızlandırdı. 2002 yılında, AKP’nin iktidara gelmesi, yeni bir dönemin başlangıcıydı. 1980’de peydahlanan ‘Türk-İslam Sentezi’ 2002’de iktidar oldu. Ve dinci despotik rejimin önü açıldı. Başlarda AKP gerçek yüzünü ve ajandasını gizlemeyi başardı. 12 Eylül darbesi bu ülkede tüm melânetlerin kapısını araladı ve bu zaman zarfında sol muhalefet bir varlık gösteremedi.
Muhalefet ne yapabilirdi?
Darbe girişimi olmuş, AKP de onu fırsata çevirip OHAL ilan etmişken, demokratik haklar ve hukuk sıfırlanmışken, bir kere ‘olağanüstü hâl’ koşullarında dayatılan 16 Nisan Anayasa referandumu boykot edilebilirdi. Ve denirdi ki, ‘Biz bu koşullarda yapılacak bir seçime girmeyiz, böyle bir referanduma taraf olmayız. Oyuna gelmeyiz. Öyle ya kendini ifade edeceğin hiçbir ortam kalmamış, nerdeyse tüm medya ve devlet gücü ellerindeyken, Anayasa, Danıştay, Sayıştay, yargı diye bir şey bırakılmamışken o oyuna gelmenin bir alemi olur muydu? Bu yapılmadı ama hiç değilse hileli referandum sonrasında muhalefet partileri Meclis’ten çekilebilirdi. Meclisten çekilmek fotoğrafı netleştirirdi. Ve muhalefetin zemini başka yöne kayar, etkinliği artardı, politikleşme güçlenirdi. İnsanlar bir yere bakarsa, başka yere bakamaz olur. Meclis’te olmak büyük bir başarı değil ki. Çünkü Meclis yok, öyle bir şey yok. Artık burjuva parlamentolarının hiçbir etkinliği hiçbir yanılsama yaratma yeteneği kalmamış durumda. Bütçe yapamıyorsun, gensoru veremiyorsun, bakana soru soramıyorsun. Yani denetim görevini yapamıyorsun. Dolayısıyla şu anda Meclis tamamen içi boş midye kabuğu, tam bir bostan korkuluğu ve hiç bir kıymeti harbiyesi yok. Böyle bir Meclis’te bulunmanın da bir anlamı yok. Sadece kepazeliği ‘meşrulaştırmaya/dayatmaya yarıyor. Şu an itibariyle o Meclis’te kalmak, orada muhalefet yapılabileceğini sanmak abestir. Oradan çekilip, mücadeleyi asıl bulunması gereken zemine çekmek gerekiyor. Her şeye rağmen Türkiye’de önemli bir muhalefet damarı ve potansiyeli var. O potansiyel neden harekete geçirilmesin. Daha önce de yazdığım gibi, artık mücadele zeminini değiştirmek gerekiyor ve bu mümkün!
Muhalefetin Meclis’ten çekilmesi halinde “kitlelerin politikleşmesi artacaktı” diyorsunuz. Bu haliyle Meclis yapılan muhalefet kitlelerin politikleşmesine engel mi teşkil ediyor?
Bu ülkede dinci-despotik rejimi, bu tırmanışı durduracak potansiyel var. O potansiyeli harekete geçirmek gerekiyor. Şimdi ne oluyor, hep onların koyduğu kurallara göre, onların sahasında, onların koşullarında maça çıkılıyor, mücadele ediliyor. ‘Ben senin ne oyununu ne de oyununun kurallarını kabul etmiyorum’ demek lazım. Bu haliyle hala bildik siyaset tarzında ısrar etmek, abesle iştigal etmektir. Meclis tam bir içi boş midye kabuğuyken hala orada bulunmak niye? Artık oyuna gelme durumuna son vermek, kendi oyununu kendin kurma zamanı gelmiş olmalı. Sahte oyunların figüranı olmanın bir alemi yok!
MA / Deniz Nazlım