“BEY”İN ÖLÜMÜ GERÇEKLEŞTİ
Mirzabeyoğlu ve İBDA-C Üzerine
Osman TİFTİKÇİ
7 Mayıs 2018 tarihli basın, evinde beyin kanaması geçirip hastaneye kaldırılan Salih İzzet Erdiş’in, kamuoyunda bilinen ismiyle Salih Mirzabeyoğlu’nun, beyin ölümünün gerçekleştiğini bildiriyordu.
Mirzabeyoğlu, Türkiye’deki İslami hareketin farklı bir cephesinin ve Türkiye Soluyla Kürt hareketinin İslami kesim üzerindeki etkisinin anlaşılması bakımından önemli bir isimdir.
İBDA-C’liler Furkan dergisinin Şubat 1999 tarihli sayısında (Mirzabeyoğlu’nun 29 Aralık 1998 günü gözaltına alınıp tutuklanmasından bir ay sonra) kendilerini şöyle tanıtıyorlardı:
“BİZ İSMAİLAĞA TEKKESİNE BAĞLI, MAHMUT HOCAEFENDİ HAZRETLERİNİN MÜRİDİ OLMA SEVDALISI İBDACILARIZ.”
“Tarikatta şeyhimiz, mürşidimiz –lütuflarıyla kabul buyururlarsa- Mahmut Ustaosmanoğlu hazretleri; fikirde ise liderimiz Kumandan Mirzabeyoğlu’dur.”[1] (Büyük harfler yazarlara ait.)
Mahmut Ustaosmanoğlu, İsmailağa Cemaatinin lideriydi. 1931 yılında Of’ta doğan Mahmut Ustaosmanoğlu, 1954 yılında Fatih’te İsmailağa Camiine imam oldu ve 1996 yılında emekli olana kadar bu görevi sürdürdü. M. Ustaosmanoğlu 12 Eylül cuntasına kadar İskenderpaşa Cemaati içinde yer alıyordu. İskenderpaşa Mehmet Zahit Kotku’nun liderlik ettiği, Erbakan ve Milli Görüş’ü çıkaran, MSP’yi, Akıncılar gençlik örgütünü, Hak-İş sendikasını kuran cemaatti. Salih Mirzabeyoğlu da 1970’li yıllarda bu cemaat içindeydi ve Akıncılar örgütünü kuranlar arasındaydı. Mirzabeyoğlu ayrıca Necip Fazıl Kısakürek ile de yakın ilişki içindeydi. Necip Fazıl, MSP’yi başlangıçta desteklemiş ama sonradan bu partiye “Milli Melanet Ocağı” diyerek cemaatten desteğini çekip, MHP’yi desteklemeye başlamıştı. Mirzabeyoğlu da MSP’den ayrılmış ve 12 Eylül cuntasını büyük bir hararetle destekleyen Necip Fazıl’ın Rapor Dergisinde yazılar yazmıştı (1979-1980).
Mehmet Zahit Kotku 12 Eylül cuntasından çok kısa bir süre sonra, 13 Kasım 1980’de öldü ve cuntacıların izniyle, Süleymaniye Camiinin avlusuna gömüldü. Onun ölümünden sonra, cuntacıların da baskısıyla İskenderpaşa Cemaati bütünlüğünü kaybedip bölünmeye başladı. Bu süreçte Mahmut Ustaosmanoğlu da kendi başına bir cemaat oluşturdu. Bu cemaat örgütlenme merkezi olan İsmailağa Camiine atfen, İsmailağa Cemaati olarak isimlendirildi.
İsmailağa Cemaati diğerlerinden giyim kuşam konusundaki farkıyla ayrılıyordu. Cemaate mensup kadınların kara çarşaf giymesi, erkeklerin sakal bırakıp, sarık takmaları, şalvar ve cübbe giymeleri zorunlu idi.
Salih Mirzabeyoğlu da 1980’li yılların sonlarına doğru İBDA-C’yi (İslami Büyük Doğu Akıncılar Cephesi) kurdu. Ak Zuhur ve Taraf isimli dergileri yayınladı. İBDA-C ve Mirzabeyoğlu, 1990 yılından 28 Şubat sürecine yani 1997 yılına kadar olan dönemde eylemleriyle ve söylemleriyle kamuoyunun dikkatini çekti. Mirzabeyoğlu’nun cezaevine girmesinden sonraki süreçte, örgütün varlığı pek hissedilmedi.
“Büyük Doğu” ve “Akıncılar” kelimelerinden oluşan İBDA-C, Necip Fazıl’a (Büyük Doğu) ve İskenderpaşa cemaatinin Akıncılarına vurgu yaparak, örgütün köklerini gösteriyordu. İBDA’cılar her ne kadar kendilerini İsmailağa cemaatine bağlı göstermeye çalışsalar da, İBDA-C’yi bu cemaatin bir örgütü olarak kabul etmek gerçekçi değildir. Nitekim Mahmut Ustaosmanoğlu İBDA-C’yi ve onun eylemlerini sahiplenmemiştir. Mirzabeyoğlu 90’lı yılların başlarında, kendi örgütünü kurmuştu ve bunu geliştirmeye çalışıyordu.
Mirzabeyoğlu’nu ayırt eden, Türkiye soluna, Kürt hareketine ve devlete karşı cemaatlerden farklı bir yaklaşım içinde olmasıydı. Mirzabeyoğlu örgütlenme biçimi ve mücadele yöntemleri olarak da cemaatlerden ayrı duruyordu.
Sözünü ettiğimiz farklılıklar aslında Mirzabeyoğlu ile ortaya çıkmamıştı. 1970’li yılların sonlarında Sedat Yenigün (1950-1980) ve Şeyhmus Durgun (1954, 1985) bu yolu ilk açan İslamcı gençlerdi. Diyarbakırlı bir Kürt olan Şeyhmus Durgun İslamcılara, silahlı mücadele ile devleti yıkıp iktidarı ele geçirmelerini öneren ilk kişiydi. Ş. Durgun Seyyid Kutub ve Mevdudi’nin yanı sıra, Türkiye devrimci hareketlerinden, özellikle Mahir Çayan ve THKP-C’den oldukça etkilenmişti. Ş. Durgun “Oligarşik düzene hayır” diyordu. Ş. Durgun düşüncelerini hayata geçirmeye de çalıştı ama cuntadan önce tutuklandı ve 1985 yılında Çanakkale cezaevinde işkenceyle öldürüldü.
Mirzabeyoğlu gibi İskenderpaşa cemaatine bağlı olan Sedat Yenigün de, İKO (İslami Kültür Ocağı) isimli bir örgüt kurdu. S. Yenigün, İran devriminden yana tavır aldı ve Müslüman Kardeşler tipi bir örgütlenmeyi tartışmaya açtı. Sedat Yenigün de 5 Temmuz 1980 günü bir ülkücü tarafından öldürüldü.
1950 yılı Erzincan doğumlu olan Mirzabeyoğlu, Sedat Yenigün ve Şeyhmus Durgunla akrandı. Üstelik aynı çevre içinde aynı gençlik örgütü yani Akıncılar içinde birlikte mücadele etmişlerdi. Ama diğerlerinden farklı olarak Mirzabeyoğlu Necip Fazılın da müridi olmuştu.
Mirzabeyoğlu İBDA-C’yi kurduğunda arkasında böyle bir tarihi miras vardı. Fakat Mirzabeyoğlu’nun bu mirastan önemli farkları da vardı. Sedat ve Şeyhmus genel itibarıyla kendi içinde tutarlı, az çok sistematik görüşler ileri sürmüşlerdi. Mirzabeyoğlu’nun görüşleri ise tamamen eklektik, birbiriyle uzlaşmayacak olan anlayışları yan yana getirmeye uğraşan, tutarsızlıklarla dolu bir fikir yığınıydı.
Sedat ve Şeyhmus, Seyyid Kutub, Ali Şeriati, Afgani, Abduh gibi modernist İslamcılardan etkilenmişlerdi. Mirzabeyoğlu ise, Şiiliğin, İran devriminin ve İslam modernizminin amansız bir düşmanıydı. Bu konuda Mirzabeyoğlu ustası Necip Fazıl’ın tavrını benimsemişti. Necip Fazıl bunlara; “Doğru yolun sapık kolları” olarak bakıyordu. İBDA’cılar da Ali Şeriati’nin yazdıklarını küfür olarak görüyorlardı. İBDA’cılar 1993 yılında Türkiye’de modernist İslamın önde gelen temsilcisi Ercüment Özkan’ın çıkardığı İktibas dergisinin bürosunu bombaladılar. 1991’de İslami kesimin önde gelen aydınlarından olan İsmail Kara’yı, Necip Fazıl’ı eleştirdi diye dövdüler. Aynı yıl Tevhid dergisine; “Yavuz’dan kalma topraklarda Şah İsmailcilik oynamaya kalkan Şii saldırganlar” diye sopa ve bıçaklarla saldırdılar.
Mirzabeyoğlu; İsmailağa’nın cemaatçiliği ile, yani devletçi dini gericilikle, devlet, ordu ve polis düşmanlığını, Kürt hareketine dostluğu, Türkiye soluna sempatiyi eklektik biçimde bir araya getirmeye çalıştı. Bunu yapmaya çalışırken de, referans olarak sürekli biçimde, cuntacı, devletçi, ırkçı Necip Fazıl’ı gösterdi. Fakat Mirzabeyoğlu’nu ve İBDA-C’yi özgün yapan, ayırt eden özellik onların Necip Fazılcı olmaları, Necip Fazıl’ın devlet teorisini tekrar etmeleri değildi; Türkiye soluna, Kürt hareketine ve devlete karşı, geleneksel İslami hareketten, yani cemaatlerden, Necip Fazıl’dan farklı tavır almalarıydı.
İBDA-C’nin saldırıları yukarıda örneklerini verdiğimiz gibi, daha çok reformcu İslamcı kesimlere yönelikti. Bu saldırıların yanı sıra, kandil gecesi açık olan işyerlerine molotof atma, Ramazanda birahanelere silahlı saldırılar, Atatürk heykellerinin parçalanması, fuhuşa karşı mücadele ediyoruz diye Fatih parkındaki bankların tahrip edilmesi (kadın erkek bunların üzerinde birlikte oturuyormuş) gibi çocuksu, düzene karşı mücadele ile uzaktan yakından ilgisi olmayan eylemler de yaptılar. Bütün bunlar 1990’lı yılların ilk senelerinde oldu. İBDA’cıların söylemedik laf bırakmadıkları emperyalizme, devlet güçlerine yönelik bir tek eylemi olmadı.
İBDA-C’liler Türkiye sol hareketine ve Kürt hareketine yönelik eylem yapmadılar. Hatta Türkiye solunu ittifak yapılabilecek bir güç olarak gördüler. İBDA-C; anti-emperyalist olan, bağımsızlık isteyen herkes cemaatimiz içinde yer alabilir diyordu. Örgüt 1990’lı yılların başlarında Devrimci Sol örgütüne yapılan yargısız infazlara tepki gösterdi. Taraf dergisinin “Polis Radyosu” başlıklı sayfalarında, polis terörü teşhir ediliyordu. Dergide polisi ve Terörle Mücadele Yasası’nı eleştiren yazılar çıktı. Polis İBDA’cılara da operasyonlar yaptı ve gözaltına alınan İBDA’cılar da ağır işkencelerden geçirildiler.
Ama aynı İBDA-C 1993 yılındaki Sivas katliamını; “Şanlı Sivas kıyamı” diye büyük bir hararetle sahiplendi. İBDA’cılar “daha fazla Sivas” diye slogan atıyorlar ve katliamda yer alamadıkları için büyük bir üzüntü duyuyorlardı.
Mirzabeyoğlu, Kürt hareketine ve onun önderi Abdullah Öcalan’a da sempati besliyordu. Ordunun Kürtlere yönelik operasyonlarına karşı çıkılıyordu. Taraf dergisinin Aralık 1991 tarihli sayısında, “askeriyedeki kokuşmuşluğu ve bozukluğu” anlatan sayfalara dergide yer verileceği duyuruluyordu. Mirzabeyoğlu’na göre “Kürt hadisesi de bir nevi eyalet sistemi” idi. Mirzabeyoğlu;
“Yıllarca zulme uğramış Kürt halkının meselesi devletledir; Türk halkı ile değildir. Bütün Müslümanları bu mevzuda uyarırız” diyordu.
Taraf dergisinde PKK’lilere “terörist” değil, “gerilla” deniyordu. Gene Mirzabeyoğlu bir röportajında;
“Ben aslında Öcalan’ın Ateist olduğunu sanmıyorum” diyecek kadar Apo’ya sempati duyuyordu.
Mirzabeyoğlu bir Kürttü. Mirzabeyoğlu’nun dedesi, Şeyh Sait isyanı döneminde öldürülüp kafası kesilen Hacı Musa Oğlu İzzet Bey’di. Aile seyyidlerden geliyordu. Bu özelliğine ek olarak Mirzabeyoğlu’nun hocası Necip Fazıl’ın icazet aldığı Şeyh de Kürt Nakşi şeyhi Arvasi idi. Necip Fazıl ırkçılığına, devletçiliğine rağmen Dersim katliamına, Kürtlere yapılanlara karşı çıkan biriydi. Doğal olarak Mirzabeyoğlu’nun Kürt hareketine ve bu hareketin önderine karşı sempatisi anlaşılabilir bir olgu olarak görünüyor. Ama bu durumda şu soru hemen akla geliyor: o zamana kadar, yani 40 yaşına kadar neredeydi?
Mirzabeyoğlu’nun Türkiye soluna ve Kürt meselesine karşı tavır değişikliğini, 1990’lı yılların sınıf mücadelesinin özellikleriyle açıklamak daha doğru olur. Bu yıllar Kürt hareketinin ayaklanma boyutuna ulaştığı, zor yöntemleriyle bastırılamayacağının anlaşıldığı yıllardı. Türkiye işçi sınıfı bahar eylemleriyle, Zonguldak direnişiyle sokaklarda ve alanlardaydı. Kamu çalışanları en militan biçimde sendika hakkı için mücadele içinde idiler. Öğrenci gençlik eylemleri bunlara eşlik ediyordu. 1980 cuntasının ezdiği, sindirdiği Türkiye sol örgütleri bu yıllarda tekrar toparlanmaya ve mücadeleye başlamışlardı. İslamcı kesim de kendine göre sebeplerle meydanlardaydı. Onlar da Mazlum-Der gibi yeni örgütler kuruyorlar, cemaatlerin dışındaki İslami yapılar kendi aralarında platformlar oluşturuyorlardı. Amerika’nın Irak’a müdahalesi de, bu platformların birbirine ve Türkiye soluna, Kürt hareketine yakınlaşmasına yardımcı oluyordu. Bu arada Kürt Nurcuları ayrılıp kendi cemaatlerini Med-Zehra ve Zehra Cemaatlerini kurdular. Kürt Nurcuları örneğin Med-Zehra lideri Sıddık Dursun, o yıllarda açıkça federasyonu savunuyordu.[2]
Özetle Kürt hareketinin ulaştığı boyut, sol hareketteki canlanma, İslami hareketteki kaynaşma, işçi sınıfı ve gençlik hareketlerinin durumu; yeni bir örgüt kurmak, devlet güçlerine cemaatlerden farklı biçimde yaklaşmak, Kürt meselesinde geleneksel İslami anlayıştan ayrı yeni şeyler söylemek için son derece uygun bir ortam yaratıyordu. İBDA-C ve Mirzabeyoğlu’ndaki değişmeler bu koşulların ürünüydü.
İBDA-C İsmailağa Cemaati ile birlikte Refah Partisi’ni ve onun kurduğu koalisyon hükümetini destekledi. Fethullah Gülen hareketine hakarete varan eleştiriler yöneltip karşı çıktı. 28 Şubata direnmediği için Refah Partisini ağır biçimde eleştirdi. Tutuklanan Mirzabeyoğlu 1999 yılında Fazilet Partisine de oy vermeyin diyordu. İlla da oy vermek isteyenlerin Hasan Celal Güzel’in partisini desteklemelerini öneriyordu.
2001 yılında ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası aldıktan sonra Mirzabeyoğlu’nda önemli değişmeler oldu. Mirzabeyoğlu ağır işkenceler görmüştü ve tek kişilik hücrede tutuluyordu. Mirzabeyoğlu siyasi mücadeleden elini eteğini çekmiş bir haldeydi. 28 Şubattan sonra Gülen-AKP ittifakının iktidara gelmesi, cemaatlerde meydana gelen değişmeler, İsmailağa cemaati içinde Cübbeli Ahmet ile Sadettin Ustaosmanoğlu arasındaki liderlik mücadelesi, Mahmut Ustaosmanoğlu’nun bunlara karşı tavrı vs. konularında ağzını açmadı. Cezaevinde iken kendisiyle röportaj yapanlar oldu (Ruşen Çakır gibi). Mirzabeyoğlu bu röportajlarda geçmişten söz etti, kendine yapılan telegram işkencesini anlattı ama siyasi konulara hiç değinmedi. Mirzabeyoğlu CIA ve MOSSAD’ın, 2000 yılından beri uzaktan elektromanyetik sinyallerle zihnini kontrol etmeye çalıştığını iddia ediyordu.
Mirzabeyoğlu 2014 yılında serbest bırakıldı. Çıktığında ilk yaptığı iş Cumhurbaşkanı Recep T. Erdoğan’ı ziyaret etmek oldu. Mirzabeyoğlu siyasetten uzak durmaya devam ediyordu. 29 Kasım 2014 tarihinde Haliç Kongre Merkezinde bir konuşma yaptı. Bu konuşmasında felsefi, edebi konulardan söz etti. Kürt meselesine de şöyle bir değindi. Anadilden söz etti ama hiçbir köşeli cümle kurmadı.[3] Üstelik o tarihte, 2013 Nevrozunda başlayan barış süreci devam ediyordu. Mirzabeyoğlu aynı konuşmasında Türkiye solunun kendi üzerinde etkisi için de şunları söyledi:
“Bugün açık yüreklilikle söylüyorum ben bunu; işte emperyalizm, sistem, rejim vesaireyi biz soldan öğrendik… Bakın söylüyorum, soldan öğrendik.”
Rahmetlinin iyi bir öğrenci olamadığı ortada. Onun Türkiye solundan ve Kürt hareketinden daha öğrenecek çok şeyi vardı. Tabii onunla birlikte dürüst bütün İslamcıların ve dindarların da.
12 Mayıs 2018
Not. ETHA ile dayanışmak için yazılmıştır.
[1] Salih Demirci-Dr. Latif Denizci, Bu Vatanı Böldürmeyiz, Furkan Dergisi, Şubat 1999.
Yazıdaki diğer alıntılar ve İBDA-C hakkında daha geniş bilgi için; Osman Tiftikci, 1960’lardan Günümüze Türkiye’de İslami Hareket, Ceylan Yayınları.
[2] Kürt Nurcuları hakkında ayrıntılı bilgi için bizim; “Said-i Kürdi’den Said-i Nursi’ye Nurcu Hareket ve Kürt Nurculuğu”, Ceylan Yayınları kitabımıza bakılabilir.
[3] http://akademyadergisi.com/adalet-mutlaka-konferans-ses-kaydi-cozumu/