5 Ocak 2001’de Tunus‘ta başlayıp kısa süre içinde diğer Arap ülkelerine sıçrayan büyük halk isyanlarının, batılı siyaset erbabıyla medya tarafından maksatlı bir şekilde “Arap Baharı” diye isimlendirilip kavram haline getirilen devrimsel sürecin onuncu yılına girdik.
Malum, devrimsel süreç devrim yapılıp tamamlandı anlamına gelmiyor. Radikal bir kalkışma ve itiraz olarak başlayan halk hareketleri, iç ve dış etkenler doğrultusunda başarılı olup amaca ulaşabiliyor veya ulaşamayıp fiyaskoyla da sonuçlanabiliyorlar.
Biz de “Arap Baharı”nın yıl dönümü münasebetiyle Arap ve yabancı yorumcuların analizlerinden alıntılar yaparak meseleyi açıklamaya çalışacağız.
Tunus’un Sidi Bu Zeyd şehrinden olan üniversite diplomalı Muhammed Buazizi, mesleğine uygun bir iş bulamadığı için işportacılık yapıyordu.
Zabıtalar, ruhsatsız çalıştığı gerekçesiyle tezgâhına el koyunca,17 Aralık 2010 tarihinde kendisini yaktı. Zaten isyan için vesile arayan işsiz ve yoksul gençler olayı protesto etmek için sokaklara döküldüler; otomobillerin ve mağaza vitrinlerinin camlarını kırdılar.
Polisin ilk müdahalesine rağmen olaylar yatıştırılamadı. Ertesi günü protestolar artarak isyana dönüştü; ama olaylar dış dünyaya pek fazla yansımadı.
Mağdur Buazizi, tedavi edildiği hastanede 4 Ocak 2011 tarihinde hayatını kaybetti. Kendini yakan işsiz bir şahsın ölümü, Katar merkezli El Cezire ile Los Angeles’ten yayın yapan CBS televizyon kanalı gibi medya organlarının olaya daha yakından eğilmesini sağladı.
Her iki kanal da Tunus’taki bu sıra dışı halk hareketinin isyana dönüşeceğine dikkat çektiler. Hatta El Cezire, muhtemelen Katar yönetiminin politikası doğrultusunda daha ileri giderek bu başkaldırıyı teşvik edip kışkırtan bir tutum takındı.
Aslında bu feci olay, tekil bir örnek değildi. Olayların öncesi ve sonrası vardı: 2010 Kasım ortalarında, Sidi Bu Zeyd şehrindeki protestocular, biber gazı kullanan polis tarafından zorbaca engellendi.
Açlık ve işsizliği protesto eden Lahsin Naci, 22 Aralık’ta tırmandığı elektrik direğinin tellerini tutarak intihar etti. Remzi el Abbudi, aldığı mikro krediyi ödeyemediği için kendini öldürdü.
24-30 Aralık tarihleri arasında Bouziane şehrindeki protestoculara ateş eden polisin kurşunlarıyla Şevki El Hadri ölürken, Muhammed Ammari de ağır yaralandı.
27 Aralık’ta birlik çağrısı yapan yaklaşık bin vatandaşla birlikte, protestolar başkente ulaştı. Esnaf ve tüccar kesiminin yürüyüşü engellendi. Protestolar Susa, Safakes ve Meknasi gibi bölgelere sıçradı.
Ertesi gün, işsizlik ve açlığı protesto amacıyla Tunus İşçiler Birliği Federasyonu tarafından Hafsa şehrindeki yığınsal bir gösteri, polis tarafından engellendi.
300 kadar avukat, başkentteki hükümet sarayına yakın bir bölgede gösteri yaptı.
Gösteriler pek çok ülkeye sıçradı, protestolar dört bir yanı sararak dozunu giderek artırmaya başladı:
28 Aralık 2010’da Cezayir’de, 12 Ocak 2011’de Lübnan’da, 14 Ocak’ta Ürdün’de, 17 Ocak’ta Moritanya, Sudan ve Umman’da, 18 Ocak’ta Yemen’de, 21 Ocak’ta Suudi Arabistan’da, 25 Ocak’ta Mısır’da, 26 Ocak’ta Suriye’de, 28 Ocak’ta Cibuti’de, 30 Ocak’ta Fas’ta, 10 Şubat’ta Irak’ta, 14 Şubat’ta Bahreyn ve İran’da, 17 Şubat’ta Libya’da, 18 Şubat’ta Kuveyt’te ve 20 Şubat’ta Batı Sahra’da protesto ve yürüyüşler başladı.
Eklemek lazım: Arap dünyasındaki halk hareketinin dördüncü dalgası niteliğinde 2019 yılı sonunda başlayıp 2020 yılı boyunca süren Cezayir‘deki halk hareketi, eski başkanın değiştirilmesi ve belli ölçülerde demokratik kazanımlar gibi belli haklar elde edilmesine rağmen henüz bekleneni karşılamadığı için barışçıl biçimde devam ediyor.
Sudan‘da ise 2019 sonbaharında başlayıp 2020 ortalarına kadar ilk adımda diktatör Ömer el-Beşir ve partisinin devrilmesine karşın, yerine geçen yarı askeri yönetim döneminde önemli haklar kazanıldı.
Gelgelelim bu kez de başta Körfez devletleri (bu arada ABD ve Avrupa dâhil) ile Türkiye–Katar arasındaki jeopolitik oyunun alanı haline geldi.
Tunus, Mısır, Libya, Kuveyt, Yemen ve Ürdün’de hükümetler değişirken; Umman, Suudi Arabistan, Fas ve Bahreyn’de protestocu kitlelere kısmi ekonomik ve sosyal haklar verilerek sakinleştirme yoluna gidildi.
Bahreyn‘deki isyan, biraz da İran-Suudi nüfuz rekabetiyle iç güvenlik kaygıları nedeniyle Suudi ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) askeri birliklerinin müdahalesi sonucunda bastırıldı.
Emperyalist devletlerin paylaşım mücadelesi sonucunda İngiliz-Fransız askeri müdahalesinin (sonradan Amerika da bu oyuna katıldı) kurbanı olan Libya, 2019 ve özellikle 2020 yılında bir yandan Katar-Türkiye ikilisiyle Suudi-BAE-Mısır-Fransa dörtlüsünün savaş meydanına, diğer yandan ABD-AB ikilisiyle Rusya’nın rekabet alanına dönüştü.
Yemen‘de İran destekli Husi hareketinin başını çektiği silahlı hareket ile Körfez ülkelerinin desteklediği “hükümet” güçleri arasındaki iç savaşa Amerika da dahil oldu.
Arap Koalisyon güçleri (Suudi ve BAE) hava ve karadan Husilerin denetimindeki yerleri bombalarken, Husiler de İHA türü hava araçlarıyla Suudi Arabistan‘ın petrol ve benzeri hassas tesislerine büyük hasar verdiler. Savaş hâlâ devam ediyor.
Suriye‘de başlayan ve yaklaşık (kayıplar dâhil), 500 bin kişinin öldüğü, bundan daha fazlasının da yaralandığı Suriye iç savaşı, devletler oyunu ve jeopolitik çıkarlar sonucu bölgesel ve uluslararası devletlerin müdahalesine yol açtı.
Savaş “devletler oyunu” ekseninde kısır döngü kıvamında günümüzde de sürüp gidiyor.
Tunus, Mısır, Bahreyn, Libya, Yemen ve Suriye’de görüleceği üzere bu başkaldırıların ana nedeni, Arap devlet yönetim tarzının ortak özelliğini oluşturan “yaygın yoksulluk” ile adam kayırma, işsizlik ve siyasi baskılardır.
Yine de bölge ülkelerinin farklı sosyoekonomik ve siyasi yapıya sahip olması, yaşanan olayların nedenleri, gelişme biçimleri ve sonuçlarını da farklı hale getirmiştir.
Gelişen hadiselerde milliyetçi bir tarz hep vardı ve tüm hareketler, lidersizdiler. Birbirlerinden bağımsız olarak özellikle Tunus ve Mısır’daki hareketlerde tüm halkın ve güvenlik güçlerinin desteği alınırken, diğer ayaklanmalarda hükümet yanlıları ve karşıtları çatışmışlardır.
Ortadoğu’daki bu olaylar, 1979’da Şah’ın devrilmesiyle kurulan İran İslam Devrimi ve aynı yıl Sovyetler Birliği askerlerinin Afganistan‘ı işgali sonucunda ortaya çıkan cihatçılık akımın dünyanın çeşitli yerlerinde bireysel ve örgütsel eylemler yapmalarının neden oldukları siyasi kırılmalardan büyük oranda etkilenmişlerdir.
Bağlantılı olarak ABD‘nin 11 Eylül 2001‘de New York’taki ikiz kulelere yönelik saldırın ardından Afganistan’da ve farklı bahaneyle 2003’teki Irak işgali sürecinde dünya sahnesinde boy gösteren El Kaide ve IŞİD gibi türevlerinin bölgede sebebiyet verdikleri büyük yıkım ve vahşetin yol açtığı büyük karmaşanın etkisini de inkâr edemeyiz.
Bu karmaşayı istismar ederek “yaratıcı kaos” sloganıyla, Ortadoğu yönetimlerini askeri ve siyasi müdahalelerle hizaya veya dize getirmeyi hedefleyen Bush yönetiminin icat ettiği Büyük Ortadoğu Projesi‘ni (BOP) de görmezlikten gelemeyiz.
BOP politikası çerçevesinde ABD ile Avrupa Birliği’nin Mısır’da Hüsnü Mübarek, Tunus’ta Zeynel Abidin Bin Ali ve Türkiye’de Recep Tayyip Erdoğan yönetimlerini, Ortadoğu ile Kuzey Afrika’da uygulanabilecek “harika ekonomik model ve güvenilir müttefik” olarak görmelerinin etkisini de dışlamak olmaz.
Sosyopolitik itirazlar düzleminde isyanların müjdecisi kabilinden şunları da eklemek lazım:
2005’te yaklaşık bir milyon Lübnanlının ülkeyi boğma noktasına getiren Suriye askeri vesayetine karşı protestosu;
2009 yılındaki genel seçimler sırasında M. Ahmedi Nejat lehine hile yapılmasını protesto eden İran muhalefet hareketi, diğer adıyla “Yeşil Devrim”;
Reform yanlılarının 30 Eylül 2000 tarihli “99’lar bildirgesi” ve ardından Ocak 2001’deki “1000’ler bildirisi” ile Ekim 2005’te muhalif partilerin mutabık kalıp açıkladıkları “Şam Deklarasyonu” vb.
Ekonomik düzlemde bakılırsa, 2008’de dünya çapında yaşanan ciddi mali krizin ardından gelen yaygın durgunluğu atlatmak isteyen egemen sınıflar, krizin bütün yükünün halkın sırtına yıkılmasına itiraz eden küresel tepki dalgasının birikimi, Arap isyanlarının dolaylı hazırlayıcısı oldu.
İsyanları dalgalar halinde yayıldı ve Amerika ile birçok Avrupa ülkesinde yankısını buldu. Öfkeli yoksullar “hak, özgürlük ve adil paylaşım” talebiyle meydanları işgal ettiler.
Dünya Sistemleri Analizi ile bilinen Amerikalı ünlü sosyolog Immanuel Wallerstein, “Arap Baharı” sürecini tarihsel sosyoloji metodunu ve politik-ekonomi perspektifini kullanarak anlamaya çalışmaktadır.
Benzer zamanda farklı coğrafyalarda yaşanan protesto eylemlerini birlikte ele alan Wallerstein, isyanları kapitalist dünya ekonomik sisteminin krizinin göstergesi, 1968’in devamı ve yeni bir sisteme geçişin sancıları olarak değerlendirmektedir. 1
Wallerstein, konuyla ilgili başka bir makalesinde Ortadoğu’daki “bu olayın büyüklüğü ve özgünlüğünü” heyecanla selamlayıp iyimser tahminlerde bulunmuştu.
Dünyaca ünlü Marksist (Maoist) düşünür Mısır kökenli Samir Amin (Semir Emin), 2014 yılında bazı temel eleştirilerine rağmen bu isyanları, “muazzam bir patlama ve kalkışma” şeklinde tanımladı.
Suriye kökenli tanınmış düşünür ve akademisyen Sadık Celal Azm ise, baskıcı devlet ricalinin halk hareketlerine bakışını şöyle anlatıyordu:
Beklenmedik olaylar karşısında şaşkına dönen despot ve baskıcı devletler, bu hadiseleri komplo teorilerine bağlayarak geçiştirmeye ve halka karşı kullandıkları şiddete meşruluk kazandırmaya çalıştılar. Düzenin medyası da bu yolu izledi. Protestocuları, ‘hain, ajan, beşinci kol unsuru, çeteler, serseriler, yıkıcılar’ sıfatlarıyla karalamaya çalıştılar.
Bu köhnemiş düzenin muhafızları, kendi devletlerini ‘başvurulması şart olan biricik merkez; aydınlanmanın, vatanseverliğin, sivil toplumculuğun, toplumu kucaklamanın ‘baba ocağı’ diye sunmaya çalıştılar. Ancak tutmadı; birçok Arap ülkesinde tahtlar, taçlar devrildi.
Böylece kurulu sistemin egemenleri, halk ayaklanması için, ‘Niçin şimdi başladı?’ sorusuyla kalkışmayı gölgelemeye çabalarken; protestocular, bu soruyu tersine çevirerek cevapladılar: Artık halk onurlu ve özgür! 2
Fransa’da öğretim görevlisi olan Kürt asıllı Prof. Dr. Hamit Bozarslan, “onur ve özgürlük” noktasını isyanın nedenlerinden biri sayarak, bunun, 1789 Fransız İhtilali ve 1979’da Şah’ı deviren halk ayaklanmasında da benzer rolü oynadığına işaret ediyor.
Ayrıca “Sosyoekonomik eşitsizlik, gelir dağılımındaki adaletsizliğin yanı sıra sınıf farklılarından kaynaklanan iktisadi ve sosyal tıkanma” etkenlerini de eklemeyi ihmal etmiyor. 3
Bozarslan’a göre: Ortadoğu 1920’lerden 1980’lere kadar büyük mobilizasyon (seferberlik hali, sürekli alarm gibi olağanüstü durumlar) yaşadı. Bunun ilk dalgası milliyetçi, ikincisi sol, üçüncüsü İslamcı bir dalgaydı.
Ancak 1990’lar ve 2000’lerde toplumlar son derece yorgun, sosyal seferlik zayıflamıştı. Şimdi olup bitense, toplumların otoriterizme karşı çıkarak sosyal yorgunluklarını kırma çabasıdır.
Gazeteci Akif Beki, o dönemde, isyanları “dış mihrak” ile açıklamaya çalışıyordu:
… Sanıyorlar ki Arap sokağında yaşananlar halk devrimidir… İsyanlar birbiriyle bağlantılı ve örgütlü olmayabilir. Tek merkezden emir ve komuta ile organize edilmemiş de olabilirler. Ama esnek bir gücün dokunuşları hissediliyor Arap âleminde.
O kadar da başıboş, sahipsiz, tesadüf eseri değil olanlar. İnterneti kim kontrol ediyorsa rüzgârı yönlendiren de o.
Geçen hafta Radikal gazetesinde Pınar Öğünç çok önemli bir iş yaptı. İsyan hareketlerinin birbirinden beslenmesini sağlayan küresel bir ağı mercek altına aldı. Adı: Alliance of Youth Movements yani Gençlik Hareketleri İttifakı.
2008’den beri faal olan ABD merkezli bir STK var karşımızda. Radikal’e konuşan ağ yetkilisi, arkalarında özel sektör kadar Amerikan devletinin finans desteğinin de bulunduğunu söylüyor… 4
Dış mihrak ve müdahale rolünün tipik örneğini, Ahmed Bensada isimli Cezayir kökenli Kanada vatandaşı bir aydının görüşlerinde görüyoruz: O da, “CIA destekli vakıf ve kuruluşların parasal desteğinden” bolca bahsetmiş. 5
Gerek Suriyeli düşünür, gerekse A. Beki, halk hareketinde sosyal medya ve teknolojinin rolünü abartarak vermişler.
Bize göre, küresel çağdaki iç ve dış meselelerle olaylar iç içe geçmiş bir vaziyettedir. Dolayısıyla içerdeki her olay, bir şekilde dışarıdaki gelişmelerden etkilenir ve yabancı müdahalelere açık hale gelir.
Bu anlamda evet, muhalifler teknolojik olanaklardan (internet, YouTube, Facebook, bilgisayar, kamera, cep telefonları) alabildiğine yararlandılar. Ancak buna tekno-demokrasi denilemez.
Zira benzer teknik araçlar ve hatta protestocuların bu tür aletlerini önleyici olan daha gelişkin teknolojik ürünler, devletin elinde de bolca vardı.
İran örneğini ele alalım: Seçime hile karıştırılmasına karşın 2009’da başlayan kitlesel protestolar sırasında kullanılan cep telefonları, İran yönetiminin Japon Nokia firmasından aldığı yazılım programıyla engellenmiş, protestocuların yeni bir teknik bulmasına karşılık aynı yönetim bu kez Alman Siemens şirketi ürünü olan daha gelişmiş engelleme ve bozma cihazlarıyla kitle iletişimini felce uğratmıştı.
Keza İstanbul’da birkaç çadırın yakılmasıyla bastırılan Gezi Parkı olayları da sosyal medyanın gücüyle başlayıp ülkenin dört bir yanına sıçramış gibi görünmesine rağmen, iktidarın çok sert müdahalesi ve protestocuların planlanmış bir programı, organizasyonu ve hedefi olmaması yüzünden kısa denilebilecek bir sürede sona ermişti.
Dolayısıyla devrimin sadece dış mihrak ile sosyal medya sayesinde gerçekleştiği-gerçekleşebileceği söylenemez.
Kaldı ki, bazı istisnalar dışında ülke içi altüst oluşlarda dış etkenin/müdahalenin rolünü mutlaklaştırmak doğru değildir. Değişim ve dönüşümlerde ana etken iç dinamik, insanın özgücü ve örgütlülüktür.
Esasen Arap dünyasında yaşanan ve devam etmekte olan halk hareketlerini güncel bir değerlendirme konusu yapmak yerine “tarihin bir maddesi” veya “tarihsel olay” olarak yorumlamakta yarar var.
Dolayısıyla, “İsyanların onuncu yılında ülkeler ve halklar ne halde, elde kalan nedir?” sorularına yanıt aramalıyız.
Buna ilişkin bazı örnekler sunabiliriz:
3 Aralık 2011’de Basın Yayın Genel Müdürlüğü, 22 Arap ülkesinden 140 gazeteciyi İstanbul’a davet etmiş. Her panele bir Türk gazeteci seçilmiş. Cibutili Sagal Ahmet (kadın) ile Mısırlı gazeteciye göre; ‘Facebook’taki sanal dünya, gerçek dünya ile diktatörleri ve sınırları yıktı.’ Yemenli Semir, ‘Devrimi yaşıyoruz; devrim sürüyor. Seçimler yapılıyor’ diyor.
Anılan konferansta konuşmacı da olan gazeteci Fatih Çekirge, güncel ortamında etkisiyle aşırı iyimser ve heveskârlıkla şöyle bir çıkarsama yapıyor: ‘Demokrasi, laiklik ve cumhuriyet, özgürlüğün kapısını açan üçlüdür.’ 6
Sosyolog ve akademisyen Nuray Mert, benzer yorumları çok önceden duymuşçasına, aylar önce yazdığı makalesinde şöyle bir saptama yapmış:
Diktatörleri devirmeye ve düzeni değiştirmeye yönelik halk isyanlarının ardından hemen demokrasi gelmesi kuşkuludur.
Bahar kavramının da batılılar tarafından icat edilip körüklendiği kanaatini taşıyan Mert’e göre:
Fırtınalı bölgenin kıyısında oturuyoruz, olanları kendimizi avutarak geçiştirmenin faydası olmayacaktır. 7
Sosyolog Mert, izleyen süreçte şu tespiti de yapmış:
Arap Baharı ardından laikliğin tesis edilmesini beklemek bu açıdan anlamsızdır. Diğer taraftan, Nahda hareketinin ılımlı bir İslami yoruma dayanmasına karşın, ‘İslami demokrasi’ ötesinde bir demokrasi tahayyülü ve iddiası yok. Bu, şu demek: Siyasi sistem seçime dayalı olacak ancak toplumsal kurallar nihayetinde İslami değerlerle çatışıp, çatışmadığı çerçevesinde özgürlük ve farklılığa izin verecek. Nahda’nın İslami yorumu (eski Tunus Başkanı) Habib Burgiba’nın zorlama modernist yorumundan çok uzak olduğu için, toplumsal hayatı belirleyen kurallar daha muhafazakâr bir standarda sahip olacak. 8
Farklı kaynaklara dayanarak değerlendirmelere devam edelim:
Hesabımız yanlış çıktı. Devrimler başladığında tüm İslam dünyası ayağa kalktı. Tunus, Mısır ve Libya’da diktatörler peşi sıra devrilince, yerlerini İslamcı partiler (Ihvan, Selefi ve radikal çevreler) geçtiler. İnsanlar, ‘Aha geldiler; şimdi Siyonist İsrail onların eliyle son bulacak. Böylece yaşlılar güzel hatıra ve özlemlerini tazeleyecek, gençler de gelecek düşlerini hayata geçirecekler’ diyerek seviniyorlardı. Dahası var: Hak ve adalet üzere yeni demokratik bir düzen kurulacaktı! Hiçbiri olmadı; üstelik Filistin meselesi de çözülemediği gibi, bu isyanlardan sonra dış destekten mahrum kaldı, yalnız başına bırakıldı. 9
Dikkat edilirse, İslami örgütlerin halk hareketleri içindeki rolü, en fazla tartışılan hususlardan biridir. Samir Amin, Mısır İhvan hareketini şu şekilde değerlendiriyor:
Müslüman Kardeşlerin gerçi bir popülaritesi vardı ama sonuçta o da, Enver Sedat ve Hüsnü Mübarek devrinde sistemin bir parçasıydı. Rejimin bir tür ortağı gibiydi.
Müslüman Kardeşler seçildi ama büyük şaibeler vardı. İktidar oldu ve çok çabuk gerçek yüzünü gösterdi. Eğer Mısır’da bir hükümet darbesi (coup d’état) olmuşsa, müsebbibi Mursi’dir.
Seçildikten iki ay sonra dedi ki: ‘Mademki seçildim, artık istediğim her şeyi yaparım! Sadece geçmişimden dolayı yargılanmam söz konusu olmaz ama bundan sonra yapacaklarımdan dolayı da yargılanmam, yasal sorumluluğum söz konusu olamaz!’
Mursi, hızla kurumların tasfiyesine girişti: Yüksek Mahkeme, Yüksek Yargıçlar Kurumu ile Radyo-Televizyon Kurumu’nu lağvetti. Hepsinin başına Müslüman Kardeş militanlarını atadı.
İşte o hükümet darbesi, devasa bir muhalefetin ayağa kalkmasına neden oldu. Birincisinden çok daha kapsamlı bir ayaklanma söz konusuydu. Lakin bu savunma amaçlı bir hareketti, bir ret hareketiydi, belirgin bir projesi, perspektifi olan bir isyan değildi.Bu durum, ordunun komuta merkezine yani (Mareşal) Sisi’ye, ‘halkın safında olduğunu’ ilan etmesini sağladı. Halkla birlikte yürüdüğü izlenimi yaratıldı…Mursi’ye karşı ayaklanan halk, ‘Ordu bizimle beraber Mursi’yi alaşağı etmek istiyorsa bunda ne kötülük var?’ diyordu. Halk algısı işte böyle bir şeydir… 10
2020 yılının son ayında yayımlanan NATO dergisinde, “Arap Baharı ve Sonrası” başlıklı İngilizce değerlendirmede ise, “İstikrarsız ortamda halkın emniyetini sağlamayan Ihvancılar, kitlelerin eski rejime özlem duymalarına neden oldular” deniliyor.
Fransa laikliğini örnek alan ve bu konudaki tavizsiz görüşleriyle Arap dünyası ve batılı çevrelerde iyi tanınan Suriye düşünür ve şair Adonis, çeşitli münasebetlerle isyanlara farklı yaklaşımlarda (destek, tarafsızlık ve karşıtlık gibi) bulunmuştur. Şöyle ki:
İlk zamanlarda isyancı gençlerin dinamizmine hayran kaldım; onların batılı muhalif hareketleri taklit etmeden başlattıkları bu kitlesel başkaldırıya sempatiyle baktım. Tunus, Mısır, Libya, Suriye ve Yemen’de bir yıl içinde özellikle kurulu düzenin adamları (asker ve sivil bürokrasi) ile politik İslamcılar (Ihvan, Selefi ve Cihatçı hareketler) öne geçtiler.
Bu ayaklanmaların devrim olmadığı; tersine, özgürlük kapılarını sıkıca kapamakta olan çürümüş sistemin birer türevi olduğu açıklık kazandı. Oysa devrimi onlar değil, gençler başlatmış, kendilerini feda etmişlerdi. Nimetini ve kaymağını yiyenler, bu karmaşa ortamında daha örgütlü biçimde fırsat kollayan İslamcı hareketlerle gelenekçi devletin farklı aygıtları oldular.
Diğer bütün akımlar gibi, siyaset sahnesinde boy gösterip kendilerince bir rol üstlenmeleri İslamcıların da hakkıdır. Fakat onların din adına ‘devrim’, ‘halk’ ve ‘iktidar’a el koymaları, büyük bir haksızlıktır, hazır yiyiciliktir. Siyaset uğruna dini istismar etmek politik, sosyal ve kültürel alanda şiddet kullanmanın diğer adıdır. Bu haliyle bakılınca dine imana dayalı faşizm, militarist faşizmden daha tehlikelidir, çünkü hayatın her alanına hükmetmeyi amaçlar. 11
2014 tarihinde Avusturya “Profil” dergisine de benzer bir demeç veren Adonis’e göre:
İsyan hareketinin dümeni İslamcıların eline geçtiğinden, ikame edilmeye çalışılan yeni diktatörlüğe karşı durmak şarttı.
23 Şubat 2015 tarihli Deutsche Welle (Almanya’nın Sesi) Arapça sitesi, buradan yola çıkarak bazı Arap yazar ve şairlerine, Adonis’in bu değerlendirmesini sordu.
Mısırlı şair Hilmi Salim, “bahsedilen tespitin doğruluğunu” şu cümleyi ekleyerek teyit etti:
Maalesef acı gerçeğimiz budur. Çünkü İslami kesimler on yıllardan beri örgütlenmeye ağırlık vermiş, fırsat kolluyorlardı. Sol kesim mensupları ya hapisteydiler, ya paramparça olmuşlardı yahut ideolojinin dipsiz deryasında boğulmuşlardı.
Tunuslu kadın öykü yazarı Hassune El Misbahi ise şöyle diyordu:
Bu isyan bir başlangıçtır ki; demokrasi, özgürlük ve adalet için uğraşı veren hareketler için büyük bir tehlikeyi de içinde barındırabiliyor. Bu tür devrimlerin süreci hayli uzundur, on yıl veya daha fazla sürebilir netice alabilmek. Dolayısıyla Adonis gibi ben de karamsarım. Sözgelimi devrimi içeriğinden boşaltmak için isyana katılanlardan bir kısmı; örtünme, tesettür, sakal bırakma veya tersi tartışmalarla vakit kaybettiler. Geçmişi, özellikle ortaçağı getirip monarşi kurmaya çalışanlar bize baskı, despotluk, diktatörlük ve hatta faşizmden başka bir şey veremezler.
Faslı öykücü Hasan Necmi ise karşıt bir tutum aldı:
Laiklik bahsi oynayarak mevcut durumu eleştirenler, Arap Baharı’nın toplumda yol açtığı derin değişikliğin sarsıntılarından ürken seçkinci bir Arap aydın zümresidir.
2016’da Lübnan El Sefir gazetesinde görüşlerini tekrar eden Adonis, bir yıl sonra Londra merkezli Suudi gazetesi El Hayat‘a kavramsal bir makale yazdı.
Makalesinde, Arap toplumlarının mevcut durumu ile geleceğine ilişkin şunları dile getiriyordu:
“İslamcı bir bahar oldu; eskiden işsiz ve fakirdiler; ama şimdi daha fazla yoksul, işsiz ve cahil oldular. Büyük çoğunluk önceleri kurtuluş için mücadele eğilimindeyken şimdiki genel yöneliş boyun eğme, gerilemeye teslim olma yönündedir. Tipik örneği Türkiye’dir.
Arap dünyası servetlerine, ailelerine ve kendilerine ait her şeye sahip çıkarken günümüzde bunun tersi yaşanıyor. Bilge Farabi’nin diliyle konuşursak: Bugün ‘araç’ ve ‘alet’ gibi kullanılmaya ve kendisine yabancılaşmaya başladı Arap dünyası.
Arap devrimleri, kendini ‘yıkıp imha etme’, körü körüne ‘bağımlılık’ noktasını açıklığa kavuşturdu. Arap dünyası, bağımlı olması hasebiyle ve iktidar koltuğuna yapışması bakımından ‘birbirini yiyip bitirme’ olarak yer alıyor dünya haritasında. İnsan hak ve özgürlüklerine yer verilmiyor bu ölümcül kavgada. Ortada sadece âmir ve memur yani emreden ve emredilen, melik ve memluk yani sahip olan ve sahip olunan, efendi ile köle gerçeği vardır.
Bu feci durumun en belirgin örneği Filistin meselesidir. Önce önemsizleştirilip bir kenara atıldı, sonra ihmal edildi ve bugün tümüyle iptal edilip satıldı. Kendini yok etme böyle bir şeydir işte!
Bütün bunlara rağmen halk isyanları şunu da kanıtlamış oldu: Arap dünyası muazzam bir insan hazinesi olup her alanda gayet dinamik ve yaratıcı bir potansiyel gücün ana kaynağıdır. Gelgelim serbestlik ve özgürlük düzleminde önü kesilmiş; sadece dışarıya göç yolu açıktır ki, sanki ‘batılılaşmadan Araplaşamazsın’ şiarının gereği yapılmaktadır.
Fecaat şudur ki, bu acı gerçek, ilerleme veya gerilemenin ölçütü değildir. Olsa olsa siyasi, iktisadi ve sosyal düzlemde köhnemiş kurulu rejim ve düzenlerin kriteri olabilir, insanın değil. Lübnan ile Suriye, bu trajedinin tipik örnekleridir.
Satılan kadınlar, vahşice doğranan insanlar, yıkılıp yağmalanan çarşı pazarlar, çalınıp satılan müzeler, yerle bir olan şehirler ve onca benzer trajik olaylar dizgesi. Ölümün vahşi gölgesi Arap penceresinden dünyanın gırtlağına sarılmış, boğuyor; çöküş Arap dünyasını sarmalayıp yutuyorsa, buna bahar demek mümkün mü?
Arap dünyasının şimdiki durumu kelle koparmak ile kesik baş noktasında özetlenmiş; para ile öldürme, bu öğütücü değirmen taşının suyunu oluşturuyor…
‘Arap Devrimi’ adı verilen o devasa ve kötücül canavar, insanoğluna olanca vahşetiyle abandı; hakkını ve yaratıcılığını ortadan kaldırmış oldu. İnsan kanı yolu kaplarken, katliamlar yol işaret ve alametleri oluverdiler!
Sen bu musun ey Arap Baharı?
Mezarlar üzerinden uyanabilen bir geçmiş olmaz; ancak ölüler üzerinden gelecek inşa edilebilir. Özgürlük, özgür bireyler sayesinde gerçekleşebilir. Önce birey özgürleşmeli ki, kurtuluş için çağrıda bulunabilsin.” 12
(Devam edeceğiz…)
Kaynakça:
1. Zeynep Şahin Mencütek, Ferihan Polat, Ayşegül Durmuş: Devrimsel Süreç Olarak Arap Baharı’nı Immanuel Wallerstein Üzerinden Anlamak (Understanding of ‘Arab Spring’ From the Perspective of Immanuel Wallerstein as a Revolutionary Situation), Eylül 2015.
2. El Tariq dergisi, 17 Mayıs 2011, Lübnan.
3. Yeni Şafak gazetesi, 11 Nisan 2011 tarihli söyleşi.
4. Akif Beki, 8 Mart 2011, Radikal gazetesi.
5-) Fransızca yayınlanan Arabesque Americaine dergisi,”The CIA Role in the Arab Spring”, 18 Ocak 2014.
6. Hürriyet gazetesi, 3 Aralık 2011.
7. N. Mert, Milliyet gazetesi, 5 Mayıs 2011.
8. N. Mert, “Arap ‘İlk” Baharı”, Milliyet, 30 Ekim 2011.
9. El Quds El Arabi gazetesi, 19 Nisan 2012.
10. Fikret Başkaya’nın S. Amin ile yaptığı söyleşi, 24 Eylül 2014.
11. أدونيس يوضح أسس مواقفه من الثورات العربية – اليوم السابع-14 Mart 2012. Ayrıca bkz. Adonis, “Quelle est cette révolution qui prend pour ennemi une statue, un musée, ou une ethnie, cherchant à l’exterminer ?”, Al Safir gazetesi, Ekim 2016, Lübnan.
12. Adonis, El Hayat gazetesi, 27 Temmuz 2017.
© The Independentturkish