“Beyaz Köşk/Saray” anlamına gelen Kazablanka (İspanyolca Casablanca) Fas’ın güneybatısında, Atlas Okyanusu kıyısında yer alan bir liman şehridir.
İkinci Dünya Savaşı sırasında, Fas’tan Mısır’a kadar uzanan Kuzey Afrika ülkeleriyle Akdeniz sahillerini denetim altına almaya çalışan Alman-İtalyan ittifakına karşı, müttefik Amerikan, Fransız ve İngiliz ajanlarının kaynadığı en meşhur yer de başkent Kazablanka idi.
Gazeteciler ile bölgedeki askeri birlik komutanlarının bu şehirdeki varlığı hiç eksik olmuyordu.
Belli başlı mekânları sohbet ediyor; haber veya istihbarat yahut askeri bilgi topluyorlardı.
Bu ajan oyunları “sex in crime” kabilinden “Casablanca” ismiyle film haline getirilmiş, sinemasever hemen herkesin aklında kalmıştır.
Kazablanka’dan sonra, Ortadoğu’daki devletler oyunu ve istihbarat faaliyetinin bir diğer önemli merkezi, Lübnan‘ın başkenti Beyrut olmuştu.
Bir yere kadar Kıbrıs bile bu görünmez savaşın ilgi alanına girmekteydi.
Bu konu niçin ve nereden aklıma geldi?
Lübnanlı Şii gazeteci Lokman Selim’in katledildiği haberi, 3 Şubat 2021’de ajanslara düştü.
Lokman Selim, başkent Beyrut’tan ayrılıp Şii Hizbullah‘ın egemen olduğu güney bölgesindeki kız kardeşini ziyaret için kısa bir seyahat yaparken aniden ortadan kaybolmuş; çok geçmeden Nebatiye şehri yakınlarında Hıristiyan ve Şii ahalinin yaşadığı iki ayrı mıntıka arasındaki güzergâhta cansız bedeni bulunmuştu.
İlk verilere göre hemen öldürülmemiş; muhtemelen sorgulanmak maksadıyla kaçırılmıştı. Birkaç saat sonra vurulmuş; başına dört, sırtına bir kurşun isabet etmişti.
Olay şimdilik “faili meçhul bir cinayet” olarak emniyet dosyasına girdi.
Ülkedeki kutuplaşmada Hizbullah-İran ikilisine karşı çıkan kesimlere (İsrail, Suudi Arabistan, Batılı ülkeler ile Lübnan’daki uzantıları) göre: “Bu suikast, kesinkes Hizbullah örgütünün işiydi.”
Bu görüştekilerin elindeki biricik somut kanıt, Sorbonne Üniversitesi Felsefe Bölümü mezunu olan Selim’in, İran ve Hizbullah karşıtlığıyla tanınması ve onlara sert eleştiriler yöneltmesiydi.
Buna karşılık, başta Hizbullah olmak üzere bazı Arap gazetelerindeki kimi yorumcular, hem hadiseyi kınadılar hem de gerçek failin İsrail istihbaratı MOSSAD‘ın elemanları olduklarını ileri sürdüler.
Onlara göre olay, zaten kaos kısır döngüsünde ve diken üstünde yaşayan Lübnan’ı iyice istikrarsızlaştırmak amacıyla gerçekleştirilmiş, İsrail kaynaklı bir provokasyon eylemiydi.
Asıl maksat, ülkede bir iç savaş çıkarmaktı.
Konuya vakıf olabilmek için Iraklı araştırmacı-gazeteci Fatıma Avvad El Cuburi’nin Ray El Yom gazetesindeki 7 Şubat tarihli yorumuna bakabiliriz:
“Lokman Selim cinayetinin haberinin duyulduğu ilk andan itibaren güya ılımlı sıfatıyla anılan ana akım medya, suçu Hizbullah örgütünün üstüne atmaya başladı. Hâlbuki Selim, Şii nüfusun çoğunluğu oluşturduğu, Hizbullah’ın da egemen olduğu bölgelerde yıllarca yaşamış ve bu süre içinde örgütü eleştirmiş bir muhalifti.
Hizbullah, kendisine yönelik bu eleştirileri kanıksamıştır. Esasen fiili ve şiddet içeren bir saldırı olmadıkça, örgüt bu tür eleştirilere tahammül edebilmektedir.
Sormak lazım: Selim’in tenkitlerine yıllar boyu ses çıkarmayan Hizbullah’ın, bu saatten sonra ve siyasi kriz ortamında onu öldürmesi mantıklı mıdır?
Ayrıca katledilen Selim’in olay yerine ve cesedine ait çekilmiş fotoğraflar, geçtiğimiz yıl Beyrut Limanı patlamasını soruşturmakta olan gümrük müdürü ile fotoğrafçının katledilmesini andıran görüntülere benzemektedir.
Gaye, ülkedeki istikrarsızlığı egemen kılmaksa, Beyrut’a doluşmuş bulunan bazı Batılı ve Arap ülkelerine ait büyükelçiliklerin faaliyetlerine bakmak lazım. Onların para ve siyaseten desteklemekte oldukları kesimler, bu noktada ellerinden gelen her şeyi yapabiliyorlar.
Büyükelçiliklerin personeliyle bir şekilde irtibat halinde olan MOSSAD’ın faaliyetlerine de aynı çerçevede bakılmalıdır. Hem direniş hareketine hem de Hizbullah önderliğine alternatif ve kendilerine hizmet edecek yepyeni bir seçkin siyasi zümreyi politika sahnesine çıkarmayı hedefliyorlar.”
Aynı tarihli Ray El Yom gazetesi, yazı kurulu adına yayımlanan başyazıda da benzer mantığa başvurulmuştur.
Şöyle ki:
“Bazı Arap televizyon kanalları, cinayet haberi duyulur duyulmaz ve henüz soruşturma başlamadan peşin hükümlerini yorum haline getirdiler:
Geçtiğimiz ağustos ayı başındaki Beyrut Limanı patlama hadisesinde parmaklar, Hizbullah’ı fail olarak göstermişti!
Asla önyargılı değiliz. Ancak bu tür televizyon kanallarına sormayı da gerekli görüyoruz: İkide bir Lübnan semalarını ihlal eden;1980’li yıllarda Beyrut’a kadar ülkeyi işgal ederek Sabra-Şatilla kampındaki Filistinli mültecilerin katliamına neden olan; Filistin ve Lübnan direniş hareketi önderlerine yönelik onlarca suikast tertipleyen İsrail, neden şüpheliler arasında bulunmuyor da bilhassa Hizbullah öne çıkarılıyor?”
Bu başyazıya yorum ekleyen bir okuyucu, ilginç bir örnek vermiş:
1999 yılında New York’tan Kahire’ye sefer yapan Mısır Havayollarına ait bir uçakta 333 Mısırlı subay vardı. ABD’de eğitim görmüş, memlekete dönüyorlardı. Uçakta patlama oldu ve hepsi hayatlarını kaybetti. İlk rapor, pilotaj hatasına atfedildi; hatta pilotun intihar etmekte olduğuna ilişkin tespitler yapılmıştı. İzleyen raporlarda ise, sabotaj ihtimaline ağırlık veriliyordu. Siyonistlerin işiydi bu.
Bir yerde yabana atılır görüşler sayılmaz bu varsayımlar. Zira hemen her devletin eli Lübnan’da siyasetin içindedir.
Mesela İran ile Suriye Şiileri; Fransa Hıristiyanlarla Sünni aristokratları; S. Arabistan Sünni politikacılarla din temelli farklı oluşumları ve bu arada onların temsilcisi sayılan Hariri ailesini koruyup kollamaktadırlar.
Türkiye’nin tavrı da Hariri ailesiyle Sünni temsilcilerden yanadır. AKP iktidarı, Osmanlı döneminden kalma Türk toplulukları ile Cumhuriyet öncesi ve sonrasında Lübnan’a göçmüş bulunan özellikle Mardinli Arapların hamisi görünümündedir.
Bunu, gazetede yazdığım Beyrut’taki Mardinliler yazısında belirtmiştim.
Konumuzla ilintisine bakarsak, yukarıda sözü edilen suikast olayının, Lübnan’da somutlaşan devletler oyununda farklı ülkelerin istihbarat faaliyetleri ve savaşlarıyla yakından bağlantısı vardır.
O halde bölgedeki istihbarat ajanlarının buluşma veya kapışmaları hakkında birkaç somut örnek sunabiliriz. Yaşanmış bir olayla söz başı yapmalıyım:
Halil El Vezir, namı diğer Ebu Cihad, Filistin lideri Yaser Arafat ve diğer arkadaşlarıyla birlikte ulusal kurtuluşçu El Fetih hareketinin kurucularındandır.
Sonradan 16 kadar Filistinli fraksiyonun çatısı altında toplandığı Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) inşasında büyük rol oynamıştır.
Halil El Vezir; Filistin askeri birimlerinin komutanı kabul edilen Arafat’ın yardımcısı, danışmanı ve sağ kolu sayılırdı. İsrail’e karşı yapılacak ciddi eylemlerin planlaması, sevk ve idaresi ona aitti.
1986’da İsrail’in işgal ettiği Batı Şeria ile Gazze’deki en kitlesel sivil itaatsizlik olan İntifada’yı bizzat planlayıp yönetmişti.
Tüm bu nedenlerle İsrail istihbaratı MOSSAD, defalarca kendisini öldürme girişiminde bulunmuştu.
Uzun yıllar sonra aradıkları fırsatı bulan İsrail özel komando birimi, Tunus’ta ikamet etmesine rağmen Filistin direnişine her türlü desteği sağlayan Ebu Cihad’ı, 16 Nisan 1988’de evinde katletti.
Muhammed Sabri el Benne, namı diğer Ebu Nidal, El Fetih hareketindeki askeri kanat sorumlularından olup sansasyonel eylemleriyle tanınıyordu.
Katı bir askeri mantığa sahipti. Filistin davasının 1974 yılından itibaren uluslararası alanda kabul görmesi üzerine İsrail ile dolaylı biçimde buluşup görüşmelere eğilim gösteren Filistin lideri Arafat ve çevresiyle anlaşmazlığa düştü.
Onlara “vatan haini ve teslimiyetçi” suçlamasını yöneltti. El Fetih içindeki diğer ihtilafları uzlaşmaz noktaya gelince, bu hareketten ayrılarak önce Ebu Nidal Örgütü’nü kurdu.
Ebu Nidal zamanla örgütün adını El Meclis El Sawri (Devrimci Konsey) olarak değiştirdi.
Bu tarihten itibaren de “ılımlı ve teslimiyetçi” olarak damgaladığı eski silah arkadaşlarına yönelik çok sayıda suikast düzenledi.
Üstelik, FKÖ önderliğini bir şekilde tasfiye etmek isteyen bazı Arap başkanlarının (Libya’da Muammer Kaddafi, Irak’ta Saddam Hüseyin gibi) talimatlarıyla paralı tetikçilik yaptı.
Ebu Nidal, yurtiçi ve yurtdışında gerçekleştirdiği ipe sapa gelmez ve genelde tasvip görmeyen sansasyonel şiddet eylemlerinden ötürü, kendisine büyük bir önem atfetmeye başlamıştı.
Neredeyse yarı tanrı konumuna girerek mutlak hakikatin tek temsilcisiymiş gibi hareket ediyordu.
1985 yılında, ender söyleşilerinden birini Alman “Der Spiegel” dergisiyle yaparken şöyle demişti:
Ben, gece karanlığında dolaşıp duran ve herkese kâbus gördüren kötü bir ruhum!
Nitekim şerir ruhlu olduğunu pratiğiyle de kanıtladı.
1987’de “Devrimci Adalet Komitesi”ni kurdu. Kendisine biat etmeyen veya itaatte kusur işleyen herkese “hain” damgası vurdu.
Tutukladıklarını ağır işkencelerden geçirerek vahşi yöntemlerle katletti. 1987-1988 yılları arasında sadakatinden şüphelendiği kendi örgüt militanlarından yaklaşık 600 kişiyi öldürmüştü.
O tarihten sonra da çevresinde bulunan kendisi gibi bir avuç tetikçiyle birlikte siparişe dayalı suikast, cinayet ve sabotaj eylemlerine imza atmaya devam etti.
Muhtemelen ekibiyle birlikte Irak Kürdistan Bölgesi’ndeki katliamlara ve insanlık suçlarına da bulaşmıştı.
ABD, Irak’a ağır ambargo koyup ikinci kez bu ülkeyi işgal etme hazırlığı yaptığı sıralarda Saddam Hüseyin rejiminin himayesi ve hizmetinde bulunan Ebu Nidal, Ağustos 2002’de faili meçhul cinayete kurban gitti.
Filistin kaynaklarına göre: Saddam’ın talimatı üzerine çok sayıda kanlı ve karanlık olaya bulaşmış olan Ebu Nidal, zor zamanda ABD istihbaratının eline geçip itiraflarda bulunmasın diye, bizzat Irak istihbarat görevlilerince katledilmişti.
Ebu Cihad ile Ebu Nidal hakkında ön bilgi vermemin asıl nedeni, izleyen satırlarda okuyacağınız dehşet verici sohbettir. Birlikte okuyalım:
1980’lerin başlarında Cezayir yönetimi, Filistinliler arasındaki ihtilaf, çekişme ve çatışmaların önüne geçmek için FKÖ ile bir şekilde bağlantısı olan örgütlerin temsilcilerini ülkesine davet edip yüzleştirmişti.
O yüzleşmelerden birinde Ebu Cihad, artık can düşmanı haline gelmiş olan Ebu Nidal’e serzenişte bulunuyordu:
Önceleri El Fetih hareketi içinde yer aldığın halde, sonradan bizden koptun. Bunu anlıyorum. Sana harbi bir soru soracağım. Hareket içindeki eski mücadele arkadaşların sayılan 17 değerli diplomat ve siyasi şahsiyetimizi neden katlettin? Bunu anlamakta zorlanıyorum.
Ebu Nidal hemen yanıtladı:
Hayır, bilginiz eksik ve yanlış. Ben, hepi topu dört diplomat ve temsilcinizi öldürdüm. İsimlerini tek tek sayayım.
Ebu Cihad dehşetle sordu: “Peki, diğer 13 temsilcimizin katiller kimlerdi?”
Ebu Nidal yanıtladı: “Kesinlikle bilmiyorum!”
Şaşkın bir vaziyette cevabı dinleyen Ebu Cihad, dost saydığı Arap ve sosyalist ülke (dönemin Sovyetler Birliği ile Doğu Avrupa Cumhuriyetleri) istihbarat teşkilatlarının da yardımlarıyla araştırmasını genişlettikten sonra bir sonuca vardı.
Bunu da, ziyaret ettiği Doğu Bloğu ülkelerinden birinin başkentindeki sohbetinde açıkladı:
Kanaatim şudur ki, İsrail istihbarat teşkilatı MOSSAD, hareketimiz olan El Fetih içindeki çekişmelerden istifade ederek, çok sayıda temsilcimizi katletmiş ve bunun sorumluluğunu da Ebu Nidal yahut benzeri fraksiyonların üstüne atmış. Böylece hem bizi çatıştırmış hem de bu faaliyetlerinden ötürü bahsi geçen örgütleri dünya kamuoyunda terörist ilan etmiştir.
Başka bir olaya geçebiliriz: İsrail merkezli “Kanal 12” televizyonu, 5-6 Şubat tarihlerinde El Fetih hareketinin üç üst düzey sorumlusu olan Kemal Nasır, Kemal Adwan ve Muhammed Yusuf Naccar’ın 1971’de nasıl katledildiğini gösteren bir belgesel yayımladı.
Bunlardan ilk isim, El Fetih hareketi sözcüsüydü; diğer ikisi ise El Fetih’in merkez komitesi üyeleriydi.
Belgesel film önemliydi, çünkü MOSSAD tarafından hazırlanmıştı. O tarihte, suikast operasyonunu hazırlayıp sevk ve idaresine komuta eden kişi eski General (ve sonradan Başbakan) Ehud Barak, kamera önünde cinayetle ilgili ayrıntıları ve perde arkasını anlatmıştı.
Ayrıca bizzat operasyona katılan birkaç istihbaratçı belgeselde tanıklıklarını ve yaptıklarını dile getirmişti.
Operasyonun amacı: Filistinli direnişçilere bir misilleme yapmak yani intikam almaktı.
Ebu Cihad ve arkadaşlarının 1970 sonlarında kurduğu suikast timi Kara Eylül‘ün militanları, 1972’deki Münih Olimpiyat oyunlarında İsrailli sporcuların kaldıkları odaları basıp onları rehin almışlardı.
Sporcuların salıverilmeleri karşılığında Filistinli tutsakların İsrail cezaevlerinden serbest bırakılmalarını ve Filistin halkının haklarının tanınmasını şart koşuyorlardı.
Talepleri reddedilmekle kalmadı. Kara Eylül militanları çembere alınıp karşı operasyon başlatılınca, sporcular örgüt militanlarınca katledilmişti.
Belgesel filmin akışından şunu anlayabiliyoruz: MOSSAD, ABD’de yaşayan Yahudi bir kadını ajanlaştırdıktan sonra onu, üç Filistinli önderin yaşadığı Beyrut’un mutena semtindeki bir mahalleye göndermişti.
Kamera karşısına yüzü maskeli olarak çıkan bu kadın ajan diyor ki:
MOSSAD’ın desteğiyle adı geçen sosyete semtinde gayet lüks bir daire kiraladım. Onlarla irtibat kurmaya çalıştım. İlkin (FKÖ ve El Fetih hareketinin sözcüsü) Kemal Nasır ile bir şekilde ve Amerikan vatandaşı sıfatıyla temas kurdum.
Kendisiyle sohbet sırasında onun şiirlerine hayran olduğumu vurguladım. Evine kadar gittim. Her sohbetimizde Filistin halkının meselesine sempatimi sürekli dile getirdim. Bu üç sorumlu hakkında topladığım altın değerindeki bilgileri, MOSSAD’a ulaştırıyordum. Ancak bu bilgilerin ne işe yaradığından hiç haberim yoktu.
Ara hatırlatma: Kemal Nasır, Filistinli Hıristiyan bir ailenin evladı olup, Beyrut Amerikan Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunuydu. İyi bir şair ve gazeteciydi.
1945’te El Baas (Diriliş) ve 1949’da El Cil El Cedid (Yeni Kuşak) dergilerini çıkarmıştı. Gazetecilik ve şairliğini siyasetle uğraştığı dönemlerde de devam ettiriyordu.
Muhalif bir ses olduğu için Ürdün yönetimince cezaevine konuldu. 1956’da Filistin-Ramallah bölgesinden milletvekili olarak parlamentoya girdi.
Belgesel çekimlerinde gösterilenler, bir noktaya açıklık kazandırmış. Şöyle ki: Söz konusu üç önderle birlikte FKÖ üst kurmay kademesindeki boşluk ve gedikler, MOSSAD’ın sızma ve istihbarat toplama işini oldukça kolaylaştırmış.
Kadın ajana tekrar dönelim: Onun verdiği bilgiler üzerine Filistinli üç sorumlunun Beyrut’taki ikametgâhlarında bulunduklarını haber alan operasyon sorumlusu Ehud Barak planını yapmış.
Önce başkentte çok lüks bir daire kiralanmış, sonra da yukarıda bahsi geçen Amerikan vatandaşı kadın ajanı onlara yakın bir yerde oturup sadece bilgi toplamak maksadıyla ABD’den Lübnan’a göndermiş.
Her şey hazır olduktan sonra, plan bütün ayrıntılarıyla MOSSAD’ın onayına sunulmuş.
Bu amaçla İbranice ismi “Sayeret Matkal” (İsrail Genelkurmay Başkanlığına bağlı özel birim manasında) olan seçkin vurucu askeri timler belirlenmiş.
MOSSAD, İsrail ordusunu bu işe karıştırmamış, ancak Genelkurmay karargâhına ayrıntılı bilgiler sunmuş. Operasyona bizzat kumanda edip yöneten kişilerden biri de “MOSSAD Kasabı” lakabıyla bilinen Mike Harari isimli sorumlu imiş.
Operasyonun fiilen gerçekleşme anı, belgeselde fragman ve parçalar halinde gösteriliyor. Anlaşıldığı kadarıyla hedefteki üç kişi Kemal Adwan, Kemal Nasır ve Muhammed Ebu Yusuf Naccar evlerindeyken, kendilerini savunma fırsatı bulamadan, üzerlerine yakın mesafeden yağdırılan kurşunlarla katledilmişler.
Yetmemiş; istihbarat ajanları arasında geçerli olan racon kabilinden sadist bir davranış gösterilmiş:
Yüzüstü düşmüş olan Kemal Nasır’ın cesedi sırt üstü çevrilmiş, elleri yere çivilenmiş ve ağzına sözüm ona “İbretlik mesaj” kabilinden bir “ajan kurşunu” yerleştirilmiş. Sadece fiziki değil manen de öldürülmek istenmiş.
General Ehud Barak, belgeseldeki konuşması sırasında hem mesajını vermiş, hem de taktiklerini açıklamış:
Komandolarımızın o evlere bizzat girip onları öldürdüklerini ilk anda hiç açıklamadık. Öyle yapsaydık ortalık karışır, İsrail teşhir edilmiş olurdu. Dolayısıyla operasyona sahip çıkmadık ki, başta Lübnanlılar ile Filistinliler, meseleyle ilgili bütün taraflar birbirlerini suçlayıp kavga edebilsinler.
Diğer yandan da anlayanlara, şu mesajı vermiş olduk: İster Amerika’da yaşayın, ister Beyrut’ta veya dünyanın herhangi bir köşesinde, size ulaşır ve hakkınızda yeterli istihbaratı topladıktan sonra evinize sızıp işinizi bitiririz!
İşin ilginç yanı, başta General Barak olmak üzere bu operasyonu yapan timin kadın kıyafetleri giymek suretiyle suikastı gerçekleştirmeleridir.
Mesela tim komutanı Barak, başına sarı renkli bir kadın peruğu taktığını söylemiştir.
Belgeselde konuşan suikastçı istihbaratçıların tamamı uzun uzun Lübnan’ın başkenti Beyrut’a nasıl sızdıklarını; hedefteki evlere hangi yasa dışı yöntemlerle girdiklerini; egemen bir ülkenin kurallarını hiçe sayarak ne tür cinayetler işlediklerini dobra dobra anlatıyorlar.
Ajanlar dünyasında geçerli olan bu yöntem, aslında uluslararası kurallara tümüyle aykırıdır. İsrail’in işlediği suç ve cinayetlerin açık itirafıdır. Normal koşullarda Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde görülmesi gereken bir insanlık suçudur.
Gelgelelim İsrail’in pervasızlığı, hiçbir kaide ve kural tanımıyor.
Filmin en büyük eksiği tek taraflı anlatıma dayalı olması, İsrail devletiyle MOSSAD’ın gücünü gereğinden fazla abartarak adeta dünya kamuoyuna gözdağı vermesi ve Filistinlilerin bu konudaki görüşünün alınmamasıdır.
Operasyon hakkında belgeselde merak edilen ayrıntıları, Filistinli (Gazze merkezli Sema sitesi gibi) bazı sitelerle diğer kaynaklardan derleyip koyuyoruz:
Bundan 48 yıl önce yani 10 Nisan 1973 gecesi saat 24.00’te bir İsrail askeri botu sessizce Beyrut limanı çevresindeki kuytu bir yere yanaşıyor ve MOSSAD denetimindeki vurucu komando timlerini karaya indiriyor.
Tim komutanları Ehud Barak ile Mike Harari’dir. Timdeki her neferin elinde dört adet fotoğraf bulunuyor: Hasan Ali Selame, Muhammed Yusuf Naccar, Kemal Adwan ve Kemal Nasır. Bunlar, hedeflerindeki isimlerdi.
O saatlerde FKÖ’nün Merkez Kurulu oturumu yeni bitmişti. Gece 01.00 sularında İsrail timi, anılan dört hedefin ikamet ettiği Ferdan Caddesi’nin farklı yerlerinde pozisyon almış, pusuda bekliyordu. Kurşunlar sıkıldığında, “Ferdan Baharı” adıyla planlanmış operasyonun başlama işareti de verilmiş oldu.
İlk elde Marksist Halk Cephesi’ne ait siyasi karargâhın iki nöbetçisi öldürüldü. O sırada bir araba içinde nöbet bekleyen iki Filistinli direnişçi imdada yetişip İsrail timine ateş ettiyse de, başarılı olamadılar, onlar da katledildi.
Kemal Nasır, o sırada çok sevdiği merhum dostu İsa Nahle anısına bir makale yazmakla meşguldü. Kurşun seslerini işitince silahını almaya davrandı ama kullanamadan vuruldu.
Zira İsrail vurucu timi odasına girmiş, yakın mesafeden 30 kurşunu bedenine boşaltmıştı.
Muhammed (Ebu) Yusuf Naccar ise, yatağına gitmek üzereydi ki, evinin kapısı bir bombayla parçalandı. Vurucu tim içeri dalıp başına kadın çorabı geçirdi.
Eşi tabancasını alıp yardımına koştu. İsrail timini engellemek amacıyla odanın kapısını bedeniyle tutmaya çalışıyordu ki, kocası katledilmesin. Dolayısıyla eşiyle aynı zamanda kurşunlara hedef oldular, cansız bedenleri yan yana serildi.
M. Yusuf Naccar’ın dairesinden gelen gürültüyle birlikte harekete geçen Kemal Adwan, eşiyle çocuklarını iç odalardan birine kapattı.
Kalaşnikof tüfeğini alarak gelecek saldırıyı bekledi. Aynı şey onun da başına geldi: Dairesinin kapısı bombaya uçuruldu.
Sekiz kişilik tim içeriye dalarak Adwan’ı kurşun yağmuruna tuttu. Odada bulunan belge ve benzeri kâğıtları alıp götürdüler.
Beyrut merkezli cinayetler bununla da bitmedi: Filistinli meşhur Marksist gazeteci ve öykücü Ğessen Kenafani, 8 Temmuz 1972’de yine MOSSAD ajanlarınca arabasına konulan bubi tuzağının patlaması sonucu bacısının kızıyla birlikte parçalara ayrılarak can verdi.
Bu ve benzeri cinayetlerin kurbanları olan Filistin şahsiyetlere ağıt kabilinden mersiyeler yazan ünlü şair Mahmud Derviş, “Kendi halkının evlatlarıyla ölüm ilişkisi” arasında kopmaz bir bağ olduğuna değinen belagatli ve duygulu bir yazıyı “El Mülhak” isimli dergide yayımlamıştı.
Buna, “ölümün ve hüznün estetiği” denilebilir.
Mersiyeyi okuyan El Fetih hareketi sözcüsü şair Kemal Nasır, yurttaşı Mahmud Derviş’in yanına giderek övgü dolu bir serzenişte bulunmuştu:
Merhum Ğessen hakkında her şeyi bir tamam yazmışsın. Ben katledildiğimde, galiba arkamdan yazacak hiçbir şeyin kalmamış olacak.
Henüz kederini üstünden atamamış olan Derviş, halkının alın yazısını, şu cümlelerle ifade ediyordu:
Ahhh, şu Filistinlilerin ölüme olan narsisist düşkünlüğü!
Kemal Nasır katledildiğinde, bu yakın arkadaşının ölümüne dayanamayan şair Derviş, onun anısına şu kasideyi yazdı:
Bitmeyen gecede
Bitmeyen bir düğündür
Bu Filistinlinin ölüm düğünüdür ki
Şehitlik ve ayrılık olmadan
Sevgili sevgiliye kavuşamaz.
Tesadüfe bakın ki, “öldürülme narsisizmi veya tutkusu” Ğessen’in katledilmesinden tam dokuz ay sonra, 10 Nisan 1973’te bizzat Kemal Nasır’ın yine MOSSAD ajanlarınca öldürülmesiyle gerçekleşti.
Bahsettiğimiz iki cinayetin ardından Filistin Araştırmaları Merkezi Müdürü ve tarihçi Enis Saiğ, 1972’de bubi tuzaklı (muhtemelen içinde kitap olan) bir paketin patlaması sonucunda elini ve gözünü kaybetti.
Sonraları FKÖ lideri Arafat’ın başdanışmanı olan eski Marksist Halk Cephesi eski üyesi gazeteci-yazar Bessem Ebu Şerif de aynı yöntemle ağır yaralandı, yüzü gözü parçalandı. Estetik cerrahi yoluyla yüzü olabildiğince düzeltildi.
Beyrut’tan uzak merkezlerdeki suikastlara da bakalım:
Filistinli edebiyatçı ve FKÖ siyasi temsilcisi Weil Adil Zueytir 1972’de Roma’da, başarılı bir diplomat olan Mahmud El Hemşeri ise Ocak 1973’te Paris’te katledildi.
Aynı şehirde katledilen İzeddin Qalaq’ın ölüm tarihi ise 3 Ağustos 1978’dir.
“İstihbarat savaşı” kurbanları arasında Marksist Halk Cephesi’nin ikinci başkanı Ebu Ali Mustafa’yı da (asıl adı Mustafa Zibri) saymak lazım. Ağustos 2001’de helikopterden atılan bir roket sonucu katledildi.
Tüm bunlar Filistinlilere karşı yürütülen fiziksel, askeri, siyasal ve sembolik istihbarat savaşının bir parçası olarak tarih kayıtlarına geçti.
Filistinlilere yönelik cinayetlerle doğrudan ilgisi olmasa da, MOSSAD ajanlarının çalışma yöntemlerine ilişkin bir başka örneğe rastlıyoruz.
“Kanal 12” isimli İsrail televizyonu, tarihi ve siyasal belgesel filmler yoluyla adını dünya âleme duyurabiliyor.
Yukarıda ayrıntılı bir örneğini yazdık. Aynı kapsamda bu kez, İsrailli bir kadın ajanın Ekim 1973 Arap-İsrail Savaşı sırasında Mısır’da oynadığı istihbarat rolüne ilişkin bir belgesel daha yayımlamış.
“Tamar” takma adıyla kameraya konuşan kadın ajan, İsrail ordusunun “Kayseriye” denilen operasyon dairesinde askerlik yapıyormuş.
Kendi sözleriyle belirtirsek, “Yahudi ve İsrailli olduğunu tümüyle kamufle edebilecek biçimde sıkı bir eğitim almış. Hazır olunca da o tarihte İsrail’in en azılı düşmanı sayılan bir ülkeye (Mısır’a) istihbarat toplamak maksadıyla gönderilmiş.”
Ajan Tamar, konuşmasını şöyle sürdürüyor:
Öncelikle emirlere ne kadar itaat ettiğim sınandı. Bir erkek sevgilim vardı. Onu derhal terk etmem istendi. Emre uydum ve ondan ayrıldım. Verilen emirden çok nefret etmeme rağmen bu testi geçip başarılı olmayı kafama koymuştum. Mısır’a gönderildiğimde henüz 22 yaşındaydım. Mısır ordusunun askeri bir sergisine gitmem emredildi.
Sergi alanına gidince, Mısır ordusunun Sina’daki savaş sırasında İsrail birliklerinden ele geçirdiği askeri teçhizat ve malzemeleri gördüm. Bunların bir kısmı, ölmüş ve yaralanmış olan İsrail askerlerinin kanlarına bulanmıştı. O haliyle sergileniyorlardı.
Kanal 12‘deki anlatımına bakılırsa Tamar, sadece merak saikiyle sergiyi gezen bir turist rolü oynamış; arada bir Mısırlı yetkililere, “oh olsun bu İsraillilere” kabilinden sözler söyleyerek güya memnuniyetini dile getirmiş ve bu arada yüzünden sahte gülümsemeyi eksik etmemiş… Aynı zamanda içi de kan ağlıyormuş.
Yine de ele geçirilen tanklar içinde kalan İsrail askerlerine ait eşyaları kameraya alıyormuş ki, MOSSAD’a belgeler sunabilsin.
Peki, Beyrut’taki operasyonda öldürülmesi için fotoğrafı vurucu tim elemanlarına dağıtılan dört kişilik Filistinli yönetici arasındaki Ali Hasan Selame’ye ne oldu?
“Kızıl Prens” lakabıyla ünlenen bu istihbarat şefinin karmaşık serüvenini ise yazının ikinci bölümünde ele alacağız.
Kaynakça:
Wikipedia İngilizce, “KHalil al -Wazir” maddesi,
صبري البنا – ويكيبيد
Ewen MacAskil and Richard Nelsson, “Mystery death of Abu Nidal, once the world’s most wanted terrorist”, The Guardian, 20 August 2002.
Yossi Melman, The Master Terrorist: The True Story Behind Abu Nidal, Mama Books, 1986.
Country Reports on Terrorism, “Abu Nidal Organization”, United States Department of State, 2005.
كيف قتل “السفاح أبو نضال” شقيق أبو علي إياد..وكيف قتل “ناصر ووالدته وشقيقته”- Lübnan El Diyar gazetesi, 3 Mart 2014
لماذا لا يَستبعِد البعض دور “الموساد” بالوقوف خلف عمليّة اغتيال لقمان سليم المُدانة في لبنان؟ -Rai El Yom
كمال ناصر – ويكيبيدي – Wikipedia Arapça, “Kemal Nasır” maddesi.
إسرائيل تعرِض فيلمًا تتباهى فيه باغتيال الشهداء عدوان وناصر والنجّار-Rai El yom gazetesi, 8 Şubat 2021
Bidayat مجلة بدايات-5 Şubat 2021, facebook sayfası
عاماً على استشهاد القادة كمال عدوان وكمال ناصر وأبو يوسف النجار-Sema Sitesi, 9 Nisan 2020
عميلة في “الموساد الإسرائيلي” تكشف تفاصيل مثيرة عن مهمة قامت بها في مصر-Filistin merkezli Sema Haber sitesi, 7 Şubat 2021.
© The Independentturkish