Perşembe , 21 Kasım 2024

Fikret Başkaya: “Radikal kopuşun öznelerinin vakitlice sürece müdahale etmesi gerekiyor…”

Söyleşi: Ahmet Külsoy

Cumhuriyet tarihi boyunca Türkiye’de birçok çevre felaketi yaşandı.

Sanayileşmenin 1950’li yıllarda daha da artmasıyla birlikte hava, su ve toprak kirliliği çevresel bir sorun haline geldi.

Bunun yanında sanayileşmenin genişletilmesi için orman alanları tahrip edildi.

Sanayi atıklarının arıtılmadan bırakıldığı Ergene Nehri, günümüzde hâlâ daha kirlilikle mücadele ediyor. Bunun yanında bölgede yaşayan yurttaşlar da kanserle mücadele etmeye çalışıyor. Ayrıca kentsel büyümenin de getirisiyle birlikte şehirler kontrolsüzce büyüdü. Çarpık kentleşmenin artışı da aynı şekilde doğaya zarar verdi. Kontrolsüz bir ağaç kesimi yaşandı.

İç deniz olan Marmara denizi ’de kirlikten fazlasıyla payını aldı. Kıyısı olan devletler Karadeniz’i cezalandırdı! Tuna Nehrine atılan katı atıkların son durağı Karadeniz. Bulgaristan, Romanya, Ukrayna ve Türkiye Karadeniz’de ciddi kirliliğe neden oluyor. Karadeniz’de balık çeşidi azaldı. Çerkezköy’de ki sanayi kompleksi Ergene Nehri’nin rengini değiştirdi.

Hocam merhaba;

Sizi uzun zamandır takip ediyorum. Son zamanlarda ki sohbet, konferans benzeri etkinliklerde gezegenin sermaye –oligarşik güçler tarafından fütursuzca yağmalanmasına, talan edilmesine vurgu yaparak, “İnsanlık kendi yaktığı ateşte yanmak üzere ki, bu insanlık ve uygarlık tarihinde bir ilk. Bugüne kadar nice uygarlık geldi geçti, lakin bu sefer ve ilk defa insan kendi eliyle yok olma (auto-destruction) riski büyük” diyorsunuz.

Burada ne demek istediniz, açıklar mısınız?

Kapitalizm öncesi dönemde Gezegendeki ‘jeolojik dönüşümler’ insanların üretim, tüketim, yaşam ekinliğinden kaynaklanmıyordu… Geride kalan dönemde beş yok oluşta (extinction) insan toplumlarının bir dahli yoktu… Şimdilerde sözü edilen altıncı yok oluş doğrudan insan kaynaklı… Zira kapitalizm sadece insana, topluma değil, doğaya da zarar vermeden, doğanın dengesini bozmadan yol alamıyor… Kapitalizm sınırsız büyüme, genişleme, yayılma eğilimine ve dinamiğine sahip bir sistem… Fakat bu dünyanın kaynakları sınırlı… Bir zaman geliyor, şimdilerde olduğu gibi sınırsız büyüme, doğal kaynakların sınırına dayanıyor… Başka türlü ifade edersek, doğaya taşıyacağından daha çok yük bindiriliyor… Mesela geçen yıl (2023) “dünya limit aşımı günü” 2 Ağustos’a gerilemişti… Bu bizim (insanların) doğanın bir yılda yarattığı-ürettiği yeni kaynağı yılın 7 ayında tükettiğimiz anlamına geliyor… Başka türlü söylersek, geçen yılın 5 ayını doğaya borçlu yaşadık… Bu tarih her geçen yıl daha da ileri gidecektir ki, bu bir sürdürülemezlik durumudur… Şimdilerde ‘iklim krizi’ (atmosferin ısınması) ve ekolojik yıkım (extintion) canlı türlerinin hızlı bir tempoyla yok olması, insanların üretim, tüketim ve yaşam etkinliğinin doğrudan sonucu… İnsanlık bindiği dalı fütursuzca kesmekle meşgul…

Uygarlık Paradigmasını Değiştirmek adlı kitabınızın 104 sayfasında dikkatimi çeken açıklama da şöyle diyorsunuz: “Bu yıkım tablosu insanların huyu” değiştiği için ortaya çıkmış bir şey değil, Kapitalizmi insanlığın ve uygarlığın “normal” hali saymakla ilgili. İyi de bu nasıl aymazlık, körlük, ormanlar, göller, akarsular insanların elinden kayıp gidiyor, bu sessizlik ne? İşçi sınıfı, sendikalar, demokratik kitle örgütleri ve siyasi partilerin hiç mi vebal yok?

Orada iki şey söylenmek isteniyor: Birincisi, eğer ortada bir yıkım varsa ve insan faaliyetlerinin sonucuysa, bunda tüm insanların eşit derecede dahli var demek değil… Birincisi: İnsanlığın ve uygarlığın uzun geçmişinde neden kapitalizm çağında böyle bir durum ortaya çıktı? Ve İkincisi, değişen ‘insan doğası’ değil, üretim, tüketim ve yaşam tarzı… Kapitalizmin dayattığı bir şey… Eğer bir iklim krizi ve ekolojik yıkım ortaya çıkmışsa, bunun sorumlusu sıradan insanlar değil, üretim kararlarını veren, dünyayı yaşanamaz bir yer haline getiren kapitalist-emperyalist oligarşi… Gerçi ‘Büyük İnsanlığın’ bu işte bir dahli yok ama sonuçlarına katlanıyor…  Birkaç devletin milli gelirinden (GSYH) fazla servete sahip bir kapitalist baronun sorumluluğuyla, sıradan bir insanın, ‘açlıktan ölmekte olan çocuğunun başında ağlayan Yemenli kadının’ eşit sorumluluğu mu var?

İnsanları şeylerin farkına varması biraz gecikmeyle oluyor maalesef… Yaşayarak öğreniyorlar ama geç kalındığında da fatura ağırlaşıyor… Ekolojik sorunlara duyarlılık 1960’lı yıllarda artamaya başlıyor… 1970 sonrasına da zaten ‘büyük hızlanma” deniyor… 1970’li yıllardan başlayarak doğal çevre tahribatı derinleşiyor… Duyarlılık ve eylemlilik de büyüyor ama yeterli olmaktan uzak… Eğer “Büyük İnsanlık” elini çabuk tutmasa, sonun hüsran olması kaçınılmaz görünüyor… Hala ekolojik duyarlılık ve mücadele, olması gerekenin çok gerisinde… Maalesef geride kalan dönemde ‘işçi hareketi’ ekolojik sorunu yok saydı… Büyümeciydi ve hala atalet devam ediyor… O cephede gereken duyarlılık ve hareketlilik yok maalesef…

Gezegenin korkunç, ekolojik yıkımına karşı neden etkili direniş ve radikal tepkiler koyamıyoruz. Halbuki tarih bize kazanımlarımızı etkili direniş ve radikal tepkilerle kazandığımızı göstermiştir.

Direniş yok değil ama gerektiği kadar değil… Ekolojik mücadelenin vakitlice radikalleşmesi gerekiyor. Ekolojik hareketlerin önemlice bir bölümü hala kapitalizm dahilinde ekolojik yıkımla, iklim kriziyle baş edilebileceği saplantısından kurtulmuş değil… Oysa, radikal olarak anti-kapitalist olmayan hiçbir ekolojik hareketin bir şeyler başarması mümkün değil. Yıkım çok hızlı ve kapsamlı ama henüz süreci tersine çevirecek düzeyde bir mücadele ortada yok… Ekolojik yıkımın ve iklim krizinin derinleşmesiyle mücadelenin de yükselebileceğine ümit edebiliriz…

Son 20-25 yıldır, “temiz enerji, yeşil teknoloji” topluma pompalanıyor. Bu söylemin reel bir karşılığı var mı? Şimdilerde “elektrikli araba “ile ekolojik yıkımın önüne geçileceği varsayılıyor. Elektrik nasıl, ne ile üretilecek, hiç değinilmiyor…

Kitapta da yazdığım gibi, kapitalizm ne zaman tökezlese, kendini üretmede zorlansa, ‘teknolojik bir yenilik’ peydahlayarak yoluna devam ediyor… Egemenlerin ‘temiz enerji’ retoriğinin bu dünyada reel bir karşılığı yok… Söz konusu olan bir ‘oxymore’… Teknolojik yenilenmelerle sorunların çözülebileceği beklentisi seyirciyi oyalama işlevi görüyor… Aslında ‘yeşil teknoloji’ denilenler yeşil değil gri… Araba (otomobil) elektrikle çalışınca ‘yeşilleniyor mu? Bu dünyada “temiz enerji”, “yeşil enerji” diye bir şey yok… Sadece doğaya daha az zarar veren enerjilerden söz edilebilir… Nasıl temiz savaş diye bir şey mümkün değilse, temiz araba diye bir şey de mümkün değildir… Boşuna neden söz ettiğini bilmek önemlidir denmemiştir… Maalesef insanlar kullandıkları araçların nasıl ve ne pahasına üretildiğini sorun etmiyorlar… Bir arabanın, nasıl ve ne pahasına üretildiği ne tür sorunlar yarattığı hiç sorun ediyor mu?

Ortalama büyüklükte bir araba üretmek için ağırlığının 2 katı kadar petrol ve 300 000 litre su harcamak gerekiyor. Ağırlığının 20 katı kadar hammadde kullanılıyor… Mesela 1,5 ton ağırlığında bir araba üretmek için 30 ton hammadde gerekiyor…

“Temiz araba” denilene gelirsek, bir arabanın neden olduğu karbon gazı emisyonunun %56’sı arabanın üretilme aşamasında, %4’ü araba hurdaya çıkıp sökülünce, %40’ı da araba çalışırken ortaya çıkıyor… Fakat önemli bir sorun daha var: Eğer elektrikli arabanın bataryasına yüklenecek elektrik termik santrallerden geliyorsa, kömürle üretiliyorsa, temiz araba kirlenmiş oluyor… O durumda temiz araba benzin ve mazotla çalışandan daha çok karbon gazı emisyonu yapıyor… Bir çok ülkede elektriğin çoğu termik santrallerden geliyor… Türkiye’de elektriğin yaklaşık %80’i termik santrallerde üretiliyor… Aslında elektrikli araba temiz değil, yeşil değil, “doğa dostu” da değil… Bir şey daha var: Batarya üretimi kobalt, lityum, neodim, grafit gibi değerli ve kıt madenlere dayanıyor ki, çok az ülkede mevcut…

Hocam canımı sıkan, üzen başka bir konu şu: Radyolar (Açık Radyoyu tenzih ediyorum) televizyonlar, gazeteler, haber siteleri, ekolojik yıkımı, talanı ısrarla görmüyorlar. Büyük bir sel felaketi olduğunda üç beş saniye de geçiştiriyorlar. Bu nasıl habercilik, nasıl gazetecilik?

Türkiye’de medyanın gündeminde ekoloji yok. Esasen toplumun temel sorunları yok demek daha doğru… Doğa tahribatından söz etmek doğa yağmasında rekor kıran AKP iktidarını hedef olmayı, kepazeliği teşhir etmeyi varsayar… Esasen medyanın (sınırlı birkaç gazete, televizyon, haber sitesi dışında) toplumun gerçek gündemiyle bir ilgisi yok… Bu ülkede medya hiçbir zaman ‘gerektiği gibi’ olmadı ama dinci AKP’nin iktidarında zıvanadan çıktı… Utanç verici durumda… Tam bir yalan ve iftira makinasına dönüştü… Basın etiğinin zerresi yok… Misyonuna ve varlık nedenine külliyen yabancılaşmış durumda…

Hocam, son sorum olsun izninle. “Ya dünyayı yaşanmaz hale getiren Kapitalizmden vakitlice çıkılacak, ya da kapitalizm işimizi bitirecek!” diyorsunuz. İnsanlara nasıl bir pusula öneriyorsunuz

Kapitalizm insana, doğaya, tüm canlılara zarar vermeden, bu dünyada canlı yaşamı riske atmadan yol alamayan bir sistem… Eğer vakitlice duruma müdahale edilmezse tartışmasız bu yolun sonu hüsran olacak… Yıkım çok kapsamlı ve %99’un ve doğanın aleyhine yol alıyor… İşçi sınıf (aktif ve pasif olanı-emekliler), radikal olarak kapitalizmden çıkma perspektifine sahip ekolojik hareket ve eko-feminist kadın hareketinin koalisyonunu vakitlice ete-kemiğe büründürmek gerekiyor… Başka türlü söylersek, politik öznenin oluşturulması gerekiyor… Bu üçünün ortak mücadelesi süreci tersine çevirebilir ve insanlığın ve uygarlığın geleceğini kurtarabilir… Aslında potansiyel mevcut… Bütün mesele o potansiyeli realize edebilmeye bağlı…

Ek:

Ekoloji Enstitüsü Danışmanı Ekoloji Aktivisti Cemil Aksu’nun açıklaması

TUİK, Çevre, Şehircilik ve İllim Değişikliği Bakanlığı ve bazı bilim adamlarının yaptıkları araştırmalar, istatistikler ve hazırlanan raporlara göre,

Türkiye’de neredeyse bütün su havzalarının, nehirlerinin, göllerinin büyük oranda kirli olduğu söyleyebiliriz.

Örneğin, belediyeler, köyler, imalat sanayi işyerleri, termik santraller, OSB’ler ve maden işletmelerince 2020 yılında doğrudan alıcı ortamlara 9,5 milyar m3‘ü soğutma suyu olmak üzere 15,3 milyar m3 atıksu deşarj edildi. Doğrudan alıcı ortamlara deşarj edilen atıksuyun %76,6’sı denizlere, %19,3’ü akarsulara, %1,1’i barajlara, %1’i foseptiklere, %0,4’ü göl/göletlere, %0,2’si araziye, %1,4’ü ise diğer alıcı ortamlara deşarj edildi. Denize deşarj edilen atıksuyun yüzde %80,5’i soğutma suyundan oluştu.

2018 yılında toplam atıksuyun %51’i termik santraller, %30,8’i belediyeler, %14,7’si imalat sanayi işyerleri, %1,6’sı OSB’ler ve %1,1’i maden işletmeleri, %0,8’i köyler tarafından doğrudan alıcı ortamlara deşarj edildi; 2020 yılında ise toplam atıksuyun %52,2’si termik santraller, %30,9’u belediyeler, %13,4’ü imalat sanayi işyerleri, %1,6’sı OSB’ler ve %1,1’i maden işletmeleri, %0,8’i köyler tarafından doğrudan alıcı ortamlara deşarj edildi.

Diğer taraftan Çevre, Şehircilik ve İklim Bakanlığı’nın 2016 verileriyle hazırladığı ve 2018 de açıkladığı rapora göre, ülke genelinde, 30 ilde su kirliliği, 26 ilde hava kirliliği, 21 ilde atık, 3 ilde gürültü kirliliği, 1 ilde de de erozyon öncelikli çevre sorunu olduğu vurgulanıyor.

Yine rapora göre 2016 yılında, önceki yıla göre hava kirliliğinin birinci öncelikli sorun olduğu il sayısı artmış. Su kirliliğinin birinci öncelikli sorun olduğu il sayısının azaldığı belirtilmiş. Su sorunu azaldı tespiti yersiz bir umut yaratmasın. Çünkü, su kirliliği olan il sayısının toplamı 76. Su kirliliğinin birinci öncelikli sorun olduğu illerin yer aldığı havzalar ise Meriç-Ergene, Marmara, Susurluk, Gediz, Kızılırmak-Yeşilırmak, Doğu Karadeniz, Çoruh ve Van Gölü Havzaları. Su kirliliğinin birinci öncelikli sorun olduğu il sayısı 30 (tüm illerin %37’si), ikinci öncelikli sorun olduğu il sayısı 33 (tüm illerin %41’i), üçüncü öncelikli sorun olduğu il sayısı 13 (tüm illerin %16’sı) olarak görülüyor. Yani, toplam yetmiş altı ilde su kirliliği birinci, ikinci ya da üçüncü öncelikli sorun olarak kendini göstermektedir.

Sanayileşme ve endüstriyel tarımla birlikte nehirlerimiz, göllerimiz, su havzalarımız hızla kirlenmiştir.

Yaşanan kirliliğin en trajik ve korkunç görünümü ise 2021’de Marmara Denizi’nde görülen müsilaj olmuştur. Bu durumu yaratan en temel faktör ise Marmara Denizi’ndeki kirliliktir. Hidrobiyolog Levent Artüz, bu kirlenmenin 1987’de İstanbul’un atık sularının “derin deşarj” ile Marmara’nın dibine deşarj edilmesiyle başladığına işaret etmiştir. İstanbul kentinin atıklarının bertaraf edilmesinin çağdaş bir yapıya kavuşturulması amacı ile Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı önceliğinde hazırlanan ve bir dizi arıtma tesisi yapılarak atıkların arıtılması esasına dayanan İstanbul Kanalizasyon Projesi hazırlanır. Ancak 80’li yıllarda politik amaçlar ve maliyet gerekçesiyle proje revize edilir. Atıkların arıtılmadan “Derin Deniz Deşarj” yöntemi ile Akdeniz yönünden gelip, Marmara Denizi çanağını doldurduktan sonra en iyi şartlar altında bile sadece %10’u Karadeniz’e ulaşan alt akıntının, arıtılmamış atıklar için seyrelme ortamı ve bu arıtılmamış atıkların Karadeniz’e taşınması için kullanılması şeklinde masa başı bir proje hazırlanmıştır. 1989 yılında da atık sular Marmara’ya verilmeye başlanmıştır. Geçen yıllar boyunca birçok kez Marmara’da balık ölümleri, denizin renk değiştirmesi gibi felaketler yaşanmasına rağmen “derin deşarj” işlemine devam edilmiştir. Artüz’e göre, müsilaj, Marmara’nın ölüm soluğu olmuştur.

Türkiye’de sulak alanlar başlıklı bir çalışma gerçekleştiren Doğa Derneği de son 60 yılda kaybedilen sulak alanların yüzölçümünün 2 milyon hektara yani yaklaşık 1,5 Marmara Denizi büyüklüğüne ulaştığını vurguluyor.

Takvim

Mayıs 2024
P S Ç P C C P
 12345
6789101112
13141516171819
20212223242526
2728293031  

timeline

Aylık

ÖZGÜR ÜNİVERSİTE YOUTUBE