Faik Bulut
8 Şubat 2023’te 10 il ve çevresinde meydana gelen iki büyük deprem sonucunda 15 Şubat akşamı itibarıyla 47 bini aşan bina yıkıldı. Ölü sayısı 35 binin üzerine çıktı, 105 binden fazla yaralı var. Kurtarılan sayısı 105 bin 505.
Bu yazımda, doğal afetler ile teknolojinin yol açtığı sorunlara ilişkin ezber dışı ve aykırı denilebilecek bakış açılarını dile getirmeye çalışacağım. Özellikle de deprem hakkında düzen içi anlayışlara ters düşecek bazı örnekler vereceğim. Devamında ise başta iklim değişiklikleri olmak üzere çok boyutlu felaketleri ele alacağım.
Konuya şöyle bir giriş yapayım: Gösteriş ve algı yaratma kabilinden de olsa iktidarın parti kolu konumundaki AFAD’ın 9 Ekim 2019’da 7.5 büyüklüğünde olası bir deprem için tatbikat yaptığı duyuruldu. (https://www.evrensel.net/haber/481928/tatbikat-yalan-deprem-gercek-marasta-2019da-7-5-buyuklugundeki-depremin-tatbikati-yapilmis, 12 Şubat 2023) Kamuoyuna çok az yansıyan bu tatbikatın şu sıralarda ortaya çıkması oldukça manidardır ve bazı soruları akla getiriyor.
Kimi yetkililere göre AFAD, 2022 Afet Tatbikat Yılı kapsamında 57 bin 300 okul tatbikatı, 8 bin 902 diğer tatbikatlar olmak üzere toplam 66 bin 202 tatbikat düzenlemiştir. (https://www.afad.gov.tr/tum-turkiyede-deprem-ani-cok-kapan-tutun-tatbikati, 17 Kasım 2022)
Fazla ilerlemeden birkaç tespit de biz yapalım:
Mevcut iktidar (ve emrindeki AFAD) başta olmak üzere gelmiş geçmiş bütün kurumlar ve hükümetler, Türkiye’deki doğal afetler, bilhassa da depremler karşısında aciz; her türlü felaket (orman yangınları, toprak kaymaları, sel baskınları, depremler) sürecinde çaresiz kalmışlardır. Tüm uyarılara rağmen -maksatlı maksatsız biçimde- gerekli tedbirler alınmamıştır. Tam tersine bozuk yapılanma ve imar anarşisi teşvik edilmiştir.
Gelinen noktada imar-iskân yolsuzlukları, geçmişte olduğu gibi birkaç günah keçisinin veya şamar oğlanı misali birkaç müteahhidin sırtına yıkılarak işin içinden çıkılmak istenmektedir. Müteahhitler kadar onlara izin-ruhsat veren hemen her partiden yerel yönetimlerle merkezi iktidara kadar uzanan çürümüş, yozlaşmış, açgözlü bürokrasi bu yıkımlardan sorumludur.
Özel yapı denetim firmaları ve onlara bağlı mimar-mühendisleri de işin içine katabiliriz. İmara aykırı olmasına rağmen evini yaptırmak isteyen veya fazla kat çıkmak için her türlü yasadışı yola başvuran, ağaç katliamına yol açan kat karşılığı bina yaptırmaya razı olan yurttaşı da aynı minvalde sorgulayabiliriz. Ancak esas sorumlu, oy kazanabilmek uğruna “İmar Barışı” adı altında “İmar Affı” çıkaran iktidarlardır.
Diğer yandan görüldü ki, iktidar ve muhalefet partileri ile sivil toplum kuruluşları bu depreme hazırlıksız yakalandılar. Lojistik yardım ve kurtarma faaliyetleri plansızdı. Muhalefet partileri, belediyeler ve gönüllüler ilk elde harekete geçip tüm imkânlarını seferber ettikleri ve bu alanda iktidarı fersah fersah geride bıraktıkları halde yine de oldukça düzensiz hareket ettiler. Yardım konvoyları yola çıkardılar; ancak çoğu temel ihtiyaç malzemelerini TIR’lara koyup tek şoföre emanet ettiler. Hâlbuki yardım dağıtma tecrübesi olan bir ekibin de aynı TIR’a refakat etmesi gerekirdi. TIR şoförleri, sanki mal sevkiyatı/nakliyatı yapar gibi verilen adrese (AFAD mensuplarına) teslim etmek zorunda kalıyorlardı ki, bu da yardımın kolektif ruhuna aykırı düşüyordu.
Kimi zaman yardım taşıyan araçların yolunun kesilip ellerinde ne varsa zorla alındığına da tanık olduk. Antakya’da yol kesip şoförü mal vermeye zorlayanlarla ilgili bir video çekimi izledim. Benzer bir durum 1999 Gölcük depremi sırasında İzmit’te yaşanmış; önü kesilen bir araçtaki battaniyeler zorla alınmıştı. 2011 Van depreminde de benzer olaylara rastlandı. Zorla alınan bu battaniye ve çadırların, Çaldıran yöresindeki köylere parayla satıldığı da ortaya çıktı.
Mevcut partiler, bilhassa HDP ile CHP depremin üzerinden 4-5 gün geçtikten sonra şu gerçeğin farkına vardılar: Yardım malzemelerini bölgede kiralanacak depolara koymak şarttır. Yardımlar, gönüllü yahut profesyonel ekiplerle belirlenen yerlere dağıtılmalıdır. Aksi takdirde gönderilen giyecek ve erzak tıpkı Elbistan’da tanık olduğumuz üzere yol kenarına boca edilmekte ve ihtiyaç sahiplerine ulaştırılamadan zayi olup gitmektedir.
İletişimdeki genel aksaklığın yanı sıra özelde de aksaklıklar yaşanmaktaydı. Mesela deprem yöresindeki bir HDP’linin ismi veriliyor irtibat ve rehberlik için, fakat verilen isimden haber yok, çünkü kendisiyle konuşulup teyit alınmamış. Sonradan ortaya çıkıyor ki, ismi verilen kişi göçük altında veya depremzede durumunda yani başkasına yardım edecek mecali ve imkânı kalmamış biri.
Merkezi veya yerel iktidarın bilinçli engellemelerini, her şeyi tekellerine alarak “Muhalefet değil, biz yaptık” anlayışına dayalı pratiklerini bir kenara bırakırsak, bu tür düzensizlikler acilen ihtiyaç duyulan yer ve insanlara ulaşılmasında karmaşaya yol açıyor. Sözgelimi, “Buraya hiç gidilmemiş, acilen giyecek, erzak ve çadır gönderilmelidir” denilen ilçe veya köylere aslında yardım ulaştırıldığı ortaya çıkıyor ki, bu da yardım ekibinin emeğini ve zamanını boşa harcaması anlamına geliyor.
Bölgedeki bir başka sorun da şu: Kaos ve karmaşayı fırsat bilen tecrübeli dolandırıcı-hırsız-talancı sabıkalıların organize suç kapsamına giren faaliyetlerini gerçekleştirmek maksadıyla “gönüllü yardımseverler” adı altında bölgeye akın ettikleri görülüyor. Sonradan yapılan güvenlik ve asayiş müdahaleleri de düzensiz ve rastgele kalıyor. İktidarın çaresizliği, aymazlığı ve ön görmezliği bu meselede de ortaya çıkıyor. O kadar ki, iyi niyetle yardıma giden kimi gönüllüler bile zorla yakalanıp yerlerde sürükleniyor, kıyasıya dövülüyorlar.
Açlık, soğuk ve çaresizlik sonucu depremzedeler arasında bencil davranışlar baş gösterdi, birbirlerinden kuşkulanmaya başladılar. Tanıklar anlattı: Bir aile, 3-4 damacana suyu alıp saklarken, biraz ötedeki bir damlaya muhtaçtı. Birisi birkaç battaniye alıp götürürken yanı başındakinin bir tek battaniyesi yoktu.
Görüleceği gibi büyük felaketler sadece insandaki iyi duyguları ortaya çıkarmıyor, aynı zamanda kötü edim ve faaliyetleri de tetikleyebiliyor. Bu durumu “insan fıtratına” yani insanın değişmez karakterine bağlayanlar da oluyor.
Örneğin Sabah gazetesinde yazan Muhsin Kızılkaya hiç katılmadığımız bir tespit yapıyor: “İnsan iki ayak üzerine doğrulduğu günden beri aynı insandır. Fıtratında pek bir değişiklik olmamış, değişen sadece ‘yaratıcı yeteneği’ ve ‘gelişen zekâsı’ olmuş. Hırsı aynı hırs, kıyıcılığı aynı, zalimliği aynı, aptallığı aynı, öfkesi aynı öfke…” (https://www.haberturk.com/yazarlar/muhsin-kizilkaya-2291/3564899-902-sene-onceden-bugune-degisen, 12 Şubat 2023)
Burada sorulması gereken şudur: O hırsı, kıyıcılığı, zalimliği ona hangi ortamda, kim öğretip belletmiş? Nasıl bir siyasal ve sosyal sistemde yaşamış da bu hale gelmiş? Bilinen bir söylemle bu soruyu yanıtlamış olalım: Mevcut iktidar ve bilumum destekçileri imtihanı geçmek için sürekli din dersi çalıştılar, ancak tabiat ana onlara coğrafyadan sorunca afallayıp kaldılar.
Dolaylı bir yanıtı da Yücel Demirer’in kaleminden izleyelim:
“… Deprem dâhil olmak üzere bir doğal afetten etkilenenler sıklıkla ‘afetzede’ ya da ‘afet kurbanı’ gibi genel kavramlarla, sanki içerilenlerin hepsi eşitmiş gibi tanımlanır. Bu indirgemeci tanımlama biçimi sınıf, cinsiyet, etnik köken, yaş, cinsel yönelim, kültürel farklar ve engellilik durumu gibi ayrımları içermediği gibi, afet yönetimi sırasında bunların görünmez kılınmasına da neden olur…” (https://www.evrensel.net/yazi/92459/depremin-esitsizligi-esitsizligin-depremi, 11 Şubat 2023)
Deprem felaketi konusunda yazacağım ezber dışı notların çoğunu Ganime Gülmez’in internet üzerindeki paylaşımlarında buldum. Saptamaları dikkatimi çekince de kendisiyle irtibat kurdum. Gülmez, faal bir iklim aktivisti. Uzun süredir yurtdışında yaşıyor. Doğaya dair ne varsa -iklim, çevre, sel, erozyon, deprem, orman yangınları, imar iskân sistemi- onlarla yakından ilgileniyor. Kendisi, “Aktaracağım bilgiler yılların birikimi, yani bu bilgiler iki kitap, iki gazete okumakla edinilmiş bilgiler değil…” diyor.
Gülmez, kurulu kapitalist sisteme itirazını ve çığlığını duysunlar diye basın mensuplarına da açık çağrı yapıyor. Dolayısıyla onun internet ortamında yazdıklarını, farklı okuyucu kesimlerine ulaştırmaktan başka bir şey yapmıyorum. Onun notları ve tespitlerinden kimi örnekler vereceğim:
“Depremde can pazarı!.. Olayın boyutu: ‘İleriye yönelik depremlere dayanıklı bina yapımının’ çok ötesindedir mesele. Bu projeler için dünya çapında tren çoktan kaçmış vaziyette.
Özellikle bilim insanlarıyla iletişimi olan, programlar yapan arkadaşlara: Uzun vadede değil, en acil biçimde, kısa vadede bazı bilgileri ısrarla talep etmek gerekiyor. Yoksa memleketin başka parçaları da, insanları da feda edilecek! Falcılık değil bu, koca bir gerçek. Aylardır elimden geldiğince ‘iklim hareketleri’ diye bilgi aktarmaya çalışmamın tek sebebi buydu.
Japonya örneği veriliyor hep: ‘Depreme dayanıklı binalar!’
Depremlerde ‘Japonya’ şablonu bize nasıl geçti bilemiyorum. Japonya binlerce ada zincirinden oluşan bir ülke. Yani bir yer sallansa, diğer yeri etkileyişi çok farklı. Japonya ada olarak zaten yer değiştirdi. Bu yüzden ‘yapılaşma’ sektörü değişik gelişmiş. Deprem hasarı az olsa bile, tsunami vb engellenemiyor. Çünkü o coğrafyada 70’lerden itibaren, nükleer atıklar denizlere istif ediliyordu. Oralar ‘Atom tuvaletleri’ idi. 2000 yılı sonrasında uyanıldı. Japonya civarlarında bu iş durduruldu.”
Aktivist Gülmez, dikkatleri tekrar tekrar depreme ve Türkiye üzerine çekiyor:
“Şimdi Hatay göçtü, İskenderun’da deniz taştı. Maraş’ta taş üstünde taş kalmadı… Savaşın başlangıcında, buradaki Ortadoğu uzmanları, doğalgaz hatlarının hangilerinin Türkiye’den geçirileceği bildiriminde bulundular. ‘E, Türkiye toprakları ne olacak?’ sorusunu yönelttiler! Sansürle birlikte onlar da bunun devamını yazamaz hale geldiler.
Kısaca:
- Türkiye resmen bir yarım ada. Etrafındaki denizlere nükleer atık istifleniyor mu? Nükleer enerji santrallerinin atıkları nereye istifleniyor? Bu son 30 yılın sorusudur Türkiye toprakları için, belki daha da öncesi var… Bunu bile bilmiyoruz! Denizlerin konuşulmaya başladığı bir toprak parçasında, bu soru kesinlikle yanıtlanmalıdır.
- Doğalgaz boruları döşendi. Bunlar nerelerde? Basınç, hız… Bu konuda bilgili uzmanlar hangi soruları yönelteceklerini daha iyi bilirler. Ancak fay hattı patlayan bir ülkede, bu cevaplar kesinlikle alınmalıdır.
- Bu kadar yabancı ülkeden oraya (Türkiye deprem bölgelerine) yardım yağması, bilimsel ölçümler anlamında da bir gerekliliktir. Bu bilimsel ölçümlere batılı yabancıların ihtiyacı var… Bu araştırmalar, Türkiye’nin bilim insanlarına sunulacak mı? Yoksa istihbari bir sır olarak mı kalacak?
- Atmosfere salınan karbondioksit oranı Türkiye’de ne durumda? Bu sorunun açılımını da yapmıyorum. Bu konuda uzman olanlar: Yeryüzü-iklim değişikliği ve doğal felaketler zinciri anlamında bunun kadar hayati bir soru olduğunu bilirler. ‘Toprağın Sonu’, ‘Son Jenerasyon’ olarak anıyoruz ya. Gerçekten tüm dünya açısından bu işin şakası kalmadı: Buralarda, şehirler düzeyinde bile ölçüm-rapor sistemi oluşturuldu son beş yıldır. Ve haddini aşmamak üzere projeler yürütülmekte. Buralar lokal (yerel) tedbir olarak kurtarılırken, başka topraklar feda edilmekte. Bu çok açık!
Bu soruların yanıtları olmayan bir toprak parçası üzerinde, ‘Depreme dayanıklı bina projesi’ karikatür gibi bir proje olarak kalmaya mahkûmdur.
Deprem olayının özü şudur: Çarpık yapılaşma (imar anarşisi, uygun olmayan zeminde yapılaşma, imara fesat karıştırma yoluyla müsait olmayan yerlerde bina veya fazladan kat dikme vs-F.B.) problem olmaktan çıkalı yarım asır geçmiştir. İklim değişikliği, Sovyetler Birliği döneminde bile tespit edilebilmişti. Maksat, dünya topraklarını bu riskten kendilerini kurtarabilecek biçimde kullanmaktı.
Meksika’ya Almanlar gittiler. İnsanları öldüre öldüre gecekondu semtlerini boşaltıp demiryolu inşası için Maya Projesi başlattılar. Oraya Deutsche Bahn AG (1994 yılında Almanya’nın doğu ve batısının birleşmesi üzerine demiryolları döşeme işleriyle uğraşan anonim bir şirket-F.B.) girmişti. Zapatistalar heyet halinde oradaki iklim eylemlerine katılarak bu projeyi teşhir ettiler.” (https://m.bianet.org/biamag/dunya/252907-tren-maya-projesi-ve-g20-iklim-zirvesi-protestolari, 6 Kasım 2021, BİA net.)
Türkiye coğrafyasının gerçeği hakkındaki notlara geçelim:
“Ya biz? Halimiz pek acı. Durum korkunç ve son raddedeyiz. Ancak hiç kimse bu gerçeğe kulak kabartmıyor! Biz Türkiyeliler, duymamakta inat ediyoruz.
Uluslararası kurumlarca gönderilen yardımların haberleri aktarılıyor. Yardıma giden insanlar, bu sahne karşısında duyarlı…
Diğer boyutta ise şu var: Yakınlarını kaybedenleri gösteriyorlar. Onlar, ‘Bize yardıma gelinmedi. Göz göre göre çocuklarımız ölüme terk edildi!’ diye ağlayarak anlatıyorlar.
Ancak tüm bu sahneler, ‘Biz olmasak, onlar ekmeksiz kalır’ gibi tam bir manipülasyon ağına aktarılıyor. Tıpkı iktidar çevresindekilerin aç susuz (Afrika gibi) ülkelere gidip su kuyuları açmaları misali bir sahne. Böylece yardım kurumlarının isimleri sembolize ediliyor.
Diğer görüntülerin hepsi, sadece yarın unutturulacak olan bir ‘belgesel’ dram. En korkunç olanı da şöyle: Bölgeye gönderilen yabancı araştırmacıların ilgilendiği asıl konu insan canı değil, dünya çapındaki araştırmalarını belgeleyip kendi ülkelerinin ayakta kalabilmelerini sağlamaktır. Yani, toprağın sonundayız.
Bu arada soralım: Doğaüstü bu sallantının asıl sebeplerini kim yarattı? Çünkü mevcut durumda yeryüzündeki afetlerin hiçbiri, artık ‘doğal afet’ kategorisinde değildir. Tekmil Ortadoğu coğrafyasını bombalarla, nükleer atıklarla gözden çıkaran kimlerdi? Tıpkı Afrikalılar gibi, ‘Siz de suçlusunuz; siz olmasaydınız bu memleket bir cennet idi’ diye haykırmazsak, böyle demeyi ertelersek bugünleri de arayacağız.
Öte yandan memleketin en yetkin-en itibar edilebilir jeoloji mühendisleri dahi, bu yıkımı yapılaşmadan-bina kalitesinden bağımsız; ‘iki olağan dışı yarılma ilginç bir şekilde devamda…’ olarak tanımlıyor deprem olayını. Oysa İstanbul Teknik Üniversitesi’nin eski öğretim görevlileri; bilgi-birikim olarak en yetkin-en itibar edilebilir insanlardı. Şimdiki deprem uzmanları, onların yanında çırak gibi birikime sahiptir. Bu ülkede Jeoloji mühendislerinin de yetkileri elinden alınmıştır; yetkisizlikten dolayı bilgilenmek zorunda oldukları noktalarda aç bırakılmışlar. Ekoloji örgütlülüklerinin ilgi-bilgi düzeyinde kalmışlar. Vay be, ne hazin!
Bazı jeoloji mühendisleri ‘Yapılaşmada toprak faktörü’nü çok yetkin bir biçimde aktarabiliyorlar: ‘Bu yarıklar hiç deneyimlenmemiş bir şiddetle 2 kez açıldı ve durmadı, devam ediyor. Bu tarifsiz, olağan dışı bir şey, izlemek lazım…’ diyorlar. Ancak son 10 yıllık aktüel bilgileri ekleyemediklerinden orada kalakalıyorlar. Aynı bağlamda Türkiye’ye koşturan yabancı araştırmacıların bizim gibi ülkelerde yapmakta oldukları araştırmaların verilerinden bihaber bırakılmış bu mühendisler. Ne korkunç!
Unutmadan: Prof. Dr. Övgün Ahmet Ercan ‘Yer denetiminden’ bahseden neredeyse tek kişi; ‘yerin altına projeler’ kapsamında doğalgaz aktarım boruları döşendi: Rapor yok-bilgilendirme yok. Prof. Dr. Naci Görür de nihayet ayet okumanın dışına çıktı, iyi açıklamalar yapıyor.
Asıl anlatmak istediğim de bu: Bizim toprakların ‘kan grubu’nu (zemin etütlerini, ayrıntılı jeolojik yapısını-F.B.) tespit etmek bile yasak! Toplum olarak bizler, ‘toprağımızın kan grubunu (yapısını, niteliklerini vs) öğrenmek istiyoruz’ diyemeyecek düzeyde bırakılmışız.
Bunları konuşmaya başlayan ve konuya hâkim biçimde dile getiren 15-20 yaş grubu topluluk var Türkiye’de. Ancak kimse duymuyor onları; kuşaklar arası köprü yok! Bilgilerini eski kuşaklara aktaramıyorlar.
Medya veya toplantılarda ele alınıp tartışılan şimdiki felaketin temel çerçevesi hep şudur: ‘Depreme dayanıksız bina yapımı, inşaat…’ Bütün mesele bundan mı ibaret yani? Oysa yeryüzünün dünya çapındaki hali 17 Ağustos 1999 depreminden çok farklı. Sadece AKP’nin değil, dünyanın o topraklara reva gördüğü ‘kader’dir bu…
Ayak bastığımız toprağın ve soluduğumuz havanın sesine kulaklarımızı kapatma lüksümüz olmayan bir uçurumdayız… Bunun farkına varmak zorundayız…
Bizler ‘iktidar, hükümetler, ekonomi, inşaat firmaları…’ yani Hintli profesörün dediği gibi ‘sadece insan merkezli dünya okuduğumuz’ için şunu tekrarlıyoruz: ‘Bu normal bir deprem değil, başka bir şey!’ Hâlbuki ne olduğunu öğrenmeyi talep etmezsek bitmişiz biz!
Meselenin bilimsel kuşkusunu-kaygısını bile taşımaz hale geldik. Bu çok büyük bir kangren… İşte 21. yüzyılın bizi getirdiği hal! Bir Türkiye gerçekliği daha: Su-deniz sınırı olan bütün alanlar artık tehlikede…”
Devam edeceğiz…
*GazeteKarınca