Röportaj: Faik Bulut
Pakrat Estukyan ile röportajımızı geçen 3 Ekim Pazartesi yapmıştık.
Türkiye-Ermenistan diplomatik ilişkileri başlamış ve olduğu haliyle adeta donmuştu.
Bu arada Azerbaycan-Ermenistan sınırında (12-15 Eylül 2022) kanlı çatışmalar yaşandı.
6 Ekim Perşembe günü ise Çekya’nın başkenti Prag’da Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan ile Azerbaycan Başkanı İlham Aliyev biraraya geldiler.
Paşinyan’la görüşen Erdoğan, “Bölgemizde iyi komşuluk ilişkileri temelinde tam normalleşme hedefimize ulaşabileceğimize samimiyetle inanıyorum” dedi.
Bu münasebetle, “Bu tarihi buluşmanın bölgesel barışa hizmet etmesini umut ediyorum. Gelin derhal kapıları açalım” çağrısı yapan HDP Diyarbakır Milletvekili Garo Paylan, Türkiyeli Ermeniler olarak barış talep ettiklerini vurgulayarak şunları söyledi:
Bu konuda barışı sağlayacak olan kim? Küs iki kardeşi kim barıştırır? O mahallenin büyükleri. Düşünün ki Azerbaycan ve Ermenistan kavgalı iki ülke ve onları barıştırmak için sorumluluk almak gerekir. Bu konuda zaman zaman Rusya sorumluluk alıyor gibi gözüküyor. Ama Rusya’nın bu konuda tam anlamda barış istediğini maalesef ben düşünmüyorum. Çünkü bölgesel sorunlar Rusya’nın Kafkasya’da daha fazla hegemonya kurmasına neden oluyor.
Biz, Estukyan’nın ikili ilişkiler hakkındaki değerlendirmesine bakalım:
Eylül 2020 tarihinde Ermenistan ve Azerbaycan arasında Dağlık Karabağ’da yaşanan çatışmaların ardından Türkiye ile Ermenistan arasında normalleşme süreci başlatıldı. Her iki ülke, Ankara ile Erivan’da birer temsilci bulundurma kararı aldı. Normalleşme çabası bugün ne aşamada?
Normalleşme, başlangıcındaki niyetten öteye ne yazık ki gidebilmiş değil.
Evet, İkinci Karabağ Savaşı’nın Azerbaycan lehine sonuçlanmasından sonra Türkiye, “Ermenistan’a karşı diplomatik ilişki kurmama gerekçemiz ortadan kalkmıştır. Bu ortadan kalktığına göre, şimdi artık normalleştirme süreci başlatabiliriz” dedi.
Böylece Türkiye tarafından Büyükelçi Serdar Kılıç Ermenistan’dan da Meclis Başkan Yardımcısı Ruben Rubinyan karşılıklı iki devletin temsilcileri olarak dört (veya beş) defa yan yana geldiler. Ama bu yan yana gelmeleri, genellikle basına sadece “Çok pozitif görüşmeler yaptık. Karşılıklı birbirimizi anladık” minvalinde açıklamalarla geçti.
Her iki taraf da özellikle aynı açıklamaları yaptı. Son temasın hemen öncesinde Ermenistan temsilcisi bir serzenişte bulundu “ilerleyemiyoruz” diye.
Onu izleyen görüşmeden sonra da bir açıklama daha yapıldı. Dendi ki:
Bundan böyle karşılıklı olarak sınırın üçüncü ülke vatandaşlarına açılması ve kargoların taşınması konusunda karar aldık.
Kargoların taşınabilmesi, bir anlamda sınır açma mahiyetinde bir şeydir. Ancak bu “üçüncü ülke” kavramı, son derece muğlak bir ifade oldu. Yani iki ülke arasındaki sınırdan bahsediyoruz ama iki ülkenin vatandaşları o sınırdan geçemiyorlar.
Sadece üçüncü ülke pasaportu taşıyan bir insan bahsedilen sınır kapısından geçebilecekmiş demektir bu ibare.
Böyle bir anlaşma işte. İler tutar tarafı olmayan bir şey. Ayrıca “kargo taşımacılığına müsaade edilecek” dendiğinde bunun da bir arka planı yok.
Çünkü Türkiye halen Ermenistan’a resmen ticari ambargo uyguluyor. Yani Türkiye’den aldığınız bir ticari eşyayı Ermenistan’a girip fatura edemiyorsunuz.
Buradan (Türkiye’den) herhangi bir şirket Ermenistan’a resmen mal satamıyor.
Ermenistan’da Türk malları var ama bunlar, üçüncü ülkeler üzerinden ağırlıklı olarak da Gürcistan üzerinden Ermenistan’a giriyorlar.
Türkiye’den ihracat yapılırken sanki Gürcistan’a ihraç ediliyormuş gibi evrak tanzim ediliyor. Gümrük işlemi ve muamelesi böyle. Oysa eşya, Ermenistan’a gidiyor.
Bu bilinen bir şey. Gizli saklı bir tarafı yok. Demek ki Türkiye resmen o ticari ambargoyu sürdürüyor. Yoksa her hafta İstanbul Aksaray’dan TIR’lar hareket ediyor Ermenistan’a doğru.
Bu TIRların Ermenistan’a gittiğini herkes biliyor. Halbuki yüklenen eşyanın evraklarına baktığınızda hepsi Gürcistan varışlı. Evet, adresi burasıdır. Bu da maliyete etki eden bir faktör oluyor.
Şüphesiz ki sınırların açılması hayırlı olacak her iki tarafa da. Türkiye hükümeti bu yönde bir adım atmıyor. Buna o zamanki görüşmeden “iki ülkeye de kargonun taşınması için karar alındı” gibi bir ifade çıkıyor.
Demek istediğim bütün bu açıklamaların arkası halen boş. Burada bir irade söz konusu değil. Türkiye açıkça “biz ambargoyu kaldırdık, kara sınırını açıyoruz” diyemiyor.
Aslında daha önce, tek taraflı olarak “bu sınırları kapatıyoruz, ambargoyu uyguluyoruz” diye açıklama yapan Türkiye, şimdi açık açık ve yüksek sesle “biz sınırları açıyoruz” diyemiyor.
Uçak seferleri devam ediyor mu Türkiye-Ermenistan arasında?
Aşağı yukarı 1995-96 yıllarından bu yana vardı ve seferler halen devam ediyor. Yeni bir şey değil zaten.
Ermenistan uçakları buraya geliyor mu?
Evet geliyor. Başlangıçta Ermenistan Hava Yolları diye bir şirket vardı. Armenian Airnaj (Airways). Bu şirket İstanbul’a uçuş yapıyordu.
Haftanın iki günü. Sonra o şirket iflas etti. Onun yerine bir şirket oluşturuldu. O şirket bu uçuşları sürdürdü.
O da iflas ettikten sonra bu sefer Türkiyeli bir özel havacılık şirketi olan Atlas Jet, Atlas Global adıyla Ermenistan seferleri düzenledi.
En son bu şirket de iflas etti. Onun iflasından sonra uçuşlar bir süre durdu. Şimdi ise iki şirket biri Türkiye’den Pegasus öbürü de Ermenistan’dan Air Van Armenia diye bir şirket, İstanbul-Yerevan arasında uçuş yapıyorlar.
Türkiye ve bilhassa Ermenistan kamuoyu normalleşme sürecini nasıl karşıladı? Bu süreçte her iki tarafın siyasetçileri ve medya organları üzerinden örnekler verebilir misiniz?
Türkiye’de bu konu çok az konuşuluyor. Ülkenin çok yoğun bir iç politik gündemi var. Yanı sıra dış politik gündem de oldukça yoğun.
Şu anlamda ki, Cumhurbaşkanı Erdoğan sağa sola sürekli “bir gece ansızın gelebiliriz” tarzında tehditler savuruyor.
Ukrayna’da oldukça ateşi yüksek bir çatışma süreci yaşanıyor. Bunların etkileri oluyor. Türkiye’de yaşayan Ukraynalı sayısı 40 bine ulaşmış.
Dolayısıyla bu gündemler içerisinde zaten yürümeyen, zaten lafta kalan normalleşme süreci de hiç gündeme gelmiyor.
Türkiye cenahında bu böyle. Ermenistan cenahında ise bu normalleşme çok tartışılan bir konu. Ve tartışılırken bir yandan da çok kaygılar üreten bir konu.
Çünkü daha önce diyalog çabaları hep ön şartlar öne sürülmesi nedeniyle birkaç defa kesintiye uğramıştı.
Mesela Türkiye ile Ermenistan arasında bir futbol diplomasisi de yaşandı. Cumhurbaşkanı (2007-2014) Abdullah Gül, Ermenistan’a gitti. (İki ülkenin milli takımlarının Ekim 2009’da Bursa’da oynadıkları maçı)
A. Gül ile dönemin Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan birlikte izlediler. Gelgelelim o diyalog süreci Türkiye’nin ileri sürdüğü ön şartlar yüzünden yürümedi, yürütülemedi.
Şimdiki sürecin en önemli özelliği, “bir ön şart olmadan görüşmeye başlayalım” yaklaşımıdır. Her iki ülke de bu prensibi benimsedi.
Ancak ön şart olmasa da Türkiye belli dayatmalarda bulunuyor. Bu çok bariz görülüyor. Bu dayatmaları Türkiye tek başına değil, Azerbaycan’da ile birlikte götürüyor.
Malum, bir süreden beri bir Zengezur Koridoru dolaşıma sokulmuştur. Bu koridor meselesini, ülkelerin serbest ticaret yapabilmesi için malların, eşyaların veya insanların transferi (geçişi-taşınması) anlamında gündeme getiriyorlar.
Ermenistan da diyor ki: “Biz, bu serbest ticarete, eşyaların taşınmasına karşı değiliz ama sınırlarımızın yok sayılmasını kabul edemeyiz. Bu toprak bütünlüğümüzün ihlalidir.”
Bu konuda Türkiye ve Ermenistan arasında bir mutabakat, zemin oluşmadı. Dolayısıyla Ermenistan kamuoyu, bu meseleleri hep kaygıyla bakıyor.
Bu “ön şartsız görüşme” başlığı ne kadar samimidir?
Buna dair ciddi şüpheler ve kaygılar var Ermenistan’da. Türkiye’de nasıl ki bir Ermeni karşıtlığı varsa Ermenistan’da da bir Türk karşıtlığı var ve bu Türk karşıtlığı en yoğun olarak da biraz önce andığınız o 44 günlük İkinci Karabağ Savaşı’nda kendini hissettirdi. Çünkü Türkiye fiilen Azerbaycan’ın yanında oldu.
Hem strateji uzmanı subayları Azerbaycan ordusunda koordinasyon yaptılar. Hem Türkiye, cihatçıların taşınmasına yol açtı. Hem de savaşta Türkiye’nin ürettiği insansız hava araçları (Bayraktar-SİHA) çok önemli bir rol oynadı. Bütün bunlardan ötürü Türkiye’ye karşı duyulan güvensizlik çok yaygın.
Bugün bir gazetede okudum. “Göyçe-Zengezur Türk Cumhuriyeti” bağımsızlığını ilan etmiş ihtilaflı Zengezur geçidini de içine alan o bölgede. Ne demektir bu?
Haber, “Yeni bir Türk devleti kuruldu” diye Türkiye’de bir gazetede yayınlandı. Gazete, “Türkiye bu devleti resmen tanıdı” diye haberi duyurmuştu. Yani doğruluğu ne kadar? Hatta gelmişler burada bir konuşma da yapmışlar.
Türkiye’de Ankara Beştepe’de bir temsilci falan da açılmış. “Zangezür Cumhuriyeti” diye bir devletten bahsediyorlar. Gerçekten de bu kendi içerisinde epey çelişki barındıran bir şey.
Nereden çıktı? Yani halkı kim, bu cumhuriyetin başkenti neresi? Bütün bunlar son derece tartışmalı şeyler.
Özellikle batılı ülkelerde yaşayan Ermeni diasporası ve lobisinin normalleşme sürecine bakışı nedir?
Son derece olumsuzdur. Daha doğrusu Ermeni diyasporası ezel ebed Türkiye ile ilişkiler konusunda son derece temkinlidir, çekingendir.
Burada onların belli bir konfor biçiminden bahsetmek gerekiyor. Yani Türkiye’nin Ermenistan’a ambargo uygulaması, sınırların kapalı olması, ticari malların maliyetinin bu yüzden yükselmesi Ermenistan halkını doğrudan ilgilendiriyorken diyaspora Ermenilerini doğrudan etkileyen şeyler değildir.
Dolayısıyla onlara geriye kalan tek bir şey var: Türklerle niye diyalog kuruyorsunuz? Oysa Ermenistan Türkiye ile diyalog kurmak zorunda. Çünkü coğrafi olarak jeostratejik konumu itibarıyla Türkiye’ye komşu bir ülke ve Türkiye ile ilişkilerinin normalleşmesi Ermenistan’ın hayrınadır.
Keza Türkiye’nin de Ermenistan’la ilişkilerini normalleştirmesi kendi hayrındadır. Ama Türkiye’de sadece Kars’ta yaşayanlar bunun farkındadır. Buna karşılık mesela, Denizli’deki adam diyor ki:
Sınır kapalı açılmasa daha iyi olur.
Gördüğüm kadarıyla iki ülkenin bazı oligarkları, çıkar çevreleri ve bağnaz milliyetçileri bu tür bir normalleşmeye karşılar. Hatta engelleme çabasındalar. Gözlemim doğru mudur?
Doğrudur bu gözlem. Çünkü oligarklar mevcut. Anormal düzen içerisinde kendi çıkar ilişkilerini kurmuş insanlardır bunlar.
O oligarkların, yarın öbür gün Türkiye ile Ermenistan arasında ilişkiler normalleştiğinde de gene kendi çıkar ilişkilerini aynı şekilde pekiştireceklerine hiç şüphem yok.
Şu anda onların ortakları Ruslardır belki de. Yarın öbür gün oligarkların Türkiye ile de al takke ver külah son derece işlevsel ilişkiler kuracaklarından da hiç şüphem yok.
Normalleşmeyi engelleyen dış dinamiklerden yani Rusya, Amerika, Avrupa Birliği ve kimi bölge ülkelerinden söz edilebilir mi?
Normalleşmeyi etkileyen dış dinamikler açısından şüphesiz ki edilebilir. Bu meseleye şöyle bakabiliriz:
Bugün uluslararası siyaseti belirleyen büyük devletler için kaşınmaya uygun noktaların varlığı çok gerekli bir şey. İhtiyaç halinde herhangi bir bölgede kaşıyabilecekleri bir noktanın bulunması onların hayrınadır.
O yaraların kapanmasını istemiyorlar. Yaralar kapansın. O çatışma tarafları birbiriyle diyalog kursun. Böyle bir durum, onların işine gelmiyor. Bir gerilim olsun; istedikleri zaman kanatıp, kanırtıp kaşıyabilsinler. Sonra da müdahil olsunlar. Bunlar birbiriyle bağlantılı şeyler zaten.
Türkiye’nin rolü ve işlevinden bahsettiniz zaten. İsrail, İran ve Azerbaycan gibi bölgesel devletlerin ikili ilişkilerdeki rolü, etkileri ve yansımaları nelerdir?
Bu süreç, her şeyin başında Türkiye ile Ermenistan arasındaki karşılıklı birbirini dinleme, birbirini anlama, birbirinin kaygılarına cevaplar üretme ve o kaygıları giderme üzerinden sonuca ulaşabilir. Devreye giren her üçüncü aktör, sürece zarar vermek zorundadır.
Burada İsrail’in kendine özgü hesapları vardır. İran’ın da bir hesabı var.
Aklımıza gelen şey, İran’ın bu konuda taraf olmasının arka planında şu da var: İran diyor ki: “Biz sınırların değişmesini asla kabul edemeyiz.”
Nitekim Ermenistan sınırının değişmesi konusuna yani koridor açılması ihtimaline karşı en yüksek tepkiyi veren taraf İran oldu, oluyor.
Emperyalist güçlerin gene buralarda sürekli kaşımaya uygun bir açık yara istemeleri de anladığımız ve gördüğümüz bir şey. Bütün bunların tek çözümü ise Türkiye ve Ermenistan siyasetçilerinin meseleyi birbirlerinin anlayacağı bir dilde çözüme kavuşturmalarıdır.
12-15 Eylül arasında Azerbaycan ile Ermenistan sınır boylarında yaşanan çatışmaların askeri yönünü bir tarafa bırakarak soruyorum. Kafkasya’nın güneyinde meydana gelen gerginliklerin arka planında büyük ve bölgesel devletlerin jeopolitik oyunları ve çıkarlarından söz edilebilir mi?
Tabii ki, kesinlikle söz edilebilir. Nitekim örneğin ABD Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi’nin çatışma sonrasında apar topar Ermenistan ziyareti tam da bununla ilgilidir. Orada kendisine bir alan açmak, bir mevzi açmak üzerinedir niyeti.
Unutmayalım ki 44 günlük savaş dediğimiz, 2020 Eylül ayında başlayıp 10 Kasım’da ateşkesle sonuçlanan savaştan sonra, Rusya askeri varlığını pekiştirdi o bölgede. Üstelik Barış Gücü adı altında.
Binlerce askerden oluşan bir kuvvet yığınağı yaptı Rusya. Bir garnizona daha sahip oldu. Bunlara karşı Nancy Pelosi, acaba nasıl bir alan bulabilirimin telaşı içerisinde hareket ediyor. Tabii biraz da Ukrayna’daki savaşla bağlantılı bu gelişmeler.
Ukrayna’ya askeri bakımdan yoğunlaşmasından ve biraz da çamura saplanmasından sonra Rusya, son Azerbaycan-Ermenistan çatışmasına etkin tarzda müdahil olamadı. Doğan boşluğu ise Fransa Cumhurbaşkanı E. Macron ile Amerika, kendi jeopolitik çıkarları için doldurmaya çalışıyorlar.
Evet, tam da böyledir onlar için. İştah kabartan bir yerdir. Aynı jeopolitik ve stratejik oyunlar açısından.
Jeopolitik oyunların Ermenistan-Türkiye ilişkilerinin normalleşmesine olumlu veyahut olumsuz yansımalarından bahseder misiniz?
Olumlu tarafı için sadece şunu söyleyebilirim: Bahsi geçen devletler gölge etmesinler başka ihsan istemez. Yine de olumsuzu dışarıda bırakmanın tek yolu meseleye iyi niyetle yaklaşmaktır.
Belki de memleketin her birinin kendi ülkesinin geleceğini, gelecek nesillerini göz önünde bulundurarak atacağı adımlar iyileştirici sonuçlara yol açacaktır. Ama günlük siyasette vay ben buna hangi çelmeyi takayım? Vay ne yapayım demek, gelecek nesillere de taşınan bir çatışmayı getirecektir.
Somut olarak Ukrayna’daki savaşın dengeleri değiştirdiği belli. Yani Kafkasya da, Ortadoğu da bir şekilde etkilendi. Avrupa da öyle. Ermenistan, Azerbaycan ve Güney Kafkasya bölgesinde Ukrayna savaşının böyle somut sonuçlarını görebiliyorsunuz, olumsuzluklarını.
En basit bir sonuçtan bahsedeyim: Rusya’da yaşayan ciddi bir Ermeni diyasporası var. Bu Ermeni diasporası içerisinde şimdi Ermenistan’a geri dönmek ve Ermeni vatandaşı değillerse, vatandaşlığı edinmek yönünde çok ciddi çabalar var.
Çünkü ta Sovyetler Birliği döneminde Moskova’ya yerleşmiş olan birçok Ermeni vardı. Bunların çocukları Rusya’da doğdular ve Ermenistan vatandaşlığı edinmediler.
Bunların Sovyet pasaportları vardı. Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra yaşadıkları ülkeye dair düz pasaport aldılar. Ermenistan pasaportları ve Ermenistan vatandaşlıkları yoktu. Babalarının vardıysa bile evlatlarınki yoktu. Bu konuda bir girişimde bulunmadılar.
Ermenistan’ın bağımsız olmasının üzerinden 30-32 yıl geçti. Moskova veya eski Sovyetler Birliği’nin başka bölgelerinde yaşayan bu Ermeniler, o süreç içerisinde hiç böyle bir şeye ihtiyaç duymadılar. Şimdiyse o ihtiyaç tavan yaptı.
Moskova’daki Ermenistan elçiliğine pasaport başvuruları tavan yaptı. Keza Ermenistan’a dönüş çabaları tavan yaptı. İnsanlar kendi araçlarıyla Ermenistan’a gelmek istiyorlar. “Sınırı nasıl geçebiliriz? Rus pasaportuyla girebilir miyiz?” telaşındalar.
Daha kolay olduğu için Ermenistan pasaportu alma telaşındalar. Bütün bunlar özellikle Putin’in son kısmi seferberlik kararından sonra alındı. Öyle ki bahsi geçen bölgeler çok etkileniyor bütün gelişmelerden.
İkili ilişkileri normalleştirmek için geleceğe yönelik bir projeksiyon tutabilir misiniz?
Benim idealim, şu anda tabii buradaki cemaati de hesap ederek söylüyorum: Siyasetin insanileşmesidir. Anahtar budur. Biz şunu hatırlayalım: Türkiye’de 1982 yılında bir anayasa kabul edildi.
O anayasayı hazırlayan Profesör Orhan Aldıkaçtı’nın kendi ağzından da duymuştum. Bu anayasanın manifestosunda şu ifade yer almıştı:
1961 Anayasası devlete karşı vatandaşı koruyordu. Biz, şimdi vatandaşa karşı devleti koruyan bir anayasa yaptık!
Bu anlayış, bu kavram ne yazık ki geçen 40 yıl içinde küresel ölçekte de oldu. Bugün güvenlikçi yaklaşım, güvenlikçi politika falan dediklerinin hepsinin arkasında insanların haklarını kısıtlama ve soyut bir şey olan devleti daha doğrusu işleyen çarkı güvenceye alma çabaları var.
Böyle bir zihniyetle hiçbir sorunu çözemeyiz. İnsanları önceleyen anlayışlar insanların kavga etmeden de konuşarak sorunlarını çözebilmelerinin önünü açacaktır.
Tek beklentimiz bu anlayış ve kavrayışın hâkim olması. Burada biz sadece Türkiye ile Ermenistan’ın geleceğini değil, küresel anlamda insanlığın refaha ereceği açılımı konuşuyoruz. Bunun için esas mesele, insanı öne çıkaran anlayışın merkeze girmesidir, alınmasıdır.
Normalleşme sürecinde ikili ilişkilere ivme ve kitlesel destek kazanmak maksadıyla Türkiye ve Ermenistan’daki farklı sivil toplum çevreleri, politik partiler, kanaat önderleri ve aydınlar tekrar harekete geçirilebilir mi?
Yapıldı bunlar. Ama Türkiye’de politik iklimin biraz daha uygun olduğu dönemlerde oldukça yoğun bir şekilde yapılmaya çalışıldı. Fakat bu mesele galiba STK’ların, sivil toplum kuruluşlarının gücünü aşar mahiyette. Biraz daha kurumsal bir diyaloğa ihtiyacımız var.
Örneğin biz, şu anda bu röportajı Hrant Dink Vakfı’nda yapıyoruz. Hrant Dink Vakfı yıllar boyunca Türkiye ve Ermenistan arasında akademik düzlemde, sanat düzleminde, sivil toplum düzleminde diyaloglara zemin hazırlamak için birçok faaliyette bulundu.
En önemlisi de seyahat fonuydu. Karşılıklı olarak Ermenistan’dan buraya ya da Türkiye’den Ermenistan’a gidecek olanların yol masraflarını üstlendi.
Bunlar çok değerli şeyler ama şunu hatırlayalım ki Yerevan Devlet Üniversitesi’nin diplomasını YÖK tanımıyor. YÖK’ün verdiği diplomayı Yerevan devlet üniversitesi tanımıyor.
Oysa bu ikisi arasındaki diyalog çok önemli. Biz bunu sağlayamıyoruz. Çünkü bu, sivil toplum kuruluşlarının boyunu bir nebze aşan bir aşama. Kurum ve kurumsallaşma gerekiyor.
Bir Karslı olarak benim şöyle bir hayalim ve temennim var: Türkiye-Ermenistan sınırında, mesela meşhur tarihi harabelerin olduğu yerde, bir “barış ve kardeşlik anıtı” dikilmesi hususunda ilgili iki devlet karar alabilseler… Geçmişte yaşanan trajik ve daramatik acıların özneleri (felakete maruz kalmış olan) Türkler, Kürtler ve Ermeniler olduğundan bu anıtın üzerine Türkçe, Ermenice ve Kürtçe ortak duygulara ilaveten geleceği temsil eden dilekler yazılabilse. Hatta aynı konuda kardeşlik ve insanlık müzesi de kurulabilir, geçmişten ders alıp ortak geleceğe beraber yürümek maksadıyla.
Bunu, Kars eski Belediye Başkanı Naif Alibeyoğlu’na önermiştim. O sırada belediye ve Kars Kafkas Üniversitesi birlikte Kafkasya hakkında tarihi, politik ve toplumsal konulu sempozyumlar düzenliyorlardı. Bir sempozyum da o anıtın dikileceği Ani’de yapılabilirdi. Gelgelelim iki devletin hemen bütün iktidarları, birbirlerine inat, habire diğerine karşıt bir anıt dikiyor. Ve bunun sonu gelmiyor. Kısacası, mesele sadece Alican Sınır Kapısı veya bir başkasının açılmasıyla sınırlı kalmamalı.
Oysa tam tersi olaylar yaşanıyor. Mesela o bahsedilen ANİ’nin (tarihi harebeler) adı değiştiriliyor; onun yerine Türkçeleştirilip ANI diye yazılıyor ki, güya hatıra anlamına gelebilsin diye. Kültür Bakanı, çıkıp bu isim değişikliğini savunuyor:
Ben koskoca kültür bakanıyım. ANİ kelimesinin (İ) harfinin üzerindeki o noktayı kaldırmaya da hakkım yok mu?
Zihniyet böyle olunca hiçbir diyalogun önü açılamaz. ANİ’nin adından bile rahatsız oluyor. Onu ANI yani hatıra anlamına çevirmek istiyor.
ANI, Türkçe’de hatıra falan. Bu zihniyetle gidilebilecek bir yer yoktur. Kültür Bakanı olarak kendinde bu hakkı görebiliyor.
Yani binlerce yıllık tarihi olan şehrin adının üstündeki (İ) harfinin noktasını kaldırmayı çok önemsiz bir şey olarak görüyor.
“Bir bakan olarak buna hakkım yok mu?” diye sorabiliyor. Tabii ki yok. Tarihi çarpıtmaya hakkın yok. Senin yapmak istediğin tarihi çarpıtmak.
Nitekim ANİ’ye gittiğinizde oranın tarihini anlatan kocaman bir yazıt var, karşınıza çıkacaktır.
Kültür Bakanlığı yapmıştır zamanında. Ancak o yazıtta tek bir Ermeni kelimesi bile geçmiyor. Sanki uzaydan gelmiş bir şey.
O dediği Pakradoni hanedanlığıdır. Onun krallığı döneminde yapılmıştır.
Pakradoni hanedanlığı da zaten bir Ermeni Krallığıdır.
Teşekkür ederim kabul ettiğiniz için.
Rica ederim.
Pakrat Estukyan kimdir?
Yazar ismiyle Pakrat Estukyan, Nüfus cüzdanındaki haliyle soyadı Estukoğlu. Soyadı kanununda Ermenilerin “giller” anlamına gelen “yan” eki kullanmaları yasaklanınca Estukyan, Estukoğlu olur. Ama o, kimliğini sahiplenerek “Estukyan” soyadını kullanıyor.
1953’te İstanbul Rumelihisarı’nda doğdu. Esayan, Mıhitaryan ve Getronagan Ermeni okullarında okudu. Müzisyen, halk ozanı (âşuk geleneği) ve öykü yazarıdır. Gençliğinde arkadaşlarıyla birlikte Sayat Nova korosunu kurdular.
Müzik tutkusu Kardeş Türkülerle de yolunu kesiştirdi.
Yıllarca laboratuvar teknisyeni olarak çalıştı. Hrant Dink’in katledilmesiyle birlikte zaten yazı yazdığı Agos gazetesinin Ermenice bölümünde editörlük yapmaya başladı.
İyimser, aynı zamanda gerçekçilik temelinde kötümser görüşleri var. İzlenimim odur ki, yüzünde iyilik yayılan insandır.
Zıtlaşma, kutuplaşma ve çekişmenin zirve yaptığı bu dönemde yaşadığımız coğrafyanın o çok özlenen güzelliği simasına yansımaktadır.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkis