“Radikal olmak, sorunları kökeninde ele almaktır”
Radikal eleştiri hiç bu kadar önemli olmadı, lâkin radikal eleştiri hiç bu kadar yerlerde de sürünmedi. Bu çelişkinin vakitlice aşılması gerekiyor. Türkiye’de komprador kapitalizm çöküş sürecine girmiş bulunuyor. Her seferinde çözdüğünden daha çok sorun yaratıyor. “yeni değer”, “fazla değer” üretmekte zorlanıyor. Şimdilik, bütçeyi, hazineyi, müşterekleri [herkesin olanı] yağmalayarak, talan ederek, doğal çevre tahribatını [ekolojik yıkımı] derinleştirerek yol alıyor, daha doğrusu yol alamıyor. Her türden sosyal kötülüklere derinleşen ekolojik yıkım eşlik ediyor…
Eğer üzerinde durduğunuz zemin çökerse, üzerindeki her şeyle birlikte çöker. Lâkin bir sosyal sistemin, bir ‘üretim tarzının’, bir uygarlığın çöküşü, bir binanın, bir duvarın çöküşüne benzemez. Bir süreç, bir eğilim olarak tezahür eder. Bu günden yarına gerçekleşmez. Çöküşten söz edildiğinde, artık geri dönüşü olmayan eşiğin aşıldığı, verili zemin üzerinde şeylerin sürdürülebilir olmaktan çıktığı ima edilmiş olur…
Türkiye’de komprador rejimin her geçen gün daha çok baskı, şiddet ve devlet terörüne yönelmesi, yönetememe krizinin bir sonucudur. Artık Türkiye’yi asgari, hukuk, adalet, özgürlük ve ‘biçimsel demokrasi’ koşullarında bile yönetilemez hale getirmiş durumdalar. Velhasıl, kapitalizm dahilinde düzlüğe çıkış mümkün değil. Gerçi, kapitalizm dahilinde bir çıkış yolu yok ama kapitalizmden çıkmak, başka şey yapmak mümkün. Eğer biz kapitalizmi vakitlice yıkamazsak, kapitalizm bizi yok edecek… Bundan kimsenin kuşkusu olmamalıdır… Bu da, insanlığın ve uygarlığın kritik bir kavşakta olduğu demeye geliyor. İnsan insana, insan topluma, toplum doğaya öylesine yabancılaşmış durumda ki, artık tam bir cinnet hali ortaya çıkmış bulunuyor…
Eğer buraya kadar söylediklerimiz doğru ise, mesele sadece AKP’den, onun dayattığı din soslu despotizmden değil, kapitalizmden kurtulmak olabilir… Bu da tartışmayı asıl bulunması gereken zemine taşımayı gerektirir. Önümüzü görebilmek, yolumuzu bulabilmek, içine sürüklendiğimiz cinnet tablosundan çıkmak, ancak radikal eleştiri sayesinde mümkün olabilir… Başka türlü ifade edersek, düşünce tarzımızı, yaşam tarzımızı, üretim ve tüketim alışkanlığınızı değiştirmeden şeylerin seyrini değiştirmek mümkün olmayacak… Zira, realiteyi anlamadan onu değiştirmek mümkün değildir…
Neden ve nasıl şu güzel dünyamız yaşanabilir bir yer olmaktan çıktı, neden kirlendi, kirletildi, tahrip edildi? Neden şiddet ve terör istisna değil kural haline geldi? sorusunu sormadan ve gerektiği gibi tartışmadan, bu yıkım tablosundan çıkmak mümkün olmayacak… Her seferinde daha çok üretmenin, daha çok tüketmenin yegane amaç olduğu bir yaşam sürdürülebilir değildir… Şimdilerde ekonomik büyüme toplumun afyonu haline getirilmiş durumda… Sınırlı bir dünyada sınırsız büyüme mümkün değildir… Büyümenin kendi başına bir amaç haline getirilmesi hem saçmadır ve hem de sürdürülebilir değildir… Sınırlı bir dünyada sınırsız büyüme mümkün değildir ama, sınırsız üretim ve tüketime endekslenmiş bir uygarlık, bir üretim tarzı da mutlaka çökmeye mahkûmdur… Aslında söylemek istediğimi anlamak için “konunun derin uzmanı” olmak gerekmiyor… Sadece biraz dikkatli, biraz eleştirel gözle, yakın dönemde yaşananlara, etrafta olup-bitenlere bakmak yeterli…
Tartışmanın ve mücadelenin zeminini, perspektifi ve paradigmayı değiştirmek!
Yeni bir durum ortaya çıktığında, eski düşünce tarzı, eski yöntem ve araçlar işlevsizleşir. Şeylerin mahiyeti değiştiğinde eski mücadele yöntemleri işe yaramaz hale gelir. Burjuva siyasetine bir alternatif oluşturmak, yeni mücadele yöntem ve araçları keşfetmeyi gerektiriyor. Zira, burjuva siyaseti söz konusu olduğunda insanlar, siyasetin öznesi değil, nesnesidirler. Sefil bir oyunun pasif figüranlarıdırlar. Burjuva siyasi partileri daima kitleleri aldatma, oyalama işlevi görürler. Siyasi partiler tarafından sahnelenen oyunu bozmanın yolu, bizzat insanların, siyasetin özneleri haline geldikleri durumda mümkündür… Başka türlü söylersek, politika yapma işini, ‘şeyini’, kaşarlanmış profesyonel burjuva politikacılarının işi olmaktan çıkarmak gerekiyor… Dört-beş yılda bir önüne konan sandığa oy atmak, sömürüye, yağma ve talana onay vermektir… “Kendine karşı oy kullanmaktır!”… Dolayısıyla, zaten işlevsiz olan, içi boş bir midye kabuğu olan Parlamento [TBMM] dahilinde siyaset yapmanın artık bir kıymet-i harbiyesi yok… Şimdilerde Parlamento, despotik rejimin, ‘tek adam rejiminin’ ayak işlerine koşulmuş durumda. [Tabii bu Parlamento eskiden matah bir şeydi anlamına gelmez, zira burjuva Parlamentoları tarih boyunca sadece burjuvazinin, mülk sahibi sınıfların Parlamentosu oldular. İşlevleri emekçi halk sınıflarına tuzak kurmak, oyalamak, aldatmaktan ibaretti… ]
Aynı şekilde artık verili ‘yasal çerçevede’ hak arama imkanı da yok, zira, ortada adalet, hukuk diye bir şey yok… Eğer öyleyse, olmayan şeyleri var saymanın da bir alemi yok. Dolayısıyla, gerçekten muhalefet yapmak, şeylerin seyrini değiştirmek gibi bir kaygısı ve iddiası olanların orayı terk etmeleri, mücadeleyi asıl bulunması gereken zemine taşımaları gerekiyor… TBMM’nin alternatifi de Halk Meclisleri, Halk Konseyleri, vb. olabilir… Her mahallede, her sorun odağında oluşturulan meclisler, konseyler, hiyerarşik olmayan bir tarzda önce yerel, sonra bölgesel ve nihayet ulusal düzeyde bir genel kongrede bir araya gelerek bir yol haritası oluşturabilirler. Böylece perspektifi ve paradigmayı değiştirmek olanaklı hale gelir. Genel Kongrede bir “geçiş programı”, “alternatif program” oluşturmak üzere bir görevlendirme yapılabilir ve bir sonraki Kongrede izlenecek rota belirlenir…
1980 dönemecinde neoliberalizmin dayatılması ve ardından da Sovyet sisteminin çöküşüyle, sınıf mücadelesi rayından çıktı, mücadelenin asıl ekseni kültüralizme, kimlik siyasetine kaydı… Elbette kimliklerinden ötürü baskıya, ayrımcılığa maruz kalanların mücadelesi de son derece önemlidir ama bu asıl mücadele zemini olan sınıf mücadelesine elveda demeyi gerektirmiyordu… Dolayısıyla önümüzdeki dönemde, mücadelenin gerçek zemini olan sınıf mücadelesine odaklanmak gerekiyor. Bunun için de kapitalizmi ve burjuva devleti aşmayı öncelikli hedef haline getirmek gerekiyor… Kaldı ki egemenlik sistemi yerinde durdukça, kimlik mücadelesiyle kalıcı kazanımlar elde etmek mümkün değildir… Asıl amaç rejimi değiştirmek olmalıdır…
Mücadelenin başarısı için üzerinde önemle ve ısrarla durulması gereken bir şey de ‘geleneksel örgüt modellerinin’ ve ‘mücadele tarzlarının’ artık bir işe yaramadığını açıkça, ikircikli olmayan bir tarzda kabul etmektir… Bir örgüt fetişizmi almış başını gidiyor ama, bizzat örgütlerin kendilerinin kurtuluşun önünde bir engel oluşturdukları gözden kaçıyor… Örgütler hızla bürokratlaşıyor, asıl amaca yabıncılaşıyor ve kendi varlıklarını sürdürmek bir amaç haline geliyor. Unutmamak gerekir ki, bürokrasinin her türlüsü daima gericidir… Dolayısıyla, geride kalan yaklaşık yüz elli yılda geçerli örgüt ve mücadele yöntemleriyle XXI’inci yüzyılda bir şeyler başarmak artık mümkün değil… Bu sorunu gerektiği gibi tartışmak ve gereğini yapmak gerekiyor… Aksi halde yenilgi tuzağından kurtarmak mümkün olmayacak… Zira, asıl önemli olan kitlelerin öz hareketidir…
Aslında kitleler sahaya çıktığında artık her şey farklı görünecektir ve o zaman despotik rejimin ne kadar kırılgan, ne kadar zayıf olduğu da görülecektir. Oldum olası bu
dünyanın temel çelişkisi, asıl güç sahibi olanların kendi güçlerinin farkında olmamaları ve gereğini yapamamalarıyla ilgilidir. Dolayısıyla “güçsüzün gücüyle” “güçlünün güçsüzlüğü” arasındaki çelişki ters-yüz olduğunda, gerçek güç dengesi tecelli eder ve şeyler yerli yerine oturur… Bu rejimin hiç bir sorun çözme yeteneği yok. Tam tersine sorunları azdırma ‘kabiliyeti’ büyük… Ellerinde iki koz var: Biri parayı, diğeri de baskıyı, şiddeti ve devlet terörünü manipüle etmek! Lâkin, para bir değer yaratmaz… Birinin cebinden diğerine geçti diye şeylerin seyri değişmez… Baskıyı, şiddeti ve terörü manipüle ederek de bir ‘rıza’ üretmek mümkün olmaz… Tam tersine toplumsal tepkiyi büyütür… Sorunların çığ gibi büyüdüğü koşullarda ve belirli eşik aşıldığında kitlelerin bu duruma “evet” demesi mümkün değildir… Kaldı ki, toplumun öteki yarısı zaten bu despotik rejime, bu tek adam diktatörlüğüne karşı… Üstelik toplumun dinamik kesimlerini temsil ediyor… Dolayısıyla bu sefil süreci, bu rezil tırmanışı durdurma potansiyeli mevcut… Bütün mesele potansiyeli heba etmemekle, işlevselleştirebilmekle, etkinleştirebilmekle ilgili… Gerçi 24 Haziran seçimleri akşamında “resmi muhalefetin” beceriksizliği ve basiretsizliği kitlelerde bir heves zaafı ve umutsuzluk yarattı ama bu dünyada “umutsuzluk istisna, umut kuraldır”… Aksi halde insanlığın bir geleceği olmazdı. Yeri gelmişken bu yazıyı harika İngiliz şair Shelley’in, ipleri çözülmüş Promete [ Promethues Unbound] adlı şiiriyle bitirelim:
Tükenmez gibi görünen
acılara katlanmak;
Geceden, ölümden daha koyu
yanlışları bağışlamak;
Meyden okumak güce,
o karşı konulmaz gibi duran;
Sevmek ve hayat vermek;
Ve umut etmeyi sürdürmek
Umut yaratana kadar düşünü, düşkırıklıklarından…
Shelley