Sıklıkla vurguladığımız gibi, Türkiye’de 2013 yılından bu yana ekonomik, sosyal ve siyasal alanda ciddi kırılmalar yaşanıyor. Özellikle de Kasım 2015 genel seçimlerinden beri ülkede ekonomik kriz ile sosyal ve politik krizler el ele yürüyor.
Sırasıyla; 2013 yılındaki Gezi olayları sosyal krizin, aynı yıl 17-25 Aralık sürecinde yaşananlar AKP ile Cemaat (FETÖ) arasındaki çatışmanın neden olduğu politik krizin habercisiydi. Bu iki gelişmenin ardından ülkeden sermaye çıkışları hızlanmış, ekonominin kırılganlığı iyice artmıştı.
Sonrasında (2015 Haziran genel seçimlerinden önce), “barış” ya da “çözüm süreci” olarak da bilinen Kürt Sorununa ilişkin çatışmasızlık durumu sona erdi ve bu süreç yerini tekrar sıcak çatışmalara bıraktı.
15 Temmuz 2016 tarihinde gerçekleştirilen başarısız askeri darbe girişimi ise politik krizin doruk noktası oldu. Bu girişimin ardından ilan edilen ve üç yıl süren olağanüstü hal (OHAL) ve o koşullar altında 2017 yılında yapılan Anayasa referandumu ile hayata geçirilen Partili Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi politik krizi ortadan kaldıramadı, daha da derinleştirerek bugünlere gelinmesinin kolaylaştırıcısı oldu. Bu gelişmeler ülkede sosyal ve siyasal istikrarın sağlanmasına yetmezken, iktidar ortağı partiler 2019 yılındaki son yerel seçimlerde ciddi bir yenilgi aldılar.
Bu süreçte ekonomi, sadece 2017 yılında yüzde 7,5 gibi yüksek bir oranda (hormonlu bir biçimde) büyürken, o yıldan itibaren ortaya çıkan ekonomik daralma, 2020 yılında etkili olmaya başlayan Covid-19 Salgını ile birlikte derin bir ekonomik krize dönüştü.
Merkez Bankası’nın 128 milyar dolar civarındaki döviz rezervinin eriyerek eksiye düştüğü, bunun da ekonomideki kırılganlıkları daha da artırdığı ülkede, küçük bir azınlık dışında toplum bir bütün olarak ekonomideki bu kötüleşmeden dolayı büyük sıkıntılarla karşı karşıya kaldı. İşsizlik ve enflasyon ciddi boyutlara erişirken, istihdam sürekli azaldı, ülkede yoksulluk derin bir yoksulluğa evrilerek toplumsal bir sorun haline dönüştü.
Bu gelişmeler kaçınılmaz olarak iktidar blokunu oluşturan siyasal partilere verilen seçmen desteğini de eritmeye başladı. İktidar blokunun buna yanıtı ise (halkı ekonomik ve sosyal reformlarla rahatlatarak kazanmak yerine), demokratik hak ve özgürlükleri daha da kısmak ve daha da otoriterleşmek, sertleşmek biçiminde oldu.
İktidar bloku hegemonya kaybediyor
Bu durum iktidar blokunun “devlet-yönetim krizi”, “hukuk krizi” ve “ideoloji krizi” olarak kendini gösteren bir “hegemonya krizi” ile sonuçlanabilecek bir ciddi hegemonya kaybı yaşamakta olduğunu gösteriyor.
Yani iktidar blokunun hegemonyası bir süredir hızlı bir inişe geçmiş durumda. 2017 yılından bu yana kurulan “yeni rejim” ile güçler ayrılığı ortadan kaldırılıp yasama ve yargı yürütme organının kontrolüne sokularak yönetsel kriz (geçici olarak) aşılmış gibi görünse de, bu durum sürdürülebilir olmadığı gibi, iktidar bloku ideolojik olarak hegemonyasını da sağlayabilmiş değil. Toplumun en az yüzde 60’ının iktidarın yaptıklarını onaylamaması bunun en önemli kanıtı.
Üstelik böyle bir siyasal ve ideolojik hegemonya kaybı Covid-19 Salgını ile iyice derinleşen ekonomik krizle daha da arttı, bu da iktidar bloku açısından kan kaybını hızlandırdı. Nitekim yapılan kamuoyu yoklamaları bu tespiti destekliyor.
İki yol: yumuşama veya daha da sertleşme
Bu zor durumu aşabilmek için iktidar blokunun önünde iki yol vardı: Ya yeni reformlar yaparak halkı, muhalefeti rahatlatacak tavizler verecek ya da iktidarını sürdürebilmek için daha da sertleşecekti.
“Rejim, taviz vermeyi kabul ederek ekonomik, sosyal, yasal “reformları” uygulamaya koymaya başlasaydı, üzerinde durduğu zemin çözülmeye, 19 yıllık kazanımlarını kaybetmeye başlayacaktı. Rejimin doğası gereği, “süreci” ilerletmekten başka bir seçeneği yok. …Siyasal İslamın hem ekonomik (faizler, devlet garantileri) ve kültür savaşlarında kazanımlarını genişleterek (İstanbul Sözleşmesi, Gezi Parkı) hem tabanını konsolide edecek, hem de iktidar düzeyinde muhalefeti tasfiye etmeyi hızlandıracak büyük bir adım atmayı seçti”.(1)
Özetle, iktidar bloku ve üzerine oturduğu rejim daha da sertleşmeyi ve yoluna böyle devam etmeyi seçti. Bu yönde olmak üzere, öncelikle kendi iç ittifakını ve tabanını tahkim etmeye dönük adımlarını sürdürüyor. Böylece, uzunca bir süredir adeta düşmanlaştırılan muhalefetteki politik unsurların üzerine daha da sert bir biçimde gidiliyor.
Daha da sertleşme yolu seçildi
Bu “düşman” unsurların başında ülkede artık anahtar parti haline geldiği iyice netleşen HDP geliyor. Bu nedenle de eski olaylara ait yeni davalar açılarak partinin önde gelen kadroları içerde tutulurken, milletvekilleri hakkında yeni fezlekeler düzenleniyor, bir milletvekilinin vekilliği düşürülüyor, dahası partinin kapatılması istemiyle Yargıtay Başsavcılığı Anayasa Mahkemesi’ne dava açıyor. Böylece iktidar blokunun küçük parçasının (kongresini toplamadan bir gün önce) talebi yerine getiriliyor.
İktidar blokunun yeni unsurları
Kuşkusuz bu yetmiyor, ayrıca mevcut halk desteğinin yeterli olmadığının bilincinde olarak, yeni tavizlerle, yeni aktörlerle bu blok sağlamlaştırılmaya çalışılıyor. Öyle ki bir gece yarısı kararı ile Türkiye’nin ‘İstanbul Sözleşmesi’nden çekildiği açıklanıyor. Böylece Milli Görüş başta olmak üzere ülkedeki bazı dindar muhafazakârların ve Siyasal İslamcı cemaatlerin iktidar blokuna dâhil olmaları (ya da desteklerinin sürmesi) amaçlanıyor.
Bu arada Gezi Parkı’nın mülkiyetinin İBB’den alınması ve Kanal İstanbul gibi bir doğa yıkım projesine Hazine Garantisi verilmesi politik rejimin üzerine oturduğu emek ve doğa karşıtı neo-liberal ekonomik rejimin de kesintisiz sürdürüleceğini gösteriyor.
Dünyadaki bazı tarihsel deneyimler de bu tür iktidar bloklarının kalıcı bir politik istikrarı sağlayamadığını ve yollarına sıklıkla yeni aktörlerle ve yeni ittifaklarla devam etmek durumunda kaldıklarını gösteriyor.
Merkez Bankası başkanlığı: güvencesiz istihdamın en üst düzey örneği!
Diğer yandan, bütün bunlar yapılırken, faiz artırımı yaptığı gerekçesiyle Merkez Bankası Başkanı’nın değiştirilmesinin (bu son 20 ay içinde dördüncü kez oluyor) mevcut ekonomik krizi derinleştirmekten başka bir işe yaramayacağı da çok açık. Çünkü böyle bir operasyonun hızlı bir kur yükselişi ile neticelenmesi kaçınılmaz. Öyle ki kararın açıklanmasının hemen ardından dış basında yapılan bazı yorumlara göre dolar kuru yüzde 15’e kadar yükselebilirdi. (2)
Öyle de oldu ve Pazar akşamı dolar kuru 8,40’ın üzerine çıktı. Pazartesi günü öğle saatlerinde ise kur 7,94 oldu. Bu, kurda yüzde 8,5’lik bir artış demek. Benzer biçimde Borsa İstanbul Endeksi (BİST) yüzde 7’ye yakın bir değer kaybı (ve gecikmeyle) ile açıldı.
Uluslararası raporlar Türkiye ekonomisi toparlanıyor derken bu operasyonlar neden yapılır?
Oysa daha bir hafta önce yayınlanan OECD ara raporunda Covid-19 Salgını sonrası Türkiye ekonomisinin durumu ile ilgili bazı iyimser değerlendirmeler yapılmıştı.
Rapora göre (3), öncelikle aşılama ve devlet desteklerinin olumlu katkılarıyla, dünya ekonomisi bir bütün olarak beklenilenden (bir önceki öngörüden) daha hızlı toparlanacak. Bu toparlanma dünya genelinde 2021 yılında yüzde 5,6 ve 2022 yılında yüzde 4 olacak. Bu yıl en hızlı Hindistan ekonomisi büyüyecek (yüzde 12,6), bunu Çin (yüzde 7,8), ABD (yüzde 6,5), Fransa ve Türkiye (yüzde 5,9) ve İspanya (yüzde 5,7) takip edecek.
Benzer bir öngörüyü uluslararası derecelendirme kurumu Fitch Ratings yaptı. Kuruma göre Türkiye ekonomisi (önceki tahminlerin çok üstüne çıkarak) bu yıl yüzde 6,7 oranında büyüyecek.(4)
Toparlanmakta olan bir ekonomiye politik çelme
OECD raporunda ayrıca geçen yılın son çeyreğinde pozitif büyüyen üç ekonomiden birinin Türkiye ekonomisi (ikinci sırada) olduğu belirtiliyor. Bununla da kalmayarak rapor 2019 Kasım ayındaki hâsıla düzeyi ile kıyaslandığında 2022 yılı son çeyreği itibarıyla, dünyadaki ortalama hâsıla düzeyinin yüzde 2,2 daha düşük olması beklenirken, sadece ABD ekonomisinin binde 9 ve Türkiye ekonomisinin binde 5 olmak üzere daha yüksek bir hâsıla düzeyine sahip olabileceğini ileri sürüyor.
Ayrıca Şubat ayında tüketici güven endeksi 84,5 puan ile 2019 yılından bu yana en yüksek düzeyine çıktı. Gelecek 12 aylık döneme ilişkin genel ekonomik durum beklentisi endeksi Ocak ayında 88,2 iken, Şubat ayında binde 4 oranında artarak 91,7 oldu. (5) Reel sektör güveni ise göreli olarak güçlü bir seyir izliyor. İkinci kez başlatılan normalleşme süreci ile birlikte hizmet ve perakende sektör güven endekslerinin de yükselmesi hayli muhtemel.
Diğer taraftan, OECD raporunda, ABD tahvil faizlerinin yükselmesinin sermaye akımlarını tersine çevirebileceği, döviz kurlarındaki oynaklığı artırabileceği, böylece 2013 yılındaki sıkılaştırmaya benzer sonuçların doğabileceği, ayrıca Covid-19 nedeniyle küresel meta fiyatlarında ortaya çıkan artışların ve turizm ve ihracat gelirlerindeki azalmanın cari açığı artıracağı vurgusu da yapılıyor.
Bıçak sırtı bir durum
Buradan hareketle de, Türkiye’de finans dışı özel sektörün borç servisi rasyosunun oldukça yüksek olduğunun altı çizilerek, borç geri ödemesinde yaşanacak sorunların ülkedeki toparlanmayı önleyeceği uyarısı yapılıyor.
Özetle, kesin olmasa da, sadece öngörü niteliğinde olsa da, her iki raporun da bize verdiği mesaj; çok kötü geçen bir yılın ardından dünya ekonomisinin bu yıldan itibaren toparlanacağı, ABD ve Çin’in yanı sıra Türkiye ekonomisinin bu toparlanmada ortalamanın üzerinde bir performans sergileyebileceğidir.
Bu iyimser değerlendirmelerin yanı sıra, Türkiye ekonomisinin uluslararası sermaye hareketlerindeki tersine dönüşlerden, döviz kurlarındaki oynaklıktan, turizm gelirlerindeki azalmadan, dolayısıyla da büyümenin en önemli kaynaklarından olan cari açığın finansmanında yaşanacak sorunlardan fazlasıyla etkilenebileceği gerçeğinin de altı çiziliyor. Yani Türkiye ekonomisinin toparlanması deyim yerindeyse (Salgındaki gelişmelerin yanı sıra, siyasetteki gelişmelere bağlı olarak) bıçak sırtında olacak.
Bu durum ortadayken ekonomik toparlanmayı akamete uğratacağı açık olan yeni bir politik krizin yaratılması, Merkez Bankası Başkanının görevden alınarak, ekonomi yönetimine olan güvenin iyice sarsılması ve dövize yönelimin hızlandırılması, kısaca bir döviz krizinin önünün açılması gibi gelişmelerin açıklanabilmesi zor.
Çünkü döviz rezervlerinin ekside olduğu bir anda böyle bir operasyonun döviz krizine neden olacağı, eldeki emanet dövizlerin kamu bankaları aracılığıyla arka kapıdan piyasaya satılmasınınsa sorunu daha da büyüteceği çok açık (6).
Bunlar ayrıca bir süre önce sözel de olsa gündeme getirilen insan hakları, hukuk ve ekonomideki reformların sadece söylemden ibaret olduğunu ortaya koyan gelişmeler. Belli ki politik söylem başka, derinde yatan ihtiyaçların zorladığı eylemlerse bambaşka oluyor.
Buradan, iktidar blokunun içine düştüğü politik sıkışıklığın, hegemonya krizinin, ekonomide düze çıkabilecek bir sürece girilen olumlu bir konjonktürün dahi feda edilebileceği kadar büyük olduğu sonucunu çıkartmak abartı olmaz.
Biz bu filmi daha önce de görmüştük, ancak…
Kısa vadeli politik çıkarlar için toplumun ve ekonominin uzun vadeli çıkarlarının feda edilmesiyle bu ülke ilk kez karşılaşmıyor. En son 2018 yılında buna benzer bir durum yaşanmış ve bunu Türkiye ekonomisinin durumu üzerine bir makale yazmış olan bir yabancı bilim insanı (M. Dabrowski) aşağıdaki gibi açıklamıştı.
“Türkiye oldukça yüksek bir büyüme hızı yakaladı ve ılımlı bir ihtiyatlı maliye politikası uyguladı. Buna karşılık para politikası oldukça gevşekti. Bu da yüksek enflasyona neden oldu. Dahası iç politikadaki otoriterleşme ekonomiyle ilgili kurumların bozulmasıyla ve 2000’lerde yapılmış olan birçok reformun tersine dönmesiyle sonuçlandı. 2016 yılındaki askeri darbe girişimi sonrasında çok sayıda devlet memurunun işine son verilmesi de ekonomi yönetiminde bozulmayla sonuçlandı. Kürtlerle yeniden savaş konseptine dönüş ve ülkenin Suriye’deki çatışmaların parçasına hale gelmesi, geleneksel Batılı müttefiklerle yaşanan gerilimler ve AB üyelik başvuru sürecinin fiilen dondurulması gibi birçok jeopolitik riskin varlığı da yerli ve yabancı yatırımcının geri çekilmesiyle sonuçlandı. Öte yandan IMF ve OECD başta olmak üzere uluslararası kuruluşlar aşırı ısınma riskine dikkat çekerek, enflasyonu dizginlemek ve yatırım atmosferini iyileştirmek için bir dizi yapısal ve düzenleyici reform önerisi yaptılar. Türkiye bunların hiç birine kulak asmadı”. (7)
Bu sefer durum çok daha ciddi
İktidar bloku ortaya çıkabilecek her türden, insani, ekonomik, sosyal ve ekolojik tahribatı göze alarak sonuna kadar otoriter bir rejim oluşturma stratejisini sürdürmede kararlı gibi görünüyor. Bu yeterince net bir duruş.
Hala net olmayan şey ise demokrasiyi savunanların, demokrasi güçlerinin, iktidar blokunun karşısında olanların, muhalefet partileri ve hareketlerinin, kısaca toplumun çoğunluğunun bu gidişata karşı ne tür bir strateji izleyeceği.
Anahtar sözcükler: Döviz krizi, Ekonomik kriz, Faiz politikası, Hiyerarşi krizi İktidar bloku, Merkez Bankası, OECD Raporu, Politik kriz.
Dip notlar:
- Ergin Yıldızoğlu, “Bu gidiş nereye?”, https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/ergin-yildizoglu/bu-gidis-nereye (22 Mart 2021).
- https://www.theguardian.com/world/2021/mar/21/turkish-lira-could-plunge-15-as-erdogan-faces-market-wrath-for-sacking-bank-chief (21 March 2021).
- OECD, Economic Outlook, Interim Report Strengthening the recovery: The need for speed, March 2021.
- https://www.fitchratings.com/research/sovereigns/global-economic-outlook-march-2021-17-03-2021 , s. 5, (22 Mart 2021).
- TÜİK, Tüketici Güven Endeksi, Şubat 2021, https://data.tuik.gov.tr/Bulten (18 Şubat 2021).
- https://www.gazeteduvar.com.tr/uluslararasi-bankalarin-turkiye-yorumlari-doviz-rezerviniz-yoksa-riskli-bir-is-yapiliyor-galeri (22 Mart 2021).
- Marek Dabrowski, “Is This Time Different? Examining Recent Emerging-Market Turbulence”, http://bruegel.org (15 Kasım 2018).