Ülkeler arasındaki ihtilaflar genellikle çıkar uyuşmazlığından doğar ve sonunda da sorun anlaşma ile ya da güç kullanılarak çözülür. Halk deyimiyle «yorgan» gidince, kavga da biter! Oysa Doğu Akdeniz’de çoktandır süregelen kavga bu mantığa pek de uygun görünmüyor! Yoksa bu bölgede yıllardır süren kavga, yorgan gittikten sonra daha da mı şiddetlendi? Bölgede «yorgan» gaz ve petrolü simgeliyor ve bunlar da son on yıl içinde keşfedilerek sessiz sedasız paylaşıldılar. Öyle ki paylaşım sırasında ne «savaş»tan söz edildi, ne AB bünyesinde özel toplantılar yapıldı ve ne de denizde savaş gemileri dolaştı. «Ulusal çıkarlar» söz konusuydu; herkes «ulusal haklar»a saygı gösteriyordu; oysa arka planda da dev şirketlerin çıkarları vardı. Exxon ve Noble Energy, Amerika; Total, Fransa; Eni, İtalya ve Gazprom da Rusya demekti. Bu çapta şirketleri olmayan Akdeniz ülkeleri de gaz ve petrol rantını onlarla paylaşmak zorunda kalıyorlardı. *** Bölgede huzuru bozan dönüşüm 2010 Temmuz ayında başladı. O tarihte ABD şirketi Noble Energy, İsrail kıyılarında Leviathan adlı alanda 450 milyar metre küplük gaz rezervi bulmuştu. Beş yıl sonra da İtalyan Eni şirketi Mısır’ın Zohr alanında keşifte bulunuyor, bunu da Kıbrıs kıyılarındaki Glaucus (ExxonMobil, Katar Petroleum); Aphrodite (Noble Energy, Royal Dutch Shell, Delek Drilling) ve Calypso (Eni, Total) rezervleri izliyordu. Bu üç ülkenin toplam rezervi 2,3 triyon metre küp olarak hesaplanmıştı ve pasta “kazasız, nizasız” paylaşıldı. Artık Doğu Akdeniz’de yeni bir dönem başlıyor, onlarca yıldır Türkiye ile Yunanistan arasında yaşanan “yerel” anlaşmazlık, diğer Akdeniz ülkeleri, ABD ve Rusya’nın da katılımıyla uluslararası bir sorun haline geliyordu. Türkiye’nin bu sürpriz gelişmeler karşısındaki tavrı ve oldu? *** Aslında doğal olarak hak iddiasında bulunduğumuz Kıbrıs kıyılarında gaz keşfedildiği yıl AKP iktidarı çetin bir sınavdan geçiyordu. 7 Haziran 2015 seçimlerinde Parlamento çoğunluğunu kaybetmiş, izleyen aylarda da bir türlü hükümet kurulamamıştı. Bu koşullarda Kıbrıs gaz pazarlıkları Türkiye kamuoyunda fazla bir yankı uyandırmadı ve ilgisizlik darbe girişiminin yarattığı sarsıntılar içinde geçen 2016 yılında da devam etti. O sırada Yunanistan, Türk kamuoyunda daha çok iadeye yanaşmadığı darbeci subaylar dolayısıyla gündemdeydi. “Gaz paylaşımı” Türkiye kamuoyunda büyük bir ilgi uyandırmamıştı; ama konuyla doğrudan ilgili makamlar da boş durmamışlardı. Örneğin yıllar önce ortaya atılan “Mavi Vatan” kavramı canlanmış, deniz hukuku ve Türkiye’nin yetki alanı ile ilgili kitaplar yazılmıştı. Daha da önemlisi, İstanbul’da yapılmaya başlanan araştırma gemisi 2015’te hazır hale geliyor ve 2017 Nisan’ında da, Oruç Reis adıyla Akdeniz’de gaz ve petrol araştırmalarına başlıyordu. *** Olaylar hızla gelişiyordu. 2018 Şubat’ında Türk savaş gemileri İtalyan ENİ şirketinin bir sondaj aracını bloke ettiler ve Ekim ayında da Fatih adlı Güney Kore yapımı ilk sondaj gemimiz -savaş gemileri eşliğinde- Akdeniz’de, tartışmalı sulara açıldı. Artık Türk-Yunan ihtilafı daha ileri bir aşamaya taşınmış, üstelik “yerel” olmaktan çıkmıştı. AKP iktidarı Mısır ve İsrail ile zaten kavgalıydı ve Yunanistan’ın “Türkiye Doğu Akdeniz’de hegemonya kurmaya çalışıyor” iddiası bu koşullarda bölgede kolayca karşılık buluyordu. Böylece neredeyse bölgenin tüm ülkeleri Türkiye’ye cephe aldılar ve 19 Ocak 2019’da da Yunanistan, İsrail, Mısır, Ürdün, Kıbrıs, Filistin ve İtalya temsilcileri bir araya gelerek “Doğu Akdeniz Gaz Forumu” anlaşmasını imzaladılar. Anlaşma, dayanışma ve işbirliği hedefliyordu ve buna bir yıl sonra bir de boru hattı tasarısı eklenecekti. Tasarıya göre İsrail’den başlayan 1900 km’lik bir hat, Türkiye’yi dışlayarak bölgenin sıvılaştırılmış gazını AB ülkelerine taşıyacaktı. *** Türkiye bölgede yalnız kalmıştı. Tek dostu Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti idi; yardımına koşan da o oldu. Böylece 2019 Kasım’ında iki ülke arasında deniz sınırlarını ve yetki alanlarını belirleyen bir anlaşma imzalanıyor ve Yunanistan da buna aynı konuda Mısır ile imzaladığı anlaşma ile yanıt veriyordu. Ne var ki her iki ülke de karşı tarafın anlaşmasını “gülünç” ve “yok hükmünde” saydılar ve gerginlik daha da arttı. Bu arada Yunanistan Başbakanı Miçotakis, Fransa Cumhurbaşkanı Macron’la görüşmüş ve ondan askeri destek vaadi almıştı. 27 Ocak 2020’de yaptıkları görüşmede, Macron, bölgeye savaş gemileri göndereceğini, fakat bunların “Doğu Akdeniz’de barışın garantisi olacaklarını” söylemişti. Oysa bölgede gerginlik giderek tırmanıyordu ve çeşitli “çıkar”ların birbirini perdelediği bu kavgayı da taraflar daha çok bir “hukuk savaşı” olarak sunma eğilimindeydiler. *** Uluslararası hukukta bir ülkenin, herhangi bir anlaşmazlık halinde, tek başına “ben haklıyım” demesi pratikte bir anlam taşımaz. Bu hakkı her iki tarafın da kabul etmesi gerekir; bu olmayınca da masada görüşmeler yapılır ve karşılıklı ödünlerle uzlaşmaya çalışılır. Bu da sonuç vermezse, son çare olarak uluslararası mahkemede çözüm aranır. Ne var ki Doğu Akdeniz’deki Türk-Yunan deniz anlaşmazlığı bu sürecin daha ilk aşamasında tıkandı kaldı. Taraflar Nuh diyor, peygamber demiyor, bir türlü karşı tarafın hakkını kabule yanaşmıyordu. Üstelik karşılıklı görüşmeye ve mahkemeye gitmeye de hiç hazır görünmüyorlardı. *** Aslında AB’nin İspanya Sevilla Üniversite’sine yaptırdığı deniz yetkileri haritasına bakılırsa, “hukuki” olarak sunulan durumun akla mantığa aykırı şekilde Türkiye’nin aleyhine olduğu ve büyük bir haksızlık içerdiği kolayca görülür. Gerçekten, nasıl olur da Akdeniz’de en uzun kıyılara sahip bir ülke, bölgede deniz yetkilerinden böylesine dışlanabilir? Kısaca bu davada Türkiye haklı idi ve hakkını da aramak zorundaydı! Ne var ki, diplomatik yollar tıkandığına göre, bu hak da artık ancak uluslararası mahkemelerde aranabilecekti. Oysa taraflar şimdiye kadar bunu da denemediler. *** Deniz anlaşmazlıkları esas olarak 1982 yılında kabul edilen ve şimdiye kadar 167 ülkenin imzalamış bulunduğu BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne göre çözülüyor. Ne var ki Türkiye bu anlaşmayı imzalamadı. Peki, neden imzalamadı? Aslında Sözleşme, her ülkeye olduğu gibi, ülkelerin sahip oldukları adalara da kıta sahanlığı ve münhasır ekonomi alanı yetkileri tanıyor. Fakat bu madde (md. 121) üçüncü fıkrasında da belli bir nüfus ve iktisadi dayanağa sahip olmayan kara parçalarını “kayalık” sayıyor ve bu hakların dışında tutuyor. Bu durumda 20 km-karelik yüzölçümü ve 500 kişilik nüfusuyla Meis adasının bu haklardan yararlanamayacağı açıktır. Sadece haritaya bakmak bile bu konuda Türkiye’nin ne kadar haklı olduğunu gösterir. Buna karşılık Libya ile yaptığımız anlaşmanın yok saydığı Girit adası Sözleşme’ye uygun görünüyor. Anlaşılan Türkiye, gaz ve petrol araştırmalarının henüz gündemde olmadığı bir dönemde, daha çok Kıbrıs ihtilafını ve ilerde çıkabilecek ihtilafları düşünmüş ve Sözleşme’yi imzalamamıştı. Kaldı ki Uluslararası Mahkemeye gidilince onun kararlarına uymak gibi bir zorunluluk da vardı. Herhalde bu da Türkiye’yi -gecikmeli de olsa- Sözleşme’yi imzalamaktan alıkoyan başka bir neden olmuştu. Diplomasi ve hukuk yolları kapanmıştı; geriye tek bir yol kalıyordu: Davayı sahada kazanmak! Bunun için de sesini yükseltmek; güç gösterilerinde bulunmak ve savaşı göze almak! Doğu Akdeniz’de “savaş rüzgârları” bu koşullarda esmeye başladı: En doğal haklarımız çiğnenmişti; diplomasi ve hukuk bize karşıydı ve biz de direnecek, gerekirse savaşarak hakkımızı alacaktık! Oruç Reis’in sulara açılması ve Mısır-Yunanistan anlaşmasından sonra Türkiye’de egemen dil bu oldu. *** Aslında Erdoğan her konuşmasına barış ve diyalog cümleleriyle başlıyor, fakat ses tonunu giderek yükselterek Yunanistan’ın “kendisini içinden çıkamayacağı bir kaosun içine attığını”, artık “bölgede yaşanabilecek her olumsuzluğun müsebbibi” olacağını ve “bundan tek zarar görenin de yine kendisi” olacağını söylüyordu. Ayrıca Macron desteği konusunda da Komşu’yu şöyle uyarıyordu: “Yunanistan’ı Türk donanmasının önüne atanların yarın yaşanacak bir sıkıntıda asla ortada görünmeyeceklerini bizim kadar Yunanlı komşularımızın da bilmesinde fayda var!”. (24 Ağustos 2020). Bu bir diplomasi dili değil, savaş diliydi ve Türkiye’yi haklı olduğu bir konuda haksızmış gibi gösteren, Doğu Akdeniz’de tam bir yalnızlığa iten de bu dil oldu. Ne var ki Erdoğan “yerli ve milli” kültürümüzün, insanları “Türkler ve ötekiler” diye ikiye ayıran bam telini iyi yakalamış ve bu konuda “Millet İttifakı”nı da arkasına almıştı. Hatta bazı emekli amirallerin ve “güvenlik uzmanları”nın da katkılarıyla, ana muhalefet, “kraldan fazla kralcı” kesiliyor, örneğin Oruç Reis’in gerginliği azaltıcı şekilde “bakıma” alınmasını “egemen güçlerin” dayatmasına bağlayarak eleştiriyordu. *** Tam da bu durumda tüm Akdeniz ülkeleri bölgede her an bir çatışma çıkmasından korkmaya başladılar ve bundan en çok yararlanan da Yunanistan oldu. Yunan Başbakanı Batı’nın duymak istediği diplomatik dili kullanıyor ve dünya kamuoyuna barışçı bir dille sesleniyordu. Kendisine göre Temmuz 2019’da iktidara geldiğinde Türkiye ile dostluk konusunda “ihtiyatlı bir iyimserlik” içinde olmuş ve bu konuda da büyük amcası Eleftherios Venizelos ile Mustafa Kemal Atatürk’ün dostluklarını hatırlamıştı. Aynı yılın sonbaharında Erdoğan’la görüşmesinde de ona coğrafyanın kendilerini dost olmaya mahkûm ettiğine işaret etmiş ve Türkiye ile dostluk ve işbirliğinden “onur duyacağını” söylemişti. Oysa Türkiye hep gerginliği artıracak bir retorik kullanıyor, durmadan “bedel ödeme”den, “şehit”lerden söz ediyordu. Kendileri ise barış arayışlarına devam edeceklerdi. Miçotakis, söyleşisini şu sözlerle bitirmişti: “Sorunun çözümü basit: Masaya oturacağız; sorunlarımızı tartışacağız ve bir anlaşmaya varmaya çalışacağız. Eğer varamazsak da sorunu uluslararası mahkemeye taşıyacağız. Nihayet Türkiye hukuk devletinden neden korksun ki?” (Le Monde, 10 Eylül 2020). *** Elbette bu konuşma hiç de masum değildi ve Miçotakis’in kendisi de -diplomatik dille de olsa- tehdit retoriğinden kurtulamıyordu. Yunanlı olmaktan çok bir AB sözcüsü gibi konuşuyor, Yunan sınırlarından çok AB sınırlarından söz ediyor ve tehdit olarak da “ekonomik yaptırımlar” sopasını sallıyordu. Ne var ki bu konuda avantajlıydı. Türkiye’nin Osmanlı kalıntısı “Millet-i Hâkime” özlemi, iç politika dürtüleriyle diplomasiye de damgasını vurmuş ve Yunan tarafı için gayet elverişli bir ortam yaratmıştı. Sonunda da, Türkiye, ABD de dahil tüm Batı ülkelerini bu konuda karşısına aldı. *** Karşıt cephede roller ayrılmıştı: “Kötü polis” Macron, “dikkat, savaşta ben de varım!” diyor, “iyi polis” Merkel ise iki tarafa “ne olur görüşün, anlaşın!” diye yalvarıyordu. Aslında Türkiye’de demokrasi ve insan hakları umurlarında değildi. En çok korktukları şey, Türkiye’nin karışması, bir göç dalgasının başlaması ve bu arada da ülkenin borçlarını ödeyemez hale gelmesiydi. İyi de bu durumda düğüm nasıl çözülecekti? Aslında bir “Türk-Yunan savaşı” bugünkü koşullarda hiç de olası görünmüyor. Bir tahrikle başlasa bile, Batı müdahalesiyle hemen durdurulur ve zaten kriz içinde olan Türk ekonomisi çok daha vahim bir noktaya sürüklenir. Türkiye, yıllardır izlenen “diplomasi” sonucu, “savaş”la, kazanmayı umduğundan çok daha fazlasını kaybetme noktasına getirilmiştir. *** Aslında bir yönüyle benzer bir durum beş yıl önce de yaşanmıştı. 2015’te jetlerimiz bir Rus uçağını düşürdüğü zaman da millet yine kenetlenmişti ve “angajman kuralları”, “bağımsızlık”, “milli refleks” nutukları atılıyordu. Peki, sonra ne oldu? İhraç mallarımıza ambargo kondu; uçaklarımız Suriye üzerinde uçamaz hale geldi ve sonunda da Erdoğan, Putin’i ülkesinde ziyaret ederek ondan “değerli dostum” diye söz etmeye başladı. Oysa bu arada ülke de on milyar dolar civarında bir kayba uğramıştı. İşte bu durum, üstelik karşımızda çok daha geniş bir cephe oluşmuşken, bugün Türkiye’nin ne yapması gerektiğini de ortaya koyuyor: Her şeyden önce dış politikayı iç politika aracı olmaktan çıkarmak; diplomatik kanalları çalıştırmak ve hazır Miçotakis de bunu dünyaya ilan etmişken, gerekirse Lahey’e gitmekten kaçınmamak! *** Sağcı-tutucu partilerin iktidarda olduğu iki ülkenin bu konuda anlaşma olasılığı bugünlerde elbette ki düşük görünüyor. Ne var ki demokrasiler bir yönüyle de “zorlama” rejimleridir ve iktidarları adil bir anlaşmaya da ancak kavganın yükünü taşıyacak olan halklar zorlayabilir. Nihayet emperyalist çıkarların kontrolündeki bu kavgada halkların kazanacağı fazla bir şey yoktur ve bunu kapışmanın göbeğindeki Meis halkı da çok iyi anlamış bulunuyor. Bakınız, bir hafta önce, adanın Belediye sözcüsü S. Amygdalos bir Fransız gazeteciye neler söylüyordu (Le Monde, 14 Eylül 2020) : “Burada Türk ve Yunan halkları arasındaki ilişkiler mükemmel! Kaş’la dostuz; ikiz şehirler gibiyiz!”. İşte gerçek barış da ancak bu dostluk dar çevreleri aşıp halkların bütününe mal olduğu zaman gerçekleşecektir.
*20.09.20 Birgün Pazar ekinde yayınlanmıştır