AKP iktidarı ilk dönemlerini, pembe dizi kıvamında dolaşıma soktuğu büyüme ve demokratikleşme illüzyonu ile oradan devşirdiği destekle geçirdi. Ne var ki her filmin olduğu gibi onun da sonu geldi. İzlediği neoliberal politikalarda deniz tükendi. Bu tükenmişlik içinde politikalarının yol açtığı yoksulluğu, işsizliği inkâr ederek gemisini yürütme peşinde. İnkâr siyaseti belli bir karşılık yaratmış olsa bile mızrak çuvala sığmıyor. Yılbaşından bu yana mahkûm edildiği koşullardan rahatsızlık duyanların tepkileri, zincirin halkaları gibi birbirine eklemlenerek büyüyor. Metal, maden, inşaat, lojistik, tekstil işkollarında fabrika işgali gibi radikal yöntemleri de kullanarak sergilenen örgütlenme ve mücadele pratikleri, sınıf hareketinde yeni bir canlanmanın, örgütlenmiş pasifizmin aşılmasının eşiğine gelindiğini gösteriyor.
Emek hareketinin penceresinden bakıldığında, AKP’nin 20 yıllık dönemini karakterize eden, örgütlenmiş pasifizmdir. Bu dönemde AKP yasaklar, sınırlamalar ve güdümlü sendikacılar aracılığıyla çalışma yaşamını çatışmadan, gerilimden uzak tutmayı, başını ağrıtmayacak bir alan haline getirmeyi başardı. Öte yandan sınıfın ihmal edilmesi, sınıf siyasetini eksene alan hareketlerin zayıflamasının yarattığı ideolojik, politik ve kültürel iklim, AKP için oldukça elverişli bir ortam yarattı. Sınıf bakış açısının kaybedilmesi ve buna bağlı olarak sınıf bilincinin körleşmesi, işçilerin yaşadığı sorunlarla, siyasal iktidar ve sistem arasındaki illiyet bağını kurmayı zorlaştırdı. Sınıf kimliği yerine etnik ve dini kimliklerin öne çıkması yaşanan sorunları, çözüm yollarını çıplak, açık bir biçimde görülmesini engelledi. Dayanışma, sınıf kardeşliği unutularak, patronla birlikte namaza gitmek, iktidardaki parti ile aynı görüşleri paylaşmak daha fazla önem kazanır oldu. Etnik, dini ve politik kimliğin sağladığı bireysel avantajlardan yararlanmak, birlikte hak aramadan daha konforlu bir yöntem olarak öne çıktı. Bütün bu ve benzeri gelişmelerin toplamında sınıf içinde örgütlü tepki yerine, örgütlü pasifizm normalleşti. AKP yaşanan iktisadi sorunların üstünü din ve milliyetçilik şalıyla örterken, muhalefet de aynı eksende ona eşlik ederek örgütlü pasifizmin beslenmesine ve sömürü çarklarının tıkır tıkır işlemesine hizmet etti.
AKP ile geçen 20 yıl direnişin, gösterilerin örgütlenme çabalarının azınlıkta kaldığı, tepkisizliğin baskın ton olduğu bir dönem oldu. Elbette her genellemede olduğu gibi burada da farklı tutumlar, grev, direniş, gösteri gibi tepki eylemleri söz konusuydu. TEKEL direnişi, metal ve camda gerçekleşen sektörel grevler, “Metal Fırtına” olarak adlandırılan sendikal isyan gibi eylemleri burada saymak mümkün. Ancak bunlar kendi yarattığı dinamizmle sınırlı kaldı, tablonun genel görüntüsünü değiştirecek özellik kazanmadılar. Şimdi yaşananlar ise eylemlerin birbirini etkilemesi, tetiklemesi, birinin diğerinin elde ettiği sonuçtan güç alması gibi faktörler üzerinden başka bir görüntü veriyor. Bu açıdan bakarak, bu eylemleri yeni bir dönemin başlangıcı, kuşatmadan çıkışın habercisi saymak mümkün. Elbette “Bu hareketler nasıl gelişebilir, daha ileri nasıl taşınabilir?” sorularıyla birlikte.
AKP, vesayet altındaki sendikalarla, yasalarla, güvenlik aparatları ve medya gücüyle, “eli ve gönlü” bol baba imajıyla, kaya gibi kuvvetli bir yapı kurduğunu düşünüyordu. Toplumu da buna inandırmıştı. Ancak toplumun dinamikleri beklenmedik bir anda oyunu bozar, kaya gibi kuvvetli sanılan yapıları bir anda kerpiç gibi dağıtabilir. Bugün ortaya çıkan işçi eylemleri kaya sanılan ama aslında kerpiçten kaleyi sallıyor. İstenilen, ama yapılamayan şeylerin aslında yapılabileceğini ve nasıl yapılabileceğini ortaya koyuyor. Bu eylemlerin bir özelliği de geleceğini tehdit altında görenlerin çıkışını örgütlü mücadelede aramasıdır. Son günlerde “verilenle yetinmek zorunda değiliz”, “hakkımız olanı istiyoruz” diye kontak kapatan, gösteri yapan, fabrikaları işgal eden işçilerin çeşitli işkollarında ve işyerlerinde işaret fişeği gibi patlayan eylemleri, kuşatmanın yarılabileceğini, örgütlü pasifizmin aşılabileceğinin göstergeleri olarak önem kazanıyor.
Bunların yanı sıra eylemlerin ürettiği sonuç ve bir dizi mesaj var: Öncelikle gerçekleşen eylemler, bugüne kadar düşük belirlenmiş asgari ücret ve enflasyona endekslenerek imzalanmış toplu iş sözleşmeleri yoluyla ücretlerin baskılanmasına, ciddi bir tepki olarak şekillendi. Eylemler hem ücretlerin baskılanma politikasını hem de bu politikaya onay veren, kabul eden sendikal anlayışı aşan bir özellik kazandı. Bu yanıyla da bir işyerinde yürürlükte toplu iş sözleşmesi olsun ya da olmasın ek zam taleplerinin haklılığını ve meşruiyetini güçlendirdi. İkinci olarak, çoğu asgari ücretle çalışan emekçilerin eylemlerinden yükselen “geçinemiyoruz” feryadı, bu yılki “yüksek” asgari ücret artışını bir lütuf gibi takdim eden siyasal iktidara ve onun payandası sendikacılara karşı da mesaj niteliğinde. Asgari ücret değil, insanca yaşamaya yetecek bir ücret talebi ve bunun hak olarak ileri sürülmesi, lütuf karşısında hak kavramının toplumsal bilinçte karşılık yaratmasına olanak yaratacaktır.
Üçüncüsü, emekçiler taleplerini doğrudan fiili grev yaparak, iş bırakarak dile getirdiler. Mal ve hizmet üretimini durdurdular. Farplas ve Alpin Çorap’ta ise eylemler işyeri işgali olarak gerçekleşti. Bu da örgütlenme ve hak arama mücadelesinde yasaların değil, meşruiyetin eksen alınacağı bir dönemin habercisidir. Dördüncüsü, “Makine değil insanız” sloganı ücret artışları yanında işyerinde insanca muamele görme talebini de ortaya koyuyor. Bu talep önümüzdeki süreçte işçi eylemlerinin temel taleplerinden biri olarak yaygınlık kazanacaktır. Beşincisi, eylemlerin bir kısmında sendikal bir örgütlenme yok ama işçiler kendilerine uygun formlar ve yöntemler yaratarak harekete geçtiler. Örgütlenmeyi unutan, yeni üye kazanma yolunda çaba ve emek harcamaktan uzak duran sendikalara “biz buradayız” mesajını verdiler.
İşçileri kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmekten alıkoyan, teslimiyeti doğal kabul etmesini sağlayan psikolojik iklim «hiçbir şey değişmez» sözünün dolaşımıyla yayılıyor. Oysa bir şey değişirse her şey değişir. Sınıf hareketinde bugün yaşananlar, değişimin ön adımları. Bu adımların sağlam bir zeminde ilerlemesi, bir başka ifadeyle işçiler açısından değişim sürecinin ilk adımı, sınıf bakış açısını ve sınıf bilincini yeniden kazanmaktır. İtaat yerine itirazın, teslimiyet yerine mücadelenin, lütuf yerine hakkın, adaletsizliğin yerine eşitliğin konulmasının ilk şartı budur. İşçilerin, çalışma ve yaşama koşullarını değiştirmek için mücadeleye girişmeleri, sendikalarını vesayetçilerin elinden geri almaları ve mücadelede yeniden işlevlendirmeleri, sınıf bakış açısı olmadan gerçekleştirilemez. İşçinin “kimsenin bağışına, lütfuna, sadakasına, bana sağlayacağı imtiyazlara ihtiyacım yok ben bir özneyim” diye haykırmasının da, iktidar değişirse, her şey başka türlü olur gibi, avutucu yaklaşımlara bel bağlamamasının da yolu buradan geçiyor.
*Birgün Pazar’da yayınlanmıştır.