Faşizm sözcüğünün yüzeysel ve gelişigüzel kullanımı yaygın bir yanlış anlaşılmaya sebep olmuştur. İnsanlardan faşizmi tanımlamalarını istediğinizde birçoğu; diktatörlük, anti-semitizm, kitle histerisi, etkili bir propaganda aygıtı, psikopat bir liderin kitleleri hipnotize eden hitabeti ve benzeri sözcükleri sıralayacaktır.
Faşizm sözcüğünün, bu her tarafa sirayet eden yanlış algısı tamamen rastlantısal bir durum değildir. Bu, büyük ölçüde, sözcüğün uzun süreden beri faydacı bir anlayışla çarpıtılmasından kaynaklanmaktadır. Kapitalizmi aklamak için faşizm kasti olarak gizleniyor. Kapitalizmin ideologları, teorisyenleri ve fikir üreticileri piyasanın/kapitalizmin başarısızlıklarından kaynaklanan faşizmin günahlarını sistematik olarak bireysel veya kişisel başarısızlıklara indirgiyorlar.
Buradan hareketle, klasik Avrupa faşizminin doğuşu, yükselişi ve yarattığı tahribattan çoğunlukla Adolf Hitler ve Benito Mussolini sorumlu tutulur ama bu “kullanışlı” figürleri yükselten sosyoekonomik şartlardan hiç söz edilmez. Faşizmin böyle yorumlanmasındaki bariz hata, faşizmin yeni alametleri konusunda bir açıklama getirememesinden de anlaşılmaktadır: Avrupa faşizminin arketipi Hitler ve Musolini ile ilişkili ise o zaman onların ölümü faşizmin de ölümü olmalıydı. Ne var ki, bugün merkez kapitalist ülkelerin birçoğunda faşist eğilimlerin ortaya çıkmasının da gösterdiği üzere; faşizmin tezahürü, kapitalizmin kriz dönemlerinin karakteristiği olarak tekerrür eden bir fenomen olmuştur.
Bu uğursuz gelişmeler, periyodik ekonomik krizlerin kapitalizme içkin olmasından kaynaklı, faşizm mikrobunun da kapitalizme içkin olmasının delilidir. Haddi zatında, kapitalizm hakim sosyoekonomik üretim modeli olarak varlığını sürdürdüğü sürece bu durumun belirli aralılarla su yüzüne çıkması kaçınılmazdır.
Tıpkı ilk Avrupa faşizminden Hitler ve Mussolini’nin sorumlu tutulması gibi bugünkü faşist eğilimler için de, Donald Trump (ABD ), Marine Le Pen ( Fransa), Norbert Hofer (Avusturya ), Alexander Gauland ( Almanya ) gibi karakterler suçlanıyor. Fakat, geçmişte de bugün de asıl fail elbette ki piyasaların tökezlemesi ve ekonomiye olan güvensizliktir.
Faşizmin günahları konusunda kapitalizmin bilinçli olarak aklanmasına ek olarak, faşizmin yararcı bir anlayışla çarpıtılması, “hasmane” tutum sergileyen politikacıları ya da “haydut” devletlerin liderlerini faşist olarak şeytanlaştırmada son derece yerinde bir politik avantaj sağlıyor. Geçtiğimiz günlerde bu sitede Jean Bricmont bu durumu şöyle ifade etti: “Batının hayal dünyasında, bir sonbahar ormanında biten mantarlar gibi yeni Hitlerler türüyor.”: Kaddafi, Saddam Hüseyin, Esad, Miloseviç, Le Pen, Putin ve Ahmedinejad bu nitelendirmeye maruz kalıyorlar. İşin aslı, Saddam Hüseyin ve Kaddafi gibi “sakıncalı” birtakım milliyetçi lider devrilmeden ve öldürülmeden önce faşist olarak damgalanmışlardı.
Kapitalizmi sorumluluktan kurtarmak amacıyla yapılan faşizm çarpıtması iki şekilde hayata geçiriliyor. İlk iş olarak faşizmin doğuşu ve işlediği suçlardan sorumlu tutulacak bir yönetici fail bulunuyor ( Hitler gibi ). İkincisi, sistemin ya da sosyoekonomik yapının suçu sırasıyla göçmenler; etnik, ırksal ya da dini azınlıklar gibi günah keçilerinin üzerine atılıyor.
Faşizm böyle keyfi bir şekilde tanımlanamaz. Nazi Almanya’sının liderlerinin bireysel olarak işlediği suçlara veya Hitler’in kafasındaki patolojik sorunlara ya da savaşın ve militarizmin emperyalist ajandasına itaat etmeyen “hasım” milliyetçi liderlere indirgenemez. Gerçekleri gizlemeye yönelik bu türden yargılar kapitalist sistemin aralıklarla sergilediği korkunç fiillere Adolf Hitler üniforması giydirmede başarılı olabilir ancak, sözü edilen indirgemeci değerlendirmeler, faşizmin tekerrürüne neden olan toplumsal koşulları bertaraf etme konusunda işe yaramaz.
Faşizm belirli sosyoekonomik koşullardan kaynaklanan özel bir tarihsel kategoridir. Ciddi ekonomik sıkıntıların ve derin toplumsal memnuniyetsizliklerin olduğu koşullarda ortaya çıkar. Bu koşullarda işçi sınıfı ve solun geri kalan tabanının protesto gösterileri ve radikal talepleri yükseliş eğilimine girer ama aynı zamanda bunun dengelenmesi için sağın toplumsal güçleri de harekete geçirilir. Bir başka deyişle, faşizm aslında devrimci gelişmelerin önünü kesmek için uygulanan karşı devrimci bir stratejidir.
Bu, faşizmin, özünde, durumdan memnun olmayan halkı yatıştırmak ve radikal ve sosyalist gelişmeleri eş zamanlı olarak savuşturmak amacıyla büyük şirketler ve hakim kapitalist sınıf tarafından kullanılan sosyopolitik strateji ve araç olduğu anlamı taşır. Bu aynı zamanda, birbirine taban tabana zıt kategoriler olan faşizm ve sosyalizmin, görece ileri kapitalist yapıların içinde potansiyel olarak var olduğu anlamına gelir — bir karşıtların birliği durumu.
Ekonominin büyüdüğü ve işsizliğin ve yoksulluğun görece düşük olduğu dönemlerde bu potansiyeller genellikle uyku durumunda olurlar. Ancak tersine, derin ve uzun soluklu ekonomik daralma dönemlerinde her iki potansiyelin alametleri ve timsalleri yeniden belirir. Genelde, sosyalist belirtiler uykuda olduğu sürece faşizmin alametleri de uykuda olur. Faşizm genellikle sosyalizme karşı olarak ortaya çıkar.
Faşizmin gelişmesi ve zalimliğinin boyutu, ekonomik krizin şiddetine ya da sınıf mücadelesinin büyüklüğüne bağlıdır. Örneğin, Avrupa’da 1930ların ekonomik krizinin şiddeti ve sosyalist hareket ve örgütlerin gücü, özellikle Almanya’da Nazi kuvvetlerinin iktidara gelmesinde ve orada faşizmin en acımasız bir şekilde hükmetmesine zemin oluşturma noktasında çok önemli bir rol oynamıştır.
Aksine günümüzün ( 2016 ) bürokratik işçi önderleri, ABD başkanlık seçimlerinde anlamlı bir sosyalist programdan kaçınarak statükonun adayları Hillary Clinton ve Bernie Sanders’ın kampanyalarını desteklemeyi seçtikleri için, Donald Trump’ın faşist kampanyası düzensiz ve görece ılıman bir niteliğe sahiptir. Büyük sendikaların işbirlikçi liderleri (son zamanlarında Leon Trotsky’nin “kapitalizmin emekçi sağ kolları” dediği), Sanders’in içi boş “politik devrim,” kampanyasının peşinden gitmek yerine, işçi tabanına yönelik bağımsız bir kampanya yürütmüş ve gerçek bir sosyoekonomik devrim talebinde bulunmuş olsa, o zaman faşist eğilimler ve Trump’ın kampanyasında sergilenenler tehlikeli boyutlara tırmanırdı.
Egemen kapitalist sınıfın ( özellikle “ileri görüşlü”, tarafsız, büyük kapitalist kuruluşlar ), faşist yöntemleri sadece en son çare olarak kullanacağına da işaret etmek gerekir. Statükoya karşı tabandan gelen ciddi bir tehdit olmadığı sürece, ekonomik sıkıntıyı ve toplumsal gerilimleri hafifletmek için minimal reformları ve“demokratik” yöntemleri tercih edecektir. Egemen kapitalist sınıf, faşist denetim araçlarını yalnızca, sözü edilen demokratik önlemler huzursuzluğu gidermede ve işçi sınıfı ve geri kalan tabanın ayaklanan kitlelerini yatıştırmada etkili olamadığı zamanlarda, bir başka deyişle, “demokratik” aygıtın yardımıyla yönetemez duruma geldiğinde kullanır.
Bir taraftan merkez kapitalist ülkelerde faşist eğilimlerin yükselişi, diğer taraftan aynı ülkelerde asalak finans kapitalin yükselişi ve egemenliği arasındaki bağın saptanabileceğine de işaret etmekte fayda var. Üretken olmayan, otlakçı finans sektörü, bu ülkelerin ekonomilerindeki üretken, reel sektörü sistematik olarak zayıflattığı için; kronik durgunluk, bahsi geçen ülkelerin piyasalarının kalıcı bir niteliğine dönüştü.
Bu nedenle, yüksek oranlardaki işsizlik, yoksulluk ve eşitsizlik de bu toplumların yaygın vasıfları haline geldi. Bu ülkelerde, sözü edilen uğursuz gelişmeler halktaki rahatsızlığı ve işçi sınıfının militan özelliklerini artırdığı için aynı zamanda faşist dışavurumları da yükseltti. Asalak finans kapitalin hüküm sürdüğü çağda, ekonomik krizler daha sık tekerrür ederse, dışarıda savaş heyulası ve militarizm, içeride de baskıcı bir polis devleti tehdit haline gelir.
Bu kısa tartışmadan hareketle böylesi kriz durumları hem birtakım fırsatlar sunar hem de birtakım tehlikeler içerir. Bu koşullarda devrimci/sosyalist olanaklarla, karşıdevrimci/faşist ihtimallerin her ikisi de mevcuttur. Birbirine zıt gelişmelerin yer aldığı böylesi sosyoekonomik dönemler bize Alman devrimci Rosa Luxemburg’un sözlerini hatırlatıyor: ya sosyalizm ya barbarlık. Sosyalizmin mi yoksa barbarlığın mı galebe çalacağını politik güç dengeleri ya da sınıf mücadelesinin akıbeti tayin edecektir.
Birçok radikal grup sınıf siyasetini tam da en çok ihtiyaç duyulan zamanda terk etti. Kapitalist barbarlığa karşı tek insani alternatifin sosyalizm olduğuna dair Luxemburg’un yaklaşımı, günümüzde de, ifade edildiği dönem ( 1. Dünya Savaşı yıllarındaki kıyım esnasında ) kadar geçerlidir. Barbarlık çeşitli kılıklar içinde gözümüzün içine bakıyor. Ne var ki, solun büyük bir kısmı; sınıf mücadelesi, örgüt ya da toplumsal ve ekonomik değişim için işçi sınıfının kritik rolü gibi sözcükleri kullanmaktan kaçınıyor.
Kapitalist sistem altında varlığını sürdüren medeniyetten daha üstün bir medeniyete ulaşmak için verilen mücadelenin başarıya ulaşması için halkın bütün katmanlarının katılımı hayati öneme sahip olmakla beraber, kitlelerin koalisyonunda işçi sınıfının rolü başarıya ulaşmada en önemli yeri işgal edecektir.Yalnızca işçi sınıfı —burada işçi sınıfı terimi sözcüğün geniş anlamında, mavi ve beyaz yakalı işçileri de kapsayacak şekilde kullanılmaktadır—sermayenin egemenliğinin ve bunun sonucunda da ekonomik kriz, faşizm, yoksulluk, içeride polis devleti dışarıda savaş ve militarizm gibi sürekli pusuda bekleyen tehditlerin sonunu getirecektir.
Şüphesiz, dünya ekonomisini çoğunluğun çıkarları doğrultusunda dönüştürmek kolay değildir. Hemen bir sıçrayışla, bir ayaklanmayla bir gecede olacak işler değildir. Toplumsal ve ekonomik anlamda kesintisiz bir değişimin uzun ve meşakkatli yolunda atılan adımların toplamından elde edilen ürünle bu meydana gelebilecektir.Bu geçiş döneminde atılacak adımların, aşılacak basamakların nasıl bir şekil alacağı ya da ne kadar süreceği konusunda hiç kimse önceden bir kestirimde bulunamaz. Ancak, kesin olan bir şey var ki, o da, dünyanın ekonomisini üzerinde ikamet eden çoğunluğun çıkarlarına göre değiştirmek amacıyla işçi sınıfının, değişim için mücadeleyi örebilmek için yeni politika ve örgütlere ihtiyacı olduğu.
Bunun için, bağımsız politikası ve örgütüyle yeni bir işçi sınıfı hareketine ihtiyaç var. İşçi sınıfı örgütü her ne ad altında olursa olsun, yalnızca ABD’deki gibi işletme tarzı sendikacılıktan değil aynı zamanda Avrupa’nın Sosyal Demokrat modelde sendika ve partilerinden de farklı olmak zorundadır. Bunun anlamı,yeni işçi sınıfı hareketi ve/veya örgütünün sadece örgütlü sanayi işçisinin ve onların ekonomik çıkarlarının değil işçi sınıfının bütününün temsilcisi olması gerektiğidir. Ayrıca, kar amaçlı piyasa mekanizması mantığına karşı çıkan tüm insanların çıkarlarını savunmayı da hedeflemelidir. İşçi sınıfı bu zorlu görevi; (a) uluslararası düzeyde, (b) geniş bir koalisyon çerçevesinde ve adalet, çevre ve insan hakları için mücadele eden diğer toplumsal katmanlarla ittifak halinde üzerine aldığı takdirde, dünya ekonomisine etki edebilir, şekil verebilir ve en nihayetinde de ona önderlik edebilir.
Ismael Hossein-zadeh ekonomi alanında Emeritus Profesör ünvanına sahiptir. (Drake Üniversitesi) Beyond Mainstream Explanations of the Financial Crisis (Routledge 2014)( Ana akım İktisadın Finansal Kriz Açıklamalarının Ötesinde), The Political Economy of U.S. Militarism (Palgrave–Macmillan 2007)( ABD Militarizminin Ekonomi Politiği) ve the Soviet Non-capitalist Development: The Case of Nasser’s Egypt (Praeger Publishers 1989), (Kapitalist Olmayan Sovyet Kalkınma Modeli: Nasr’ın Mısır’ı)isimli kitapların yazarıdır. Ayrıca, Hopeless: Barack Obama and the Politics of Illusion ( Ümitsiz Vaka: Barack Obama ve Hayali Politika )adlı kitaba da katkıda bulunmuştur.
Bu metnin orijinali Global Research’de yayınlanmıştır.
Çeviri: Özgür Girişen