1980’li yılların ilk yarısında, diyebiliriz ki 12 Eylül cuntasından 1985’lere kadar, Türkiye’nin uluslararası arenadaki imajı tamamen bozulmuş,deyim yerindeyse, ayaklar altındaydı.
Türkiye’nin imajı son on yılda, cunta dönemini aratamayacak kadar tekrar bozulmuştur. Özellikle yakından bildiğimiz Avrupa kamuoyu nezdinde alay konusudur.
Başta komşuları olmak üzere, diğer ülkelerle yaratılan gerginlikler üzerinden iç siyaseti yeniden biçimlendirme eğiliminin güçlendiği gözlenmektedir. On yıllardır kendi vatandaşıyla, dönem dönem de komşularıyla karşı karşıya kaldığı kanlı bıçaklıolma durumu, vatandaşını, can korkusu üzerine kurulmuş kaygıyla yaşamaya mahkum etmektedir.
Türkiye’nin dış siyasetindeki zikzaklar, mültecilerin canı üzerinden AB ile tutuştuğu pazarlık ve sorunu AB’ye karşı bir tehdit olarak kullanması süreciyle başlayan Avusturya-Türkiye gerginliği, AKP yanlılarının saldırgan tutumuyla yükselmiş, Türkiye’nin Büyükelçisini geri çekmesiyle de diplomatik krize dönüşmüştür.
Son dönemlerin güncel konularını Avusturya Parlamentosu’nun Türkiye kökenli milletvekili Sayın Berivan Arslan (*) ile konuştuk.
Avrupa’ya son yıllarda en çok mültecinin geldiği ülke Suriye’de 5 yıldır sürmekte olan savaşta Türkiye’nin rolü olduğunu düşünüyor musunuz? Buna ilaveten, Avusturya’nın, ya da genel bir ifadeyle Batı’nın sorumluluğuna da değinir misiniz?
Türkiye’nin coğrafi olarak İsviçre, Almanya ya da Avusturya gibi,sorumluluk taşıyan komşu ülkeleri yok. İşte Suriye, Irak, İran gibi komşuları olduğu için savaşlar ister istemez kapı komşun. Ben kendim de gidip oradaki mülteci kamplarını gördüm. Fakat o mülteci kamplarının dağılımının pek adil olmadığı ortadaydı.Özellikle Diyarbakır’daki Ezidi kampına gittiğimde, o Ezidilerin devlet tarafından herhangi bir şekilde desteklenmediğini gördüm. Bunun bir nedeni,belki de Müslüman olmamalarıdır. Vali ve Diyarbakır’daki Belediyesi Eşbaşkanları ile de görüştüm. Orada 817 tane çadır varsa, bunun sadece yüzü devlet tarafından karşılanmış.Diğerleri, işte bağışlarla, yardım kampanyalarıyla bir şeklilde karşılanmış diye düşünüyorum. Mültecilere bile ayrımcılık söz konusuydu benim gördüğüm. Hani işte, Arap-Sünni profiline girmeyen insanlara ayrımcılık yapılıyordu. Bu kamplarda Türkmenlerin, Alevilerin, Kürtlerin ve Ezidilerin dağılımında ayrımcılık yapıldığını gördüm. Bunun tabii ki olmaması gerekir. Diğer tarafta, 2 milyon mülteciden bahsediyoruz; bu da kolay bir şey değil. Bunun sorumluluğu da elbette ağırdır. Ama Türkiye sadece coğrafi değil, siyasi olarak da büyük bir ülkeolduğundan vesavaş da dün başlayıp mülteciler bir anda kapıda durmadığından,bunun hazırlıklarını önceki yıllarda yapabilirlerdi.
Bu savaşın en büyük sorumluluklarından bir tanesi tabii ki Batı’ya düşüyor, Avrupa’ya düşüyor. Avrupa yıllarca silah ticaretine destek verdi. Ve hala, şu an bileAvusturya silahları Cizre’de, Suriye’de kullanılıyor. Özellikle, tarafsız bir ülke olan Avusturya’nın bu şekilde silah ticaretine bulaşması ve bu şekilde savaşları tetiklemesi, şiddeti artırması, insanın etik değerlerine tabii ki tamamen aykırıdır.
Batı’nın burada kesinlikle büyük bir sorumluluğu olduğunu düşünüyorum. IŞİD/DAİŞ’in güçlenmesinde de Batı’nın sorumluluğu var. Çünkü, IŞİD/DAİŞ, aynı zamanda Batı’ya karşı güçlü bir cevap olabilmek için kuruldu. Yani IŞİD bugünden yarına oluşmadı.Tamam, bir egemenliğe, bir güce sahip olmak için dini kullandı. Ama aynı zamanda da Batı’ya yönelik bir cevap olmak istedi. İşte, Amerika’nın Irak’ta olan işgalinden sonra…Ve Avrupa aynı pasifliği, yani üç maymunu oynadı. Mülteciler kapıya dayandıktan sonra, sankikendilerinin herhangi bir sorumluluğu yokmuş gibi davrandı. Bu çok yanlıştı.
Sonuçta kısaca özetlemek gerekirse, topu biri diğerine attı. Herkesin bu savaştan, bu krizlerden bir sorumluluk payı taşımasına rağmen, bunun bedelini en çok masum insanlar ödedi.
Ve şu an Avrupa ülkeleri, bu savaşların çıkma ve IŞİD/DAİŞ’in güçlenme sorumluğunu üstlenmekyerine, sorumluluğu birbirlerine atmaya çalışıyor. Bu nedenle,mülteci krizi de şu an bir araya gelemedileri ve ortak bir çözüm bulamadıkları için, tamamen çıkmaz bir sokağa girdi. Bu çıkmaz sokak da Tayyip Erdoğan’a dayanıyor. Diplomasi bu olmamalı diye düşünüyorum. İnsan canı üzerinden bu şekilde pazarlıkların sürdürülmesi, hümanist değerler açısından kabul edilemez.
Avusturya Parlamentosu’ndan bakınca, Türkiye’nin Suriye konusundaki tutumu, Türkiye-IŞİD ilişkileri nasıl görülüyor?
Meslektaşlarıma bakarsam, onların büyük bir çoğunluğu, yani %95’i diyebileceğimiz kadarı, Recep Tayyip Erdoğan’ın tutumunu negatif değerlendiriyor ve onu güvenilir bir muhatap olarak görmüyor. Çünkü,her şeyden önce Türkiye’nin demokratikleşme çabasını görmek istiyorlar. Demokratikleşme çabasına tabii ki polis süreci, basın özgürlüğü ve bunlara benzer nice değer giriyor.Bunlar yerine getirilmediğinden, Türkiye’nin şu anki demokrasi anlayışıyla Avrupa’nın demokrasi anlayışı uyuşmuyor. Durum böyle olunca, IŞİD/DAİŞ’in güçlenmesindeki en büyük sebeplerden bir tanesinin Türkiye olduğunu düşünüyorlar. Buna yönelik zaten Can Dündar’ın ve birçok gazetecinin açıklamaları, delilleri gösterildi. Bu da güveni ister istemez sarstı. Recep Tayyip Erdoğan, sadece Avusturya’da değil, Avrupa platformunda da IŞİD/DAİŞ’e yönelik ilişkilerinde inandırıcılığını tüketti.
Mülteciler konusunda Almanya uzun süre sessiz kaldı, sonra buyursunlar tarzı sözler etti, sonra kapıları kapattı ve hatta Macaristan’a mültecileri geçirmemesi konusunda baskı yaptığı ortaya çıktı; şimdi de (Avusturya üzerinden) Almanya’ya giden mültecileri Avusturya’ya geri gönderiyor. Bu tutumu nasıl açıklayabiliriz?
Almanya, güncel konular değiştiği anda biraz da pragmatik davranıyor.Açıkcası, Almanya o savaşın Batı’ya hiçbir zamansıçramayacağını düşündü;nasıl olsa bizden uzak diye. Diğer Avrupa ülkeleri de aynı tutumu takındı. Geri göndermeler Dublin sistemi yüzünden, yani mültecinin ilk giriş yaptığı Avrupa ülkesine geri gönderilmesini öngören bir prensip var.
Almanya bu konuda daha az samimiydi. Çünkü, en çok silah yardımı yapan, askeri girişimlere bir şekilde en çok desteği veren yine Almanya’ydı. İşin içinden çıkamadıklarını gördükleri zaman da, Merkel,mültecileri davet etti. Sonra da parti içerisindengelen baskıya dayanamayarak, kapıları tekrardan kapattılar. Ama işte bunların hepsi bir araya gelemeyişin, ortak bir çözüm bulamayışın sancılarıdır. Avrupa’nın yeterince zamanı vardı.Hani en basiti, IŞİD/DAİŞ’e, terörizme karşı bir mücadele verilecekse, askeri güce sahip olan ülkeler birleşip bu konuda ortak bir yol haritası çizebilirlerdi. Avusturya gibi,tarafsızlık açısından askeri güçleri pek olmayan ülkeler de oturup bu olayın siyasi çözümünü çıkartabilirlerdi; oturup, Suriye’ye yönelik bir barış konseptinirahatlıkla yapabilirlerdi. Her şey askeri güçle ya da şiddet yoluyla olacak diye bir şey yok. Ben bir pasifist olarak buna zaten tamamen karşıyım. Bana kalırsa, IŞİD’i silahla ezmek yerine, IŞİD’in finans kaynaklarını kesmeleri gerekiyordu. Çünkü paraları olmadığı müddetçe savaş güçleri de zayıflayacaktı.Bunu yapmadılar; ama bir barış konsepti de sunmadılar.Yıllardır Suriye’de savaş oluyor, Irak’ta savaş oluyor. Ne Orta Doğu’ya ne de Türkiye’ye yönelik, barış sürecine dair herhangi bir konsept sunuldu. Bir yardım sunulmadı ve o ülkeler tamamen kendi kaderleri ile baş başa bırakıldı.
Yeşiller mülteciler meselesine nasıl bakıyor? Parti içinde ayrışma var mı?
Yok hayır. Şimdi, yeşiller insan hakları partisi. İnsan hakları partisi olduğu için, mültecilerin yanında, yaşamın yanında en çok duran ve şiddete karşı bir partidir. Yeşillerin bu konuda geri adım atma gibi bir girişimleri de olmadı.
FPÖ’nün tutumunu nasıl değerlendirirsin?
FPÖ (Avusturya Özgürlükçü Partisi), işte aslında tamda tipik sağcı, milliyetçi ve ırkçı siyaseti yapıyor. Neo-liberal bir yaklaşımı var her şeyden önce. Savaşlar başladığında, o savaşlara göz yumuyor; mülteciler kapıya geldiğinde mültecileri kabul etmeyen, en çok yadırgayan da yine aynı kesim oluyor. FPÖ bunu cumhurbaşkanlığı seçimlerinden dolayı da özellikleçok farklı ve popülist bir şekilde yapmaya başlıyor. Yani insanların korkularını tetikliyor
İşte, ‘barbarlar buraya geliyor’, diyor; işte islamofobiyi tetikliyor…‘Biz burada artık güvenli değiliz, her şeyimizi elimizden alıyorlar…’Genel olarak insanların varoluşkorkularınıtetikliyorlar. Ve tabii ki bu olayın bir tarafı, diğer taraftan Türkiye açısından baktığımızda, RTE’nın politikası ile IŞİD/DAİŞ’in politikası sağ partilerin Avrupa’da yükselmesine sebep oldu. Bu öncelikle, insanları kendi siyaseti için Avrupa’da sokağa dökmekle başlıyor. O insanların kendilerinin Avrupa’ya ait olma hissini ellerinden alıyor ve buradaki entegrasyona büyük zarar veriyor. Böyle olunca da, sağcı partilerbunun zeminini bir şekilde kullanmaya başladılar. Sağ partilerin yükselişinde,hani bu benim kendi görüşüm, kendi analizim, RTE’nin politikası olsun, IŞİD’in politikaları olsun büyük rol oynadı. Sağ partilerin ekmeğine yağ sürüldü, onları güçlendirdi.Her birinin eline şu an koz geçti ve gerek yabancı düşmanlığını gerekse islamafobiyi istedikleri kadar yayabiliyorlar.
İçişleri eski Bakanı Mikl-Leitner, Avrupa’yı bir kaleye çevireceğiz, biz bunun çalışmalarını yapıyoruz mealinde sözler etti. Böyle bir politikanın AB’ye getirisi ne olur? Avrupa’yı kaleye çevirecek bu korku niye?
Dediğim gibi; sağ partiler toplum içerisinde, vatandaşlararasında büyük bir varoluş korkusu yarattığından, muhafazakar partilerde artık seçmenlerini sağ partilere kaptırmamak içinister istemez sağ politikalara yakın söylemlerde bulundular;bunun açıklaması budur. Yoksa Avrupa’yı kaleye çevirmek pek o kadar basit değil.Çünkü Avrupa’nın, Birleşmiş Milletlerden tutun da, birçok uluslararası anlaşması var. Böyle bir şey yapmak şu an pek realist bir yaklaşım değil.
Demagojik bir söylem diyebiliriz o halde.AB’nin Türkiye ile mülteciler üzerine yaptığı pazarlığı, AB’nin insan hakları normları vb. üzerinden okuyacak olursak, bunun AB sözleşmelerine uygun olduğunu söyleme şansımız nedir?
Henüz yatırılmış bir para yok ortada. En son, 348 milyonun Türkiye’ye gönderilmesinin kararı çıktı Avrupa Parlamentosu’ndan. Mültecileringelmemesi için ellerinden geleni yapacaklar. Ama diğer taraftan da Türkiye’ye vaadettikleri, Türkiye’nin AB’ye girmesi vaadinide samimi bir yaklaşım olarak görmüyorum.Bence Türkiye’ye şu an dürüstçe davranmıyorlar; çünkü aslında hiçbiri Türkiye’nin AB’ye girmesini istemiyor. Fakat diplomatik bir şekilde, güzel bir dille bunu uzatmaya çalışıyorlar. Ancak Türkiye tarafına bakarsak, Türkiye çok kısa bir süre içersinde, hatta birkaç yıl içersinde AB’ye gireceğini söylüyor. Bu vaatlerinyasal bir konumu yok, Türkiye şu an demokrasiden çok uzak ve bu kriterleri birkaç yıl içerisinde halledebileceğini de zannetmiyorum. Yani, özellikle RTE’nin cumhurbaşkanlığı süreci ve yönetimi içersinde gerçekleşebileceğini düşünmüyorum.
Irkçı kesim, özellikle seçim dönemlerinde göçmenleri seçim malzemesi olarak kullanıyor. Son birkaç yıldır mülteciler sorunu genel yabancılar sorununun ilk sırasına çıkmış gözüküyor. Aşırı sağcı ve ırkçı kesimlerin demagojik söylemi, oylarının da armasına neden oluyor. Örneğin Almanya’da, AfD (Almanya için Alternetif)’nin Saksonya’da başlayan yükselişi (9,7 %) Mecklenburg-Vorpommern Eyalet Meclisi seçimlerinde (20,8 %) iki katını açtı. Avusturya basını aylardır mültecilerden kaynaklı kriminal olayları manşete taşıyor, işsizlikle bağlantı kuruyor, mültecilere bütçeden yapılan harcamaları öne çıkarıyor. Bütün bu olumsuz gelişmelerin, 2 ekimde Avusturya’da yapılacak Cumhurbaşkanlığı yenileme seçimlerini nasıl etkilemesi bekleniyor?
Tabii ki büyük bir etki oluşacaktır. Neticede bu popülist söylemler halk tabanında elbette bir şekilde karşılıkbuluyor;birilerine erişebiliyorlar. Medya, bütün medyayı katmamak lazım, daha doğrusu bulvar dediğimiz medya, yani pek kaliteli olmayan gazeteler toplum içerisindeki bu korkuları daha fazla tetiklemek için bunlara yeterince yer veriyor. Ama işte bu IŞİD’in Nice’de olan saldırısının, Fransa’ya olan tekrardan saldırısının, FPÖ’nün cumhurbaşkanı adayının oylarını biraz daha artırmasına sebep olduğunu gördük anketlerden. Bu mülteci krizini öyle ya da böyle kullanacaklar. Ve her bir saldırı,bu sağcı partilerin tekrardan yükselişine sebep olacaktır. Avrupa’da Müslümanlara karşı ya da yabancılara karşı ırkçılığı artıracaktır.
Türkiye’de gündeme gelendarbe girişimi sonrası, Avrupa’nın birçok şehri AKP yanlılarının gösterilerine sahne oldu.Viyana’da, o gece ve sonrasında izinsiz gösteriden işyerlerine saldırıya kadar şiddete yönelen kanunsuz eylemler, kamuda sıkıntı yarattı. Hükümetin söylemi sertleşti, Türkiye Avusturya ilişkileri gerildi. Avusturya’nın eleştirileri ‘İslam karşıtlığı’ olarak lanse edildi. Türkiye Büyükelçi’yi geri çağırdı. Bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?Nasıl sonuçlanır?
Darbe gecesi bir kabustu. Demokrat kitleler için olduğu kadar demokrat olmayan kitleler için de bir kabustu aslında. Ama darbeden sonra da bu kabus devam etmeyi sürdürdü.Özellikle AKP Hükümetini eleştiren kitleler için bu kabus devam ediyor. Buraya bakacak olursak; Avusturya’da ve diğer Avrupa ülkelerinde AKP kendi lobi organizasyonlarını kurdu. Bunların isimlerine UETD (Avrupa Türk Demokratlar Birliği) filan denildi ve UETD birebir Cumhurbaşkanlığına yakın olan bir lobi organizasyonu olarak Gezi olaylarından beri aktif bir halde. Bunun da tabii sebebi vardı.Şimdi kronolojik olarak geriye dönük düşünürsek, Gezi olaylarında RTE’nin imajı Avrupa’da çok kötüydü. Çok kötü olduğu için de birilerinin, RTE’ın imajını Batı’da düzeltmesi, birilerinin bu tür şeylerle ilgilenmesi gerekiyordu.Ondan dolayı bu lobi organizasyonları kuruldu. Ve bunlar, kim RTE üzerine bir eleştiri yaptıysa onun kafasına vurdu, onu eleştirdi, ona mektup yazdı;kısaca, hep karşı eylemler yapıldı.
Geçen yıl Avusturya Parlamentosu’nda Ermeni soykırımı tanındı. Ondan sonra da İslam Yasası çıkartıldı. İmamların Türkiye’den değil de, burada eğitilip tayin edilmesini öngören bir yasaydı. Bu siyasi girişimlerden sonra lobiciler bu ülkede, Viyana Eyalet seçimlerinde kendi Türk partisini kurdu.İşte ‘siz nasıl bizim Cumhurbaşkanımıza hakaret edersiniz’ ya da ‘bizim cumhurbaşkanımızı nasıl eleştirirsinizi, biz sizi artık kendi vekillerimiz olarak görmüyoruz, kendi siyasetçilerimiz olarak görmüyoruz. O yüzden biz kendi Türk partimizi kuruyoruz’. Bu girişimler büyük bir paralel yapı, -paralel dediysem, bu bizim Türkçede biraz yanlış anlaşılıyor- sosyokültürel olarak paralel bir yapı oluşturmaya başladı. Yani Avusturya’daki Türkiyeliler demokrat ve antidemokrat olarak bölündü; çünkü ben Kürt-Türk savaşı olarak görmüyorum şu anki durumu.Ben bu bölünmeyi demokrat-antidemokrat bir bölünme olarak görüyorum. AKP’nin içersinde de Kürtler var, başka etnik gruptan olan insanlar var. Dolayısıyla bu UETD, bu demokrat kitleyi, yani AKP’nin rejimine, AKP’nin siyasetine karşı gelen herkesi bir şekilde düşman olarak lanse etmeye veonlara karşı karalama politikası sürdürmeye başladı. Bu durum Avrupa ve Avusturya sokaklarına kadar döküldü.İşte, Kürt işyerleri saldırıya uğradı. Kürt-Alevi insanlar saldırıya uğradı, başka eyaletlerde. Yaralamalar oldu. Olay bu boyuta vardıktan sonra, Avusturyalılar buna bir dur dedi. Çünkü bir çok gazeteci twitter üzerinden, ‘ne oluyoruz, burada ne oluyor’, diye sormaya başladı. ‘Türkler bizim sokalarımızdan yürüyüp agresiv bir şekilde Allahuekber diye sloganlar atıyorlar. Bize yönelik bir saldırı mı gerçekleşecek’ diye, bir panik hali de oluşmaya başladı Avusturyalılarda. Özellikle solcu kesim bile bunu çok eleştirdi.
Bir demokratik yapıda bu tabii ki kabul edilemez bir durum. Bir ülkenin siyasetininkalkıp da başka bir ülkeye taşıması ve aynı zamanda oülkenin vatandaşlarının, işyerlerinin saldırıya uğraması ve o ülkede yaşayan insanların fişlenmesi… Bunlar Avuturya demokrasisiyle ve demokrat ilkeleriyle kesinlikle bağdaşmadı. Bağdaşamadığı için de, tabii ki eleştiriye maruz kaldı Türkiye. UETD öyle bir güçlenmeye başladı ki cumhurbaşkanlığı tarafından, şu an ne ATİB (Avrupa Türk-İslam Birliği) cesaret ediyor UETD’ye karşı bir şey söylemeye, ne de Büyükelçilik. Yani şu an Büyükelçi geri çekilmiş ya da çekilmemiş herhangi bir durum değiştirmiyor. Çünkü UETD Cumhurbaşkanlığının fonksiyonunu nasıl olsa görüyor.
Yeterince elçi var!
Tabii ki. Büyükelçiliğin fonksiyonunu nasıl olsa bitiriyor. Gerek yok ona gibisine. Çünkü ona bakarsak, Büyükelçi bütün Türkiye’yi,Meclis içindeki bütün partileri temsil etmeli. Türkiye’deki bütün Türkiye halkını,Türkiye’de yaşayan bütün halklarısavunmak zorundadır. Dolayısıyla, UETD yüzünden bunu pek deyapamadığı için, Büyükelçiliğin fonksiyonu bir şekilde bitti. UETDbitirdi.
Peki, nasıl sonuçlanır?
Bu geri çekilmeler geçen yıl da oldu, hani Ermeni Soykırımı Avusturya Parlamentosu’nda tanınınca, Büyükelçiertesi gün geri çağrıldı. Geçen yaz Türkiye Avustuya’yı siyasi boykotla tehdit etti. Avusturya bu tehditleri tamamen görmezden geldi. Yani önemsemedi.Bu bizim parlamentonun verdiği bir karardır, siz karışamazsınız gibisinden.Sonra, Kasım Türkiye seçimlerinde Büyükelçi, Türkiye tarafından kendiliğinden gönderildi. Bu geri çekme,siz Avusturya sokaklarında Kürtlere ya da demokratlara yürüyüş hakkı veriyorsunuz diye.Yani çok banal bir gerekçeden dolayı Büyükelçiyi çekmenin, Türkiye diplomsisinişu an tamamen itibarsızlaştırdığını farketmiyorlar.
Kendiliğinden takrar gönderirler mi, Kasım’daki gibi mi olur?
Şu anki Avusturya Büyükelçisi zaten Portekiz’e gidecekti ve eylül ayında tekrardan bir Büyükelçi gelecekti. Bunu Avusturya Dışişleri Bakanlığı bilmiyor muydu? Biliyordu bir şekilde. Bu diplomatik bir blöftü ve bu blöfe kimse düşmedi.
Aslında şimdiye kadar anlattıklarınız içerisinde kısa kısa değinmiş olduk, ama ben yine de bir başlık olarak sormak istiyorum: Avusturya nezdinde Türkiye’nin insan hakları sicili ne durumda?
Biz, Avusturya Parlamentosu olarak, Türkiye’nin insan hakları konusundaki tutumuna yönelik kaygılarımız vardı.Her fraksiyondan ve her kesimden milletvekili bunu bir şekilde dile getirdi ve şu an da insan hakları diye bir şeyin olmadığını görüyoruz.
Tabii ki, barış sürecinin bir an evvel tekrardan masaya getirilmesini istiyoruz.Zaten dokunulmazlıklarla ilgili, benim ve parti başkanlarının imzasıyla bir kararname de hazırlamıştık, yaz tatilinden önce. Ve bu kararname Avusturya Parlamentosu’ndan oybirliğiyle geçmişti. Yani benim, ÖVP (Avusturya Halk Partisi)Fraksiyon Başkanı Rainhold Lopatka ve SPÖ (Avusturya Sosyaldemokrat Partisi) Kulüp Başkanı Andreas Schieder tarafından, üçümüzün başvurduğu bu kararname de aynı şekilde Avusturya Parlamentosu’ndan oybirliğiyle geçmişti.
Diğer taraftan bakarsak, durum genel olarak zaten komik bir hale geldi. Yani İnsan Hakları Vakfı’nın Başkanı Şebnem Korur Fincancı’nın, bir akademisyenin terör propagandası yüzünden tecrite alınması bile, o ülkenin insan haklarına değer vermediğini gösterir.
Başbakan Christian Kern ölüm tehditleri adlığını açıkladı. Sizin de tehdit edildiğinizi, hakarete uğradığınızı duyuyoruz. Kimler, ne için tehdit ediyor?
Aslında bu yeni değil, çok eski bir şey. IŞİD’in yaptığı bir korku propagandası vardır; korku yayma atmosferi vardır. İşte bakın, bize böye karşı gelirseniz, biz de size bunu yaparız! Bunu ibretlik bir durum haline getirip de toplum içerisinde yaymaya başlıyorlar.
Türkiye krizi başlamadan önce de bana tehditler zaten geliyordu. Yani o dönemlerde ne Kobane ne de Şengal vardı; herhangi bir şey yoktu. Ben herhangi bir dernek üyesi de değildim aday olduğumda. Maliye mahkemesinde hukukçu olarak çalışıyordum. Türkiye siyasetine yönelik bir söylemim de yoktu. Hani öyle bir gerekçe de yoktu o dönem. Ve sadece işte ismimin Berîvan olması, yani Kürtçe bir isim taşımam nedeniyle, ırkçı kesimlerin tehditine maruz kaldım. Özellikle Alperen Ocakları’nın saldırıları.Benim geri çekilmem için bir sürü tehdit yapıldı,ben daha adayken.
Burada örgütlü mü onlar?
Evet, örgütlüler. Ben daha adayken yapıldı bunların hepsi. Yani o dönem siyasi herhangi bir şey söylemeden. Ama işte ben Kürdüm demek bile birçok insan için bölücülük anlamına geliyor. Olayınsebebi de Standart’ta çıkan bir haberde yatıyor.Kısaca anlatayım: Ben Standart gazetecisiyleröportaj yaparken annem telefon açıyor. Annemle konuşuyorum. Aaa, diyor Standart’ın muhabiri, bu Türkçe değil, hangi dil? Böylece bir sohbete giriyoruz. Kürtçe, diyorum. Aaa, öyle mi, diyor. ‘Siz o zaman Meclise giren Kürt asıllı ilk siyasetçi olacaksınız’. Evet, diyorum ve ertesi gün başlık olarak ‘Avusturya siyaseti renkleniyor, Faslıdan hariç bir de Kürt asıllı siyasetçi giriyor Meclise’ diye haber yapılıyor. Çok pozitif bir haberdi bu aslında. Bakın Avusturya siyaseti renkli olmaya başlıyor,farklı farklı kesimlerden insanlar katılıyor, diye. Ama işte bu, milliyetçi kesimlerde bayağı bir antipati oluşturdu, zaten taa o dönemlerde başladı. Kendi tanıdıklarım bile bana kalkıp da,‘ya bak, işte bu Kürtçe ismini çıkarsan, daha iyi olmaz mı?’ dedi. Hani, Türkler de beni seçsinler diye.
Sürekli böyle öneriler geliyordu ve ben ırkçılığın bu dozda olabileceğini hesaba katmadım açıkçası. Çünkü burada büyüdüm, burada yetiştim, kimliğimin büyük bir parçası Avrupalı. Ben her şeyden önce bir Avusturyalıyım ve o şekilde düşünüyorum. Benim gibi burada doğup büyümüş ve göçmen olarak ayrımcılığa uğramış bir insanın,burada tekrardan bu şekilde ve bu denli ırkçılık yapabileceğini,işin bu noktaya gelebileceğini açıkçası tahmin etmemiştim. Durum böyle olunca, bunun reaksiyonlarını da zamanla gördüm. Sadece ismimin Kürtçe olmasından dolayı beni seçmeyen insanlar oldu; yani Kürdüm diye oyunu bana vermek istemeyen insanlar oldu. Aslında bu beni tutumumda daha çok güçlendirdi. Ben o dönem basına çıkıp da ölümle tehdit edildiğimi ya da ayrımcılığa uğradığımı söylemedim. Ama o dönem içerisinde bana sürekli mail geliyordu, ‘Suriye’de sizin kökünüzü kurttuk, burada da kurutacağız’ falan diye. Böyle saçma sapan ırkçı söylemler vardı. Olay böyle olunca ben de boyun eğmedim haliyle. Çünkü benim kendi ilkelerime ters bir durumdu.Ben de dedim ki, madem öyle bundan sonra iki ismimi değil, sadece Kürtçe ismimi kullanıyorum.Beni seçen vatandaş, etnik kimliğime değil, siyasetime bakarak seçsin dedim. Tehditler, Türkiye-Avusturya krizi döneminde tabii ki çoğalmaya başladı. Çünkü ben, Dışişleri ve aynı zamanda da İnsan Hakları Komisyonu üyesiyim. Türkiye ve Orta Doğu politikasından en iyi anlayan vekillerden bir tanesiyim. Böyle olunca da, o konulara yönelik açıklamaları en çok biz yapıyoruz.Çünkü fazla kişi yok o komisyonlarda oturan ve konudan anlayan.
Kobane’ye gitmemin nedeni de zaten, oradaki mültecilere erzak yardımı yapılmasıydı. İşte burada aldığımız raporlarla, haberlerden okuduğumuz şeyler birebir tutmuyordu; çelişki vardı. O çelişkiyi iyice öğrenebilmek için oralara kadar gittik. Geçen yıl Cizre’de, Nusaybin’de yasaklar olduğunda tekradan Barış Bloku’yla bir delegasyon düzenledik. Levent Tüzel’le, Mithat Sancar’la beraber orada görüşmelerimiz oldu. Hatta Levent Tüzel’le beraber Barış Bloku’na katılıp, hem Almanya’dan hem de Hollanda’dan gelen vekillerle beraber gidip oraları gördük.
Tabii ki, ben her zaman yaşamın yanında durdum. Her zaman şiddetin karşısında, barışın yanında durdum. İnsanların, şiddetten uzak durmaları ve bizi bölen, parçalayan ülkelere karşı gelmeleri için mücadele ettim. Bundan dolayı da düşman haline getirildim. Örneğin,geçen yıl Ermeni Soykırımı tanındı;kararda diğer Türk vekillerimiz de vardı, ama en çok saldırı banaydı. İslam Yasası Meclisten geçti. Yeşiller Partisi olarak biz, İslam Yasasına karşıydık; oyumuzu vermedik. Buna rağmen yine de saldırıldı.
Maalesef bunu değiştiremem; yani etnik kimliğimi değiştiremem. Benim elimde olan bir şey değildir. Ancak tutumumdan da kesinlikle taviz vermiyorum, hani geri de çekilmiyorum. Çünkü, benim için siyasi kimliğim çok önemlidir. Bunu Ahmet, Mehmet ya da başkasından aferin alabilmek için de yapmıyorum. Barış için, iyi bir demokrasi ve devrim için mücadele etmiş onca insanın; yani canlarıyle bedel ödemiş insanların mücadelesi için bunu yapıyorum. Boynumun borcu olduğu için yapıyorum. Benim istikrarlı tutumum da o kesimleri oldukça rahatsız ediyor doğal olarak. Benim gibi siyasi kimliğe sahip insanların siyasi platformlarda yer almasınıkesinlikle istemiyorlar.
Aleyhlerine olan gelişmelere karşın, göçmenlerin örgütsüz olduğu ortada. Sizce nasıl örgütlenebilirler? Bu doğrultuda neler yapılabilir?
Şimdi şöyle bir şey var; göçmenler de zaten kendi aralarında bir kriz yaşıyor şu an. Belki bunu dışarıda duran Avusturyalı farketmiyor. Ama bugün bir Afgan, bir Suriyeli ya da ne bileyim Kobaneli bir Kürt bile kendi aralarında inanılmaz bir kriz yaşıyor. Özellikle Ezidilerde bunu görüyorum. Kendilerini, zamanında IŞİD tarafında duran ya da radikal İslama eğilimli olan Araplarla aynı oda içerisinde güvende hissetmiyorlar. Bu insanlar arasında korkunç travmalar var her şeyden önce. İlk başta, o insanların kendi aralarında bir barış yolu bulunmalı, kendi aralarında tekrardan uzlaşmaları için yöntemler geliştirilmeli. Bu olmadıkça zaten örgütsel yapıdan konuşamayız. Şu an göçmenler arasında bilekorkunç bir kriz var, bir nefret var; her ne kadar bunu dışta olanlar görmeseler de.
İlk başta şunu sağlamalı, yani o nefreti o insanların içerisinden bir şekilde çıkarmalıyız. Bunun için de birçok psikiyatrist, uzman, sosyal danışman lazım. O insanların ortak sorunlarını bulmaları ve aralarında bir entegrasyon sağlamaları için bir konsept oluşturmadanbir örgütlenmeye gidilebileceğini zannetmiyorum.
Oysa gruplar kendi aralarında bunu yapıyorlar;çok farklı yollarla da yapabilirler. Göçmenlerin, mültecilerin hepsi okuma yazma bilmez değil;gayet eğitimli insanlar da varve onların öncülüğünde güzel bir örgütlenme olabilir.
Hani kendi sorunlarını dile getirebilirler; savaşın, Batı’nın bugün yaptığı emperyalist savaşın onlara verdiği zararı bir şekilde anlatabilirler buradaki topluluklara. Ama her şeyden önce onların kendi aralarındaki bu nefreti, bu anlaşmazlığı bir şekilde gidermek lazım diye düşünüyorum.
Eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Beni ilk eteptagerçekten kaygılandıran bir durum var. Avrupa’da doğmup büyümüş ve Avrupa’yı ikinci memleketi olarak gören;kendini burada evinde hisseden bütün göçmenlerin, aslında oturup bir de şu hesabı yapmaları gerekir. Şu an hepimiz patchwork(yamalı/parçalı,gş) kimliklere sahibiz. Hiçbirimiz yüzde yüz Türk, Ermeni veyaKürt değiliz. Hani benim üçte birim ne kadar Avusturyalıysa, üçte birim o kadar Türkiyeli, diğer üçte birim de bir o kadar Kürt ya da başka bir yerden.
Ve bu patchwork kimliklere sahip olduğumuz için, artık yavaş yavaş buraya geri dönmeliyiz.Burdaki sorunlarımızı artık kendi aramızda bir şekilde konuşmalıyız. Çünkü maalesef öyle bir noktaya geldik ki, artık komşu komşuyu fişlemeye başladı, bu Gülenci diye. Yani kökeni Türk ise Gülenci oluyor otomatik olarak; kökeni Kürtse işte doğrudanterörist oluyor.
Biz burada yaşayan göçmenler olarak zaten ayrımcılığa uğruyoruz. Buradaki faşizme karşı beraber mücadele etmemiz gerekiyor. Kalkıp Türk partileri kurmak, RTE’nin siyasetini Avrupa’ya taşımak, burada tekrardan ayrımcılığa,insanlar arasında bölücülüğeyarar. Böyle sürerse, hepimizin jenerasyonunda travmalar oluşturacak, bizi güç kaybına uğratacaktır.
Tabii ki Türkiye’nin sorunlarınahepimiz kaygılıyız.Hepimizin yakınları, akrabaları… Hepimiz Türkiye’yi seviyoruz. Ama biz Türkiye’yi demokratik bir şekilde seviyoruz. Demokratikleşmesi için atmamız gereken adımlar olmalı diye düşünüyorum. Ama bu şekilde değil. Hani insanlar arasına ayrım koyarak değil.
Bugün ben nasıl gidip Berivan Aslan olarak Avusturya Hükümetini eleştiriyorsam, o zaman kalkıp da bana sen çok iyi bir siyasetçisin diyebiliyorsan, benim aynı zamanda kalkıp da bir siyasetçi olarak Türkiye Hükümetini de eleştirme hakkım olacaktır. Ben bunu yaptığımda bir vatan haini, bir terörist değilim. Hani ben hangi hükümet olursa olsun, özellikle muhalefet partisi siyasetçisiyim. Bunu kendi nefretleri ya da tekçi sistemleri doğrulturunda kullanmalarına, farklı yerlere çekip de insanlar arasındaki bağı koparmalarına izin vermemeliyiz. Savaş çok zor; insanları birbirine kolaycakışkırtabilirsiniz.Ama insanları tekrardan barıştırmak çok zordur. Özellikle Avrupa’da yaşayan kesimler, öncelikle kendi yaşam kaliteleri için bu tekçi-ırkçı sistemden, ırkçı yaklaşımdan ve ötekileştirmeden uzak durmalılar. En azından burada yaşayanlar bunu yapmamalı; yani, birbirlerinin özgürlüklerini kısıtlamamalı.Şu an benim en büyük kaygım bu. Burada doğup büyüyen gençlere baktığımız zaman, burada çok özgür, çok demokrat bir ülkede büyüyorlar; ancak kullandıkları söylemlerin, yazdıklarışeylerin Avusturyalı bir sağcıdan farkı yok benim için.Ben bunu istemiyorum. Bir siyasetçi olarak, bana karşı koz olarak kullanılıyor, bu bir. İkinci olarak, ben daha aydın, çağdaş bir Türkiyeli göçmen gençlik istiyorum. Yani işte durum bu.
Teşekkürler sevgili Berîvan Aslan.
(*) Aygül Berîvan Aslan, 1981 Kulu/Konya doğumlu. Avusturyalı siyaset bilimcisi ve hukukçu. Innsbruck-Leopold Franzens Üniversitesi’nde siyasal bilgiler okudu. Bitirme tezini, Türkiye’de insan hakları üzerine yazdı. 2013 tarihinden beri Avusturya Parlamentosu’nda Yeşiller Partisi Milletvekili.