Kitabın hayli meşhur bir pasajında şöyle der Engels: “Bir birey, bir diğerine bedensel bir zarar verirse ve böyle bir zarar da ölümle sonuçlanırsa, buna insan katli deriz. Mütecaviz kimse, yapacağı zararın ölümle sonuçlanacağını önceden bilirse, onun bu davranışına cinayet deriz. Aynı şekilde toplum da yüzlerce proletaryayı çok erken ve bir kılıcın ya da kurşunun yol açtığı ölümler kadar vahşi ve hiç de doğal olmayan bir ölümle karşılaşacağı duruma soktuğunda, binlerce kişiyi yaşaması için gerekli olanlardan yoksun ve yaşayamayacağı koşullar altında bıraktığında (…) ve bu binlerce insanın yok olacağını bile bile bu koşullar içinde kalmalarına göz yumduğunda bir bireyin işleyebileceği cinayetten hiç de farklı olmayan bir cinayet işlemiş sayılır.”
Marx Kapital’de “sermaye tepeden tırnağa kana ve pisliğe bulanmış olarak gelir” diye yazarken bir hitabet tekniği olarak mübalağaya başvurmuyordu. Günümüzde bu cinai sürecin kapsam ve boyutlarında niteliksel bir dönüşümün söz konusu olduğu aşikâr.
Engels “binlerce insanın yok olmasına” yol açabilecek bu tür cinayetlerin faili diye işaret ettiği “toplumu”, belki de olası kafa karışıklıklarına daha baştan müsaade etmemek adına, hemen aynı pasaja verdiği dipnotta şöyle tanımlar: “Bugün sosyal ve politik gücü ve kontrolü elinde bulunduran ve bu yüzden de kontrolde hiçbir payı bulunmayan insanların durumlarının sorumluluklarını taşıyan sınıfı kastediyorum. İngiltere’de ve diğer bütün uygar ülkelerde bu hâkim sınıf burjuvazidir.” Yani seri katil bizzat sermaye sınıfıdır.
Engels şöyle devam eder: “Katili somut olarak görünmeyen, gizli ve kimsenin kendini koruyamayacağı bir şekilde gerçekleşen bu cinayet, belli bir emirle değil de ihmalkârlık sonucu ortaya çıktığından gerçekte bir cinayete benzememektedir. Ama yine de cinayettir. Şimdi İngiltere’deki toplumun, işçilerin yayın organlarının sosyal cinayet diye tanımladıkları suçu her gün ve her saat işlediklerini, işçileri ne sıhhatlerini koruyabilecekleri ne de uzun bir süre yaşayabilecekleri koşullar altına koyduklarını, bu işçilerin yavaş yavaş, azar azar hayati güçlerini ortadan kaldırdıklarını ve böylece daha vakit gelmeden onları mezara doğru koşturduklarını kanıtlayacağım. Daha da ötesi, toplumun bu koşulların sağlığa ve işçilerin yaşantılarına ne denli zararlı olduklarını bildiklerini ve yine de bunları düzeltmek için hiçbir şey yapmadıklarını göstereceğim. Ayrıca, bu koşulların sonuçlarını bildiklerini ve bu yüzden de hareketlerinin sadece bir insan öldürme değil, bir cinayet olduğunu, resmi belgelerden, parlamento ve hükümetin raporlarından yapacağım alıntılarla kanıtlamış olacağım.”[3]
Sosyal cinayet
Engels, daha Karl Marx’la beraber Komünist Manifesto’yu kaleme almadan iki yıl önce, kapitalist üretim ilişkilerini, bizzat yaşamı pençesine almış cinai bir canavarlık, bir “sosyal cinayet” düzeni olarak tanımlar. Sermaye işçilerin yaşam güçlerini ellerinden almakta, üstelik bunu da sürekli ve sistematik bir biçimde ve taammüden yapmaktadır.
Marx, İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu’ndan 22 yıl sonra, 1867’de, Kapital’de sermayenin bu temel karakteristiğinin ısrarla altını çizecektir: “Emek gücünün hayatının ne kadar süreceği sermayenin umurunda bile değildir. Onu ilgilendiren biricik şey, bir günde harekete geçirilebilecek azami emek gücüdür. Sermaye, bunu elde etme hedefine, emek gücünün yaşam süresini kısaltarak varır; tıpkı, açgözlü bir çiftçinin daha fazla ürün almak için toprağın verimliliğini sömürmesi örneğinde olduğu gibi.”
Marx için “özünde artık değer üretmek, artık emek yutmak demek olan kapitalist üretim”, sadece işçilerin manevi ve fiziksel güçlerini emerek onların körelmesine neden olmaz. Sermaye, “bizzat emek gücünün zamanından önce tükenmesine ve ölümüne de sebep olur”.[4]
Sermaye öldürür, emekçilerin yaşam sürelerini kısaltır, onları hasta eder, sakatlar, bedenen ve ruhen kötürüm bırakır. Marx için kapitalist üretim ilişkileri yalnızca artı değer sömürüsüne, artı değer hırsızlığına neden olmaz. Kapitalist üretim sistemi, “sermayenin elinde aynı zamanda sistematik bir soygunculuk haline gelir; işçiye çalışırken gerekli olan hayat koşulları üzerinde, yani mekân, hava, ışık ve işçiyi emek sürecinin tehlikelerine veya sağlığa zarar veren etkilerine karşı alınması gereken koruyucu tedbirler üzerinde yapılan bir soygundur bu.”[5]
Bu “soygunun”, Engels’in daha isabetli tabiriyle, bu “sosyal cinayetin” somut tezahürleriyle hemen her gün karşılaşıyoruz. Patronun sürat basıncı dolayısıyla gerçekleşen motokurye ölümleri, gemi söküm işçilerinin önemli bölümünün başta kanser olmak üzere gemilerde bulunan kimyasallardan kaynaklı ağır hastalıklara yakalanması, çoğu iş güvencesi olmadan “merdiven altı” üretimde çalışan göçmen işçilerin karşılaştığı “iş kazaları”, sermayenin bitimsiz kâr iştahının neden olduğu çevre felaketleri… İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin (İSİG) yayınladığı son rapora göre, 2022’nin ilk sekiz ayında –243 günde– en az 1202 işçi “iş kazalarında” hayatını kaybetti. Bu, kabaca günde en az beş emekçinin Engels’in “sosyal cinayet” diye andığı iş cinayetlerinde katledildiği anlamına geliyor.
“Sosyal cinayet” kapitalist modus operandi’nin, yani işleyiş tarzının bir parçası. Kârlılık yolunda ıskartaya çıkartılıp imha edilen bedenler, sermaye birikim süreçlerine dışsal, sermayenin asla üstlenmeyip toplumsallaştırdığı maliyetlerden ibaret.
Üretim tarzı değil, yıkım tarzı
Marx da, Engels de kapitalizmin açığa çıkardığı o muazzam üretici güçlerin aynı zamanda devasa yıkıcı, ölümcül güçler olduğu, felâketin de, cinayetin de sermaye birikim süreçlerinin ayrılmaz parçası olduğu hususunda nettiler. “Bu üretici güçler, özel mülkiyet sistemi altında yalnızca tek yönlü bir gelişim gösterirler ve birçoğu yıkıcı güçler haline gelir.”[6]
Marx için burjuva çağında ilerleme, “nektarını ancak katlettiklerinin kafataslarından içen o iğrenç pagan putuna” benziyordu.[7] Kapitalizm sadece metalar üretmiyordu, o aynı zamanda kitlesel düzeyde cesetler üreten cinai bir süreçti. Dolayısıyla, Kapital’de “sermaye tepeden tırnağa kana ve pisliğe bulanmış olarak gelir” diye yazarken bir hitabet tekniği olarak mübalağaya başvurmuyordu.[8]
Ekolojik yıkımın ve nükleer savaş tehdidinin giderek daha belirgin hale geldiği günümüzde bu cinai sürecin kapsam ve boyutlarında niteliksel bir dönüşümün söz konusu olduğu aşikâr. Kapitalist sosyal cinayet düzeninin bedeli giderek ağırlaşıyor, insanlık ve hatta gezegendeki canlı yaşamın bütünü açısından topyekûn bir yıkım tehdidini gündeme getiriyor.
Lev Troçki, daha 1940’ta bu ihtimale işaret ediyordu: “Proleter devrim için gerekli nesnel önkoşullar sadece ‘olgunlaşmakla’ kalmayıp neredeyse çürümeye yüz tuttular. Hatta önümüzdeki tarihsel dönemde, sosyalist devrim olmazsa, bütün insanlık kültürünü bir felaket tehdit etmektedir.”[9]
Aslında, Marx da, Engels de kapitalizm yıkılmadığı takdirde sermaye tarafından açığa çıkarılan üretici güçlerin yıkıcı güçlere dönüşebileceğini öngörmüştü. İki kafadar Alman İdeolojisi’nde şöyle yazıyordu: “Üretici güçlerin gelişimi sürecinde öyle bir aşamaya ulaşılır ki, üretici güçler ile ekonomik ilişki araçları mevcut koşullar altında yalnızca zarara yol açar, üretici olmaktan çıkıp yıkıcı güçler haline gelir.”[10]
Ernest Mandel, “atom bombası” ve ekolojik kriz çağında, Marx’ın üretici güçlerin yıkım araçları haline gelişine dair bu öngörüsünün bir gerçeklik halini aldığını vurgular.[11] Ona göre, “sanayi kapitalizmi başından beri ilerleme ve gerilemeyi, üretici ve yok edici güçleri birlikte taşıyarak” gelişmişti. Ancak, üretici güçlerin gelişimi için ödenen bedel giderek artmış, cinai-yıkıcı eğilimler giderek baskın hale gelmeye başlamıştır. Öyle ki, Mandel’e göre, “bu eğilimin tersine dönmesinin en açık ifadesi İkinci Dünya Savaşı sırasında biyolojik ve nükleer silahların ortaya çıkmasıdır”. İnsanlığı neredeyse tamamen yok edebilecek potansiyele sahip silahların üretilebilmesi, kapitalizmin açığa çıkardığı yok edici güçlerin onun üretici-ilerletici potansiyellerine bütünüyle üstün geldiğinin açık bir göstergesidir.
“Sosyal cinayet” artık kapitalist üretim ilişkilerine içkin bir arazdan, kapitalist gelişmenin mütemmim cüzünden ibaret değil. Durdurulamadığı takdirde yerküre üzerindeki bütün canlı yaşamı tehdit eden bir eğilim halini almış bulunuyor. E.P. Thompson’ın “eksterminizm” diye tabir ettiği eğilim, “sosyal cinayetin” güncel formu haline geldi.
Gerçekten de nükleer silahların ortaya çıkması, kapitalist sosyal cinayet dinamiğinin bambaşka bir boyuta taşınması anlamına gelmiştir. Manhattan Projesi kapsamında ilk atom bombası denemesinin Trinity-New Mexico’da gerçekleştirildiği 16 Temmuz 1945 gününden itibaren “insan kaynaklı varoluşsal risk” devrine girmiş olduk. Dünya o tarihten evvel de canlı yaşamın neredeyse topyekûn yok olması tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştı elbette. Bundan yaklaşık 66 milyon yıl önce bir asteroidin dünyaya çarpması sonucu değişen iklim koşulları, dünyadaki canlı yaşamın neredeyse dörtte üçünün ortadan kalkmasına neden olmuştu. 75 bin yıl önceyse, bugünkü Sumatra’da yer alan Toba Gölü’nde gerçekleşen süper volkanik bir patlama iklim koşullarında radikal bir değişimi tetiklemiş ve az daha insan soyunu ortadan kaldıracak, on yıl kadar sürecek bir küresel volkanik kış hâkim olmuştu.
Ancak Trinity sonrasında gündeme gelen nükleer savaş ya da küresel ısınma gibi varoluşsal riskler artık “doğal” nedenlerden kaynaklanmaz. Bunlar “insanların”, elbette daha doğru bir deyimle, mevcut toplumsal örgütlenme biçiminin müsebbibi olduğu varoluşsal tehlikelerdir. Hannah Arendt “yeryüzündeki bütün organik hayatı yok etmeye muktedir oluşumuzun” çağ açan sarsıcı bir değişim olduğunu vurgularken tam da bu ayrıma işaret ediyordu: “Siyasi bakımdan (…) bugün içinde yaşamakta olduğumuz modern dünya, ilk atom bombalarının atılmasıyla doğdu” diye yazarken bu hadisenin tayin edici önemini vurguluyordu.[12]
Trinity sonrasında kapitalist “sosyal cinayet”, insanlığın büyük bir bölümünü ortadan kaldırabilecek bir potansiyel halini aldı. Kökenleri endüstriyel tarım ve hayvancılık ile ormansızlaştırma gibi süreçlerde yatan süreklileşmiş pandemik tehdit, bu yeni durumun en güncel tezahürlerinden biri. Tam da bu nedenle bu yeni devirde sosyal cinayet tanımının kapsamını genişletmek, onu çok daha büyük bir yıkıcı güç olarak tanımlamak elzem oldu.
“Sosyal cinayet” artık basitçe kapitalist üretim ilişkilerine içkin bir arazdan, kapitalist gelişmenin mütemmim cüzünden ibaret değil. Durdurulamadığı takdirde potansiyel olarak yerküre üzerindeki bütün canlı yaşamı tehdit eden bir eğilim halini almış bulunuyor. Britanyalı sosyalist tarihçi E.P. Thompson’ın “eksterminizm” (imhacılık) diye tabir ettiği eğilim, günümüzde adeta “sosyal cinayetin” güncel formu haline geldi.
İmhacılık
Eksterminizm, hayatının son döneminde aktif bir barış aktivisti olan Thompson’ın nükleer savaş ve yokoluş tehdidine karşı 1979-80’de gündeme getirdiği bir siyasal kategoriydi.[13] Şöyle diyordu Thompson: “Eksterminizm bir toplumun, onu kalabalıkların imhası sonucunu doğuracak bir yöne iten ve onun ekonomisi, siyaseti ve ideolojisinde farklı derecelerde ifadesini bulan karakteristiklerini ifade eder. Sonuç yokoluş olacaktır; ancak, bu kazaen gerçekleşmeyecek, daha önceki siyasal kararların, imha araçlarının birikim ve mükemmelleşmesinin ve bütün toplumların bu amaç için yapılandırılmasının doğrudan sonucu olacaktır.”[14]
Thompson eksterminizmi, Ronald Reagan yönetimindeki ABD’nin iki süper gücün eşit derecede nükleer yok ediciliğe sahip olması nedeniyle söz konusu olan “dehşet dengesi”ni bozarak nükleer stratejik üstünlüğü yeniden elde etmeye çalıştığı ve “İkinci Soğuk Savaş” olarak adlandırılan dönem bağlamında ele alıyordu. Gerçekten de Reagan, başkanlığının ilk döneminde, 70’li yıllarda iki süper gücün girdiği ve “detant” ya da yumuşama olarak adlandırılan sürece son vermiş ve ABD’ye rakibi karşısında tekrar mutlak nükleer üstünlük verecek bir silahlanma kampanyasına girişmişti. Bu da iki süper güç arasında yeni bir silahlanma yarışına ve nükleer savaş tehdidinin yeniden güncellik kazanmasına neden olmuştu. İşte Thompson, “imhacılık” kategorisini, nükleer tehdide karşı toplumsal tepkilerin yaygınlaştığı böyle bir politik atmosferde gündeme getiriyordu.[15]
Dünya o zamandan beri bir dizi önemli değişiklik geçirmiş olsa da, Thompson’ın yaklaşımı, ekolojik kriz, pandemi ve “Yeni Soğuk Savaş” ile karakterize edilen zamanımızın merkezi çelişkilerine yaklaşmada yararlı bir başlangıç noktası. Thompson’ın imhacılık (eksterminizm) tanımı, doğrudan nükleer savaşa odaklanıyor ve geç kapitalizmin ortaya çıkmakta olan diğer imhacı eğilimine, yani gezegen düzeyindeki ekolojik krize doğrudan değinmiyordu elbette. Ancak, Thompson’ın eksterminizm tanımını genişleterek onu, sermayenin kendi yeniden üretiminin ihtiyaçları ile proletaryanın ve ekosistemlerin yeniden üretiminin ihtiyaçları arasında giderek büyüyen açı, yani kapitalizmle yaşam arasında keskinleşen çelişki bağlamında yeniden tanımlamak mümkün.
Rudolf Bahro aslında tam da böyle bir yaklaşımla eksterminizmi “bütün olarak sanayi uygarlığını niteleyen bir kavram” olarak ele alıyordu. Bahro’ya göre, imhacılık kapitalist üretim tarzının yıkıcı potansiyellerinin giderek daha belirgin, giderek daha baskın hale gelmesinin ürünüydü. Şöyle yazıyordu Bahro: “İmhacılık tezini Marx’ın kavramlarıyla ifade etmek gerekirse, pratik içinde üretici güçlerle yıkıcı güçler arasındaki dengeyi tamamen altüst ettiğimizi söyleyebiliriz.”[16]
Daha yakın tarihte ekososyalist düşünür John Bellamy Foster da eksterminizmi daha geniş bir kapsamda yeniden tanımlamaya girişir. Foster, kapitalizmin o meşhur “yaratıcı yıkımının” artık hem insanlığı hem de canlı yaşamın bütününü tehdit eden bir “yıkıcı yaratım” biçimi, genelleşmiş bir ekolojik yıkım eğilimi haline geldiğini vurgular. Bu eğilimi “imhacılık ekonomisi” olarak adlandırır.[17]
Stan Goff, tam da bu bağlamda, “imhacılık emperyalizmin son aşamasıdır” diye yazar. Goff’a göre, eksterminizm, “ilerleme” yolunda araçları yoksulluk, bulaşıcı hastalık, kıtlık ve “doğal” felâketler olan “hesap edilmiş bir yok saymadır”. İmhacılık sermayenin yeniden üretim sürecinde ortaya çıkan “tali hasarların”, kayıpların toplamıdır. Kitlesel ölümleri ve biyoçeşitliliğin tahribini belli bir sınıfın iktidarını sürdürmek adına görünmez kılıp talileştiren imhacılığın mottosu, XV. Louis’nin meşhur “benden sonrası tufan” sözleridir.[18]
Gerçekten de eksterminizm günümüzde Thompson’ın tanımlamaya çalıştığından çok daha geniş bir kapsama sahip.[19] Günümüz dünyası kabaca iki eksterminist eğilimin gölgesi altında: İklim değişikliğinin sadece en görünür veçhesi olduğu ekolojik kriz ve emperyalist sistemdeki bunalım daha akut hale geldikçe yeniden gündeme gelen nükleer yıkım olasılığı.
Antroposen çağının kapitalizmi, eksterminizmi, yani sermaye birikim süreçlerinin devamı adına insanlığın önemli bir bölümünün gözden çıkarılmasını geleceğe dair somut bir olasılık haline getiriyor. Peter Frase kökü kuşkusuz bugünde olan böyle bir gelecek olasılığını, yani eksterminizmi, “itaatsiz artık-nüfusun ortadan kaldırılmasının uygun bulunmasına dönük isteklilik” olarak tarif ediyor.[20] Ancak, Frase’ye göre, eksterminizm kapitalizm sonrası olası dört gelecek senaryosundan biriyken aslında imhacılık, bir üretim tarzından çok bir yıkım tarzına dönüşmüş kapitalizmin olası nihai aşamasıdır.
Ekolojik yıkım ve nükleer savaş tehdidinin gündeme getirdiği eksterminizmin olası yegâne alternatifi, mevcut toplumsal üretim biçiminin devrimci dönüşümüdür. Bellamy Foster’ın ifadesiyle: “Şu anda insan türünü tehdit eden iki küresel varoluşsal krizin nedensel faili, kapitalizm ve onun sınırlı bir küresel ortamda katlanarak artan sermaye birikimi ve emperyal güç için irrasyonel arayışıdır. Bu sınırsız tehdide tek olası yanıt, yeryüzünün ve sakinlerinin mevcut sistematik yıkımından uzaklaşarak hem ekoloji hem de barışta kök salmış evrensel bir devrimci hareket inşa etmek ve alternatif olarak da maddi eşitlik ve ekolojik sürdürülebilirlik dünyasını, yani sosyalizmi gerçekleştirmektir.”[21]
Ya devrim ya yıkım
Foster’ın bu vurgusu hiç de yeni değil elbette. Aslında kendi haline bırakılmış sermayenin, yani devrim tehdidi altında olmayan kapitalizmin mahşeri/imhacı potansiyelleri konusunda Marx da, Engels de herhangi bir yanılsamaya sahip değildi. İki dava arkadaşına göre, işçi sınıfı kapitalizmi yıkarak sosyalizme ulaşma gücü ve kapasitesine sahipti, fakat bu sonuç kesinlikle kaçınılmaz bir tarihsel zorunluluk değildi. Kaçınılmaz olan tek şey, sayısız gerçekleşme biçimleriyle sınıf mücadelesiydi. Ancak tarihsel materyalizmin kurucuları, kalıcı bir işçi sınıfı zaferinin gerçekleşmediği koşullarda sınıf mücadelesinin süresiz olarak, ilanihaye devam edeceğine de inanmıyorlardı. Kapitalizmin anarşik, cinai ve kendi kendisini tahrip etmeye meyyal işleyiş mantığı gereği, insanlığı ciddi bir toplumsal gerileme anlamına gelecek çeşitli felâketli sonuçlara doğru ittiğini görüyorlardı.[22]
Daha 1848’de, sömürülenlerin sömürenleri devirememeleri durumunda gündeme gelebilecek bir olasılık olarak “mücadele eden sınıfların ortak yıkımı” ihtimalinden bahsetmelerinin nedeni budur. Marx ve Engels, Komünist Manifesto’nun meşhur bir pasajında şöyle yazıyordu: “Bugüne kadarki tüm toplum tarihi, sınıf mücadeleleri tarihidir. Özgür ile köle, patrisyen ile pleb, senyör ile serf, lonca ustası ile çırak, kısacası, ezen ile ezilen, birbiriyle sürekli bir karşıtlık içinde bulunmuş, birbirine karşı gizli ya da açık kesintisiz bir mücadele sürdürmüş, bu mücadele ya tüm toplum yapısının devrimci bir dönüşümüyle, ya da mücadele eden sınıfların hep birlikte çöküşüyle sonuçlanmıştır.”[23] Yani Marx ve Engels’e göre kapitalizm koşullarında sınıf mücadelesinin iki olası sonucu söz konusuydu. Ya kapitalist toplumsal üretim ilişkilerinin devrim yoluyla dönüştürülmesi ya da yıkım.
Marx kapitalizmin işleyiş mantığına içkin olan bu yıkım ihtimalini başka vesilelerle de ifade eder. Örneğin, Kapital’de, “insanlığın çürümesi ve durdurulamayacak şekilde nüfus kaybına uğraması” ihtimalini dillendirir: “Çevresindeki işçi kuşaklarının acılarını inkâr edebilmek için son derece ‘güzel nedenler’e sahip olan sermaye, pratik hareketi sırasında, insanlığın gelecekte çürümesi ve sonunda durdurulamayacak şekilde nüfus kaybına uğraması olasılığını, ancak, Dünya’nın bir gün Güneş’in üzerine düşmesi olasılığını gözettiği kadar gözetir” diye yazar ve ekler: “Benden sonra tufan, her kapitalistin ve her kapitalist ülkenin parolası”dır.[24]
1878’de, bu kez Engels, Anti-Dühring adlı çalışmasında bu konuya yeniden döner. Engels’e göre, kapitalizm “burjuvazinin kişiliğinde, bütün üretim aletleri ve geçim araçları tekeline sahip, ama üretimin her coşkunluk dönemi ile bu dönemi izleyen her çöküşte, iktidarından kaçan üretici güçler üzerinde egemenlik sürmeye devam etmekte yeteneksiz hale geldiğini kanıtlayan” bir sınıf ortaya çıkarmıştır. Yani sermaye sınıfı kendi açığa çıkardığı maddi güçleri kontrol edemez hale gelmiştir. Engels bu pasajda kendisinin Marx’la beraber Komünist Manifesto’da kullandığı “kapitalist büyücü” metaforunu hatırlatır.
İkili, Komünist Manifesto’da kapitalizmin canavarca ya da “şeytani” doğasına dair çok zaman unutulan kritik bir uyarıda bulunuyorlardı. Sermayenin saltanatı az zamanda Mısır piramitlerinden ya da Gotik katedrallerden daha büyük ve etkileyici eserler ortaya koymuştu koymasına, ama onun açığa çıkarıp harekete geçirdiği o muazzam güçleri kontrol edebilmesine imkân yoktu. Şöyle yazıyordu iki kafadar: “Üretim, değişim ve mülkiyet ilişkileriyle modern burjuva toplumu, o dev üretim ve değişim araçlarını ortaya çıkarmış olan bu toplum, büyüler yaparak çağırdığı cehennem zebanilerine artık söz geçiremeyen büyücüden farksız bir duruma düşmüş bulunmaktadır.”[25]
Kapitalist büyücünün ayağa kaldırıp hizmetine koştuğu cehennem güçlerinin canavarları kendi hükmü altında tutması zordur. Sermaye için harekete geçirdiği dinamiklerin kontrolden çıkarak yıkıcı, imhacı sonuçlara yol açması, mesela ekosistemleri kalıcı olarak tahrip etmesi adeta kaçınılmazdır.
Anti-Dühring’e dönelim. 1878 tarihli kitabında, Engels daha da ileri giderek sermaye sınıfını şöyle karakterize eder: “Toplumun, yönetimi altında, makinistinin sıkışmış bulunan emniyet supabını açmak için yeteri kadar kuvvete sahip bulunmadığı lokomotif gibi, yıkımına doğru koştuğu bir sınıf.” Sözün özü, insanlık katarı, sermaye sınıfının hâkimiyetinde çöküşe doğru ilerlemektedir. Bu koşullar, “eğer modern toplumun tümünün mahvı istenmiyorsa, bütün sınıf ayrımlarını ortadan kaldıran bir devrimi zorunlu bir duruma” getirmiştir.[26] Yıllar evvel Komünist Manifesto’da dillendirilmiş tema burada bir kez daha karşımıza çıkar: Ya “sınıf ayrımlarını ortadan kaldıran bir devrim” gerçekleşecek ya da “modern toplumun tümünün mahvı” söz konusu olacaktır.
Anti-Dühring’den yaklaşık otuz sene önce, Marx Fransa’da Sınıf Mücadeleleri adlı eserinde, lokomotif metaforunu bambaşka biçimde kullanıyordu: “Devrimler tarihin lokomotifleridir.”[27] Aslında bu kullanım biçimi devrin ruhuna son derece uygundu. Lokomotif, 19. yüzyılın başlarında İngiltere’de ortaya çıkmasından itibaren sanayi devrimi ve kapitalist modernitenin en güçlü simgelerinden biri olagelmişti. Her türlü doğal engeli arkasında bırakarak büyük bir hızla ileri atılan, insanlığı mutlu ve iyimserlik dolu bir geleceğe taşıyan lokomotif imgesi popülerliğini “modern zamanlar” boyunca neredeyse hiç kaybetmeyecekti.
Oysa Engels, lokomotifin nurlu ufuklara, şen ve müreffeh yarınlara değil de bir felakete sürüklenmekte olduğunu belirtir. Engels’in demiryolu metaforunu bu şekilde tersine çevirişi, yıllar sonra Walter Benjamin’in devrimi bir “imdat freni” olarak tanımlayışında tekrarlanır. Şöyle yazıyordu Benjamin: “Marx devrimin dünya tarihinin lokomotifi olduğunu söylemişti. Ancak belki de olaylar kendilerini bambaşka biçimde sunar. Belki de devrimler, bu trende seyahat eden yolcuların, yani insanlığın imdat frenini çekme eylemidir.”[28]
İhmal değil, cinayet
Genç Engels İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu’nun sonlarına doğru tarım emekçilerinin mahkûm edildiği sosyal koşulları aktarırken toprak sahiplerinin mülkiyet haklarını koruyan av yasalarının pek çok tarım emekçisinin hayatına mâlolduğundan bahseder. Sonra durup şu soruyu sorar: “Ama ‘toprağın efendileri’ için bunun önemi nedir ki? ‘Artık’ nüfustan bir iki kişinin yaşaması ya da ölmesi, onlar için hiçbir şey ifade etmez. Av Yasaları ‘artık’ nüfusun yarısını bile ortadan kaldırsa –İngiliz toprak sahiplerinin hayırseverliğine göre– bu, diğer yarı için daha hayırlı olur.”[29]
Engels üstüne basa basa vurgular: Sosyal cinayet, (hatta imhacılık) bilinçlidir. Cinayet(ler) taammüden işlenmektedir. Dolayısıyla, pandemi esnasında ya da iklim krizi karşısında, orman yangınları, seller veya işçi cinayetleri söz konusu olduğunda, Engels’in deyimiyle, “sosyal ve politik gücü ve kontrolü elinde bulunduranların” sergilediği tutum, ihmalkârlık ya da beceriksizlik falan değil, bizde sıkça kullan tabirle “yönetememek” hiç değil.
Chris Hedges’in iklim krizine atıfla belirttiği üzere: “Yaşananlar ihmal değil. Beceriksizlik değil. Politik başarısızlık değil. Cinayet. Önceden planlanmış olduğu için cinayet. Cinayet, çünkü küresel egemen sınıflar tarafından yaşamı korumak yerine yok etmek için bilinçli bir seçim yapılmıştır. Bu bir cinayettir, çünkü kesin istatistiklere, artan iklim felaketlerine ve bilimsel modellemeye rağmen kârlılık, yaşamdan ve insanlığın var kalmasından daha önemli kabul edilmektedir.”[30]
Düşmanın kıyıcılığının, onun cinai eğilimlerinin muhtemel boyutları hakkında hiçbir yanılsamaya yer olmamalı. Olmamalı ki, elimiz daha fazla vakit kaybetmeden imdat frenine uzanabilsin.