Türkiye işçi sınıfının mücadele geçmişi 1870’li yıllara kadar dayanır. Özellikle 1960’lı yıllardan 1990’lı yılların ortalarına kadar, Türkiye’de toplumsal muhalefetin belirleyici gücü bu sınıf oldu. 1960’lı yıllaraişçi sınıfı, gençlik ve öğrenci eylemleriyle birlikte; Saraçhane mitingi, Kavel direnişi, Zonguldak direnişi, DİSK’in kuruluşu, 15-16 Haziran isyanı gibi tarihi eylemlerle damgasını vurdu.
İşçi sınıfı 1970’li yıllarda, DGM direnişi, 1 Mayıslar, Tariş direnişi ve çok sayıda direnişin yanı sıra, Alpagut ve Yeni Çeltek özyönetim deneyimlerini de tarihe yazdı.
12 Eylül faşizminin bunaltan havası 1985’lerde başlayan, Zonguldak ve Bahar eylemleriyle doruğa ulaşan işçi eylemleriyle kırıldı. Bu hava içinde kamu çalışanlarının militan, meşru sendikal mücadelesi başladı ve başarıya ulaştı.
Böyle bir geçmişle karşılaştırıldığında işçi sınıfı günümüzde neredeyse tanınmayacak bir haldedir.Örneğin Gezi isyanıyla bütün Türkiye çalkalanırken işçi sınıfı kenarda durdu, gösterilere bireysel katılımlarla yetindi.
İşçi sınıfının mevcut durumuna şöyle bir bakalım:
Sendikal Mücadele
1990’lı yıllarla karşılaştırıldığında sendikalaşma oranında büyük bir gerileme yaşanmıştır. 2016 resmi rakamlarına göre 2016 yılının Ocak ayında kayıtlı işçi sayısı 12 milyon 663 bindir.Bu sayının 1 milyon 514 bini sendikalıdır. Bu durumda sendikalaşma oranı yüzde 12’ye yakın (% 11,9) çıkmaktadır.
Bu rakam doğru değildir. Çünkü kayıtlı olmayan milyonlarca işçiyi ve milyonlarca işsizi kapsamamaktadır. Buna ek olarak sendikalı işçilerin önemli bir bölümü de, işkolu barajını aşamadıkları için toplu sözleşme yapma hakkından yoksundur.
2015 rakamlarına göre sendikalı olup da toplu iş sözleşmesi yapabilen işçilerin oranı yüzde 6-7 civarındadır. Özel sektör ayrıca ele alındığında bu oran yüzde 3-4’e düşmektedir.[1]Bu oran geçmişe göre büyük bir gerilemeye işaret etmektedir. Örneğin 2009 yılında resmi rakamlara göre sendikalaşma oranı yüzde 60 idi. Tabii ki bu rakam gerçeği yansıtmıyordu. Fakat AKP dönemindeki özelleştirmeler ve taşeronlaşmadan önceki sendikalaşma oranının şimdikinden çok daha yüksek olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Türkiye’de toplu sözleşme yetkisine sahip üç konfederasyon vardır.
Türk-İş, Hak-İş ve DİSK. Gülenciler tarafından kurulan ve 30 bine yakın üyeye sahip olan Aksiyon-İş, henüz hiçbir işkolunda barajı geçebilmiş değildir.
Sendikalı işçilerin yüzde 58’i Türk-İş, yüzde 29’u Hak-İş, yüzde 10’u DİSK üyesidir. Sendikalaşma sürecinin önemli bir özelliği de şudur: Doğrudan AKP’ye ve İslami sermayeye bağımlı Hak-İş ve Memur-Sen hızla büyürken, Türk-İş gerilemekte, DİSK konumunu korumaktadır.
Hak-İş konfederasyonuna üye olan sendika sayısı 2007’de sadece dokuzdu. Bu sayı 2013’te 16’ya, 2015’te 27’ye, 2016’da yüzde 29’a yükseldi. Özelleştirme ve taşeronlaşma ile işsizlik artar, ücretler düşer, çalışma saatleri uzar, işçi sınıfı sahip olduğu hakları kaybeder, sendikal mücadele gerilerken Hak-İş büyüme rekorları kırdı. Aynı durum kamu çalışanları içinde örgütlü AKP konfederasyonu Memur-Sen için de geçerlidir. Türk-İş 2013 yılında sendikalı işçilerin yüzde 69’unu temsil ediyordu. Bu oran 2016’da yüzde 58’e geriledi. DİSK’in yüzde 10 oranı değişmedi.
Türkiye işçi sınıfı tarihinde gericilik hiç bu kadar güçlü olmadı. Günümüzde sendikal örgütlenme ve sendikal mücadele neredeyse adı var kendi yok bir durumdadır. Sendikalı işçilerin yaklaşık yüzde 90’ı doğrudan hükümete ve sermayeye bağlı konfederasyonlara üyedir.
Türk-İş ve Hak-İş hak kayıplarına, sendikasızlaştırmaya, 19. Yüzyılın vahşi kapitalizminin Türkiye’de hortlatılmasına karşı bir şey yapmadıkları gibi, bütün demokratik hareketlerin açıkça karşısında oldular. Örneğin Gezi olaylarında bu iki konfederasyon AKP’nin yanında yer aldı. AKP’nin zora düştüğü her anda MÜSİAD, ASKON, TÜMSİAD gibi İslami sermaye örgütleriyle ve onlarca İslami vakıfla birlikte hükümeti destekleyen gazete ilanları verdiler. Türk-İş ve Hak-İş’i işçi örgütü olarak değil de, hükümetin ve sermayenin işçi sınıfı içindeki uzantıları olarak kabul etmek daha doğru olur.
Sendikal mücadele alanında Türk-İş ve Hak-İş gericiliğine karşı ciddi bir alternatif yaratılabilmiş değil.
Sendikal mücadele alanındaki gerileme sınıf bilincinin gerilemesiyle birlikte gelişti. Günümüzün Türkiye işçi sınıfı siyasi bilinç, sınıf bilinci bakımından 1960’ların, 70’lerin, 80’lerin, 90’ların işçi sınıfından çok çok geridedir. Böyle bir işi başardığı için emperyalizm ve işbirlikçi sermaye AKP hükümetlerine şükran borçludur.
Geriye Gidişin Nedenleri
Bu nedenleri birkaç başlık altında toplayabiliriz:
Siyasi Gerileme: İşçi sınıfının örgütlenme ve mücadele alanında geriye gidişinin esas nedenleri siyasi alanda aranmalıdır. Genel olarak şunu söyleyebiliriz: 12 Eylül yenilgisinden sonra ve Doğu Blokunun yıkılması ile ortaya çıkan gerici dalganın etkilerine karşı Türkiye solu kendisini yenileyememiştir. Değişen Dünya ve ülke koşullarına uygun anlayışlar, mücadele ve örgütlenme biçimleri geliştirememiştir. Soldaki en büyük zaaf olan bölünme parçalanma süreci daha da derinleşmiştir.
Sadece Türkiye solu değil, kendisine sosyal demokrat diyen anlayış da gerilemiştir. Bunlara ek olarak sağ kesimde AKP dışında parti kalmamıştır. Böylece sol ve sosyal demokratlar işçi sınıfı içinde gerilerken, sağ kesim tümüyle AKP’de toplanmıştır. Ve 14 yıl tek başına iktidar olan AKP yapacağını yapmıştır.
Kamu Kesiminin Tasfiyesi ve Taşeronlaşma: İşçi sınıfının örgütsel yapısını dağıtan en önemli etkenler özelleştirme ve taşeronlaştırma olmuştur. Devlet,tarım ve hayvancılıkta, madencilikte, petro-kimya, demir çelik ve metal sanayi, enerji gibi alanlarda, birçok işkolunda en büyük ekonomik güç durumundaydı. Sendikalı işçi sınıfının büyük bölümü de bu alanda bulunuyordu. Türk-İş genelde kamu kesiminde örgütlüydü. 1980’li yıllarda gerçekleşen işçi eylemleri, madenci eylemleri, bahar eylemleri, genelde kamu kesimi işçilerinin eylemleriydi. 1990’lı yılların başlarında ortaya çıkan kamu çalışanları sendikaları ve eylemleri de gene bu kesimin ürünüydü. Bu kurumların özelleştirilerek yok edilmesiyle birlikte sendikal örgütlenme de yok oldu. Kapatılamayan ama taşerona verilen kamu işyerlerinde de aynı durum yaşandı.
Yeni İdeolojik Bölünmeler:1990’lı yıllara kadar işçi sınıfı içinde keskin siyasi bölünmeler yoktu. Genel bir sağcı solcu, ya da eski MHP’de temsil edilen faşist devrimci ayrışması vardı. 1990’lı yıllarda buna Kürt Türk kutuplaşması eklendi. Kürt özgürlük mücadelesi kamu çalışanları hareketinden başlayarak işçi sınıfı içine de girdi. Kürt işçiler ulusal kimliklerini sınıfsal kimliklerinden önde tutan bir tavra doğru kaydılar. Kürt hareketine karşı devlet eliyle, resmi ideoloji eliyle azdırılan ırkçı, inkarcı anlayış işçi sınıfı içinde de maddi bir güce dönüştü. PKK’li olup olmama, Kürtleri destekleyip desteklememe çoğu zaman sınıf bilincinin, sınıf kardeşliğinin önüne geçti.Böylece işçi sınıfı içinde bir ulusal bölünme ortaya çıktı.
Devlet eliyle, emperyalizm desteğiyle geliştirilen dini gericilik ve kitlelerin dini temelde örgütlenmesi işçi sınıfı içinde yeni ideolojik bölünmeler ortaya çıkardı. Dinci-laik, Alevi-Sünni kutuplaşmaları oluştu. İşçiler sınıf olarak sermayeye ve sınıf düşmanlarına karşı bir araya gelmek yerine, kendi ulusal ve dini kimlikleri etrafında birbirlerine karşı örgütlenmeye başladılar. Bunlar içinde devlet ve düzen tarafından, patronlar tarafından tercih edilip desteklenen dini eğilim, Memur-Sen ve Hak-İş’in kimliğinde büyük örgütlenmelere dönüştü. Din kardeşliği, dini anlayış birliği yanında sınıf kardeşliği anlayışı geriledi.
Bu ideolojik parçalanma sendikal mücadeleyi ve genel olarak işçi sınıfı hareketini çok zayıflattı. Etnik ve dini kimliklerini tehlike altında gören işçiler, bu kimliklerine daha çok sarıldılar, bu kimliklerini öne çıkardılar. Kürt işçiler Kürt hareketine, Alevi işçiler Alevi örgütlerine, dindar olmayan işçilerin bir bölümü Kemalist, ulusalcı örgütlere kaydı. Dindar işçi kesimi ise AKP’nin ve yaşadıkları alanlarda da dini cemaatlerin etkisine girdiler.
Bugün işçi sınıfını bölen, zayıflatan bir olgu olarak duran etnik ve dini farklar, eşitlik ve enternasyonalizm temelinde ele alındığında, Türkiye’de kurulacak çok renkli toplumun, işçi sınıfı içinde yaratılmış nüveleri haline geleceklerdir. Esas olarak cumhuriyetle kurulmuş olan tek dinli, tek dilli, tek uluslu toplumun yerine, değişik dini ve etnik kimliklerin iç içe geçtiği bir toplum, işçi sınıfı öncülüğünde kurulabilir.
Ne yapılmalı?
İşçi sınıfı içinde sendikal ve siyasi çalışma yapan büyüklü küçüklü birçok siyasi örgüt ve grup vardır. Fakat bu çalışmalar bugüne kadar kayda değer bir başarı gösterememiş, dar grup çalışmaları olarak kalmışlardır. Böyle olmasının birçok nedeni vardır.
En başta işçi sınıfının objektif ve ideolojik durumu, sınıf bilincine sahip güçlü bir işçi örgütlenmesi yapabilmek için epey bir zamandır (1990’ların başlarından beri denilebilir) pek uygun olmamıştır. İdeolojik parçalanmışlığa yukarıda değindik. Aşağıdan güçlü bir dalga, güçlü bir baskı, ya da istek olmadan güçlü bir işçi örgütlenmesi yaratılamaz. Örneğin 1960’larda grev hakkının alınabilmesi, DİSK’in kuruluşu o zamanki eylem dalgasının ürünüydü. Aynı şekilde 1990’ların başında Türk-İş’te bazı sendikaların yönetimlerine sola eğilimli kişilerin gelmesi, DİSK’in yeniden açılması, memur hareketinin sendikalaşması da o dönemin güçlü aşağıdan dalgasının ürünleriydi. Elbette siyasi ortamın ve siyasi müdahalenin de belirleyici rolü olmuştur. Ama böyle bir işçi hareketlenmesi, aşağıdan gelen bir dalga yoksa hiçbir siyasi müdahale işe yaramaz. İşçi sınıfı tarihimizdeki uzun suskunluk dönemlerinden birini daha yaşamaktadır. Fakat bu suskunluğun da sonu gelecektir. Çünkü kapitalist sistemde krizler ve kendiliğinden işçi hareketleri, önlenemez, kaçınılamaz olgulardır.
Bu objektif durumun yanı sıra, işçi çalışması yapan örgüt ve grupların, sürece müdahale biçimlerinde önemli yanlışlar vardır. En başta işçi çalışması sadece siyasi çalışma, örgüte ya da gruba adam kazanma çalışması olarak görülmektedir. Yapılan sendikal çalışmalarda da bu amaç öndedir. Sendikal çalışma ile siyasi çalışma ilişkisi doğru kurulamamaktadır. Bu bakış, çalışma yapılabilecek işçi kitlesini son derece daraltmaktadır. Çünkü genel olarak sola, sosyalizme sempati duyan işçi kitlesi çok sınırlı bir haldedir.
Sendikal çalışma siyasi örgütlerden bağımsız olmalıdır. Bu çalışma solcu, CHP’li, MHP’li, AKP’li değişik siyasi görüşlere sahip işçileri sermayeye, patrona karşı ortak ekonomik, demokratik istemlerde bir araya getirmelidir. Herhangi bir siyasi örgütün arka bahçesi haline gelen, farklı görüşleri tasfiye etmeye çalışan sendikaların kitlesini kaybettiği ve giderek işlevini yitirdiği deneyimlerle ortadadır.
Bu yaygın yanlışın yanı sıra, tek tek küçük siyasi yapılar olarak işçi sınıfına gitmek, sınıfta karşılık bulmamaktadır. Yapılan fedakarlıkların, çekilen çilelerin karşılığı alınamamaktadır. Bu da sebepsiz değildir. Sıradan işçi kısa dönemli düşünmekte, o anın kar zarar hesabını yapmaktadır. Siyasi herhangi bir grupla çalışma yapmak işçiye göre risktir. Güçsüz bir siyasi grubun sendikal çalışmasında yer almak da sıradan işçi için gene karşılıksız bir risk almaktır. Çünkü toplu sözleşme yetkisi olmayan bir sendikal çalışmada yer almak, işten atılmayı göze almak demektir. Böyle olunca, kendi içlerinde az çok örgütlülük sağlayabilen işçiler, sol grupların sendikalarına değil de mevcut sendikalardan birine gitmektedirler.
Sonuç olarak siyasi mücadelede önemli bir yeri olmayan, kendisini gündeme sokup tartıştıramayan etkisi çok zayıf siyasi yapılarla işçi çalışması yapmaya çalışmak, sadece bunlar adına işçi sınıfına gitmek istenilen sonucu vermemektedir.
Ne yapılmalı sorusunun cevabına gelince. Önce yukarıda sözünü ettiğimiz yanlışlardan vaz geçilmelidir. Sonra da elimizde mevcut imkanları doğru değerlendirmeliyiz.
Elimizde Mevcut İmkanlar Nelerdir?
İşçi sınıfı içinde bir hareketlenme başlamıştır. Taşeron işçiler içinde güçlü bir örgütlenme eğilimi vardır. Bazı işkollarında (sağlık, güvenlik, hizmet gibi) taşeron işçiler sendikalaşmayı başarmışlardır. Metal işkolundaki eylemler, sendika değiştirmeler gelecekteki daha büyük eylemlerin habercisidir. Yani doğru yöntemlerle, güven verici biçimlerde gidilirse örgütlenmeye hazır bir işçi sınıfı vardır.
İşçi sınıfının büyük bir kadro ve deneyim birikimi vardır. Güçlü ama dağınık, örgütsüz, bu nedenle de gücü ölçüsünde etkili olamayan sosyalist bir birikim vardır. Bu birikim hem sendikal alanda hem siyasi alanda hem de hayatın bütün alanlarında, hukuk alanında, eğitim alanında mevcuttur. Aynı birikim gazeteci, yazar, araştırmacı, genel olarak aydınlar arasında da vardır. Ciddi, güven veren bir işçi çalışması ortaya konulduğunda, bu çalışmaya kendi bulunduğu alandan gönüllü destek verecek, çalışmanın bir yerinden tutacak birikimli insanlara sahibiz.
7 Haziran seçimlerinde, siyasi alanda farklı etnik ve dini kimliklerin bir araya gelebileceğini ve bu durumun kitleler içinde ciddi bir karşılık bulduğunu gördük. Türk, Kürt, Ermeni, Çerkes, Alevi, Sünni, Ezidi, Süryani, bu topraklarda yaşayan bütün farklı unsurların bir araya gelmesi, iktidara, resmi ideolojiye ve dini gericiliğe karşı birlikte mücadele etmesi artık bir temenniden ibaret değil. Bu istem devletin, düzenin bütün resmi ve sivil kurumlarını alarma geçirecek, kirli savaşı yeniden başlatacak ölçüde gerçekleşti.
Bugün HDP’li milletvekilleri ve bazı CHP’li milletvekillerinin şahsında, işçi çalışması içinde yer alacak, sorunları mecliste tartıştırmada, kamuoyuna duyurmada yardımcı olacak bir siyasi güce de sahibiz. Tabii HDP’li milletvekilleri meclisten atılmazsa.
Bu imkanlar ölçüsünde yapılması gerekenleri şöyle özetleyebiliriz:
Amaç demokratik, enternasyonalist bir işçi hareketi yaratmak olmalıdır.
Farklı siyasi anlayışlardan ve Kürt hareketinden sendikalı ve sendikasız işçi liderlerini, işçi sınıfı içinde çalışma yapan aktivistleribünyesinde toplayan bir emek cephesi kurulmalıdır.Örnek vererek anlatmak gerekirse; seçimler sürecinde HDP etrafında sağlanan birlik ve ortak mücadele havası işçi çalışması alanına aktarılmalıdır.
Bu cephe herhangi bir siyasi örgütün uzantısı olmamalı, siyasi örgütlerden bağımsız olmalıdır.
Bu çalışma işçilerin sendikal sorunlarıyla kendisini sınırlamamalı, Türkiye’deki demokratik mücadelenin bir parçası olmalıdır.
İşçi çalışması sadece sendikal çalışmadan (sendikasızları örgütleme, sendikalarda gerici yönetimleri değiştirmeye çalışma gibi) ibaret olmamalı, işsizleri, informel sektörde çalışanları da kapsamalıdır. Bu nedenle sadece fabrikalar, işyerleri değil, mahalleler de çalışma alanı olmalıdır.
İşçilere hukuki yardım sağlamak için bir avukatlar grubu, işçilere deneyim aktarmak, eğitmek, yol bulmada yardımcı olmak için de bir uzmanlar grubu oluşturulmalıdır. Bu gruplar gönüllü kişilerden oluşmalıdır.
Türkiye solunun belli kesimlerini ve Kürt işçi hareketini bir araya getirmiş, meclisteki devrimci, demokrat milletvekilleri ile ilişki içinde olan, hukukçulara ve deneyimli işçi uzmanlarına sahip olan böyle bir çalışma, önce bilinçli işçilerin(başta sol eğilimli,Kürt ve Alevi işçiler), giderek bütün işçi sınıfının dikkatini çekecektir. Şu an örgütsüzlük nedeniyle atıl duran sosyalıst aydın ve işçi birikimi de bu yolla harekete geçirilebilir. İşçi çalışmasındaki mevcut çıkmazlar, güvensizlik, darlık, sendikal bürokrasi, bu yolla kırılabilir.
HDK (Halkların Demokratik Kongresi) bünyesinde oluşturulmuş olan Emek Meclisi, sözünü ettiğimiz işçi çalışması için, inisiyatif alabilecek bileşime, güce ve imkanlara sahip bir oluşum olarak görünmektedir.
1 Mayıs 2016
[1]2015 rakamlar için Aziz Çelik’in şu yazısına bakılabilir:
http://t24.com.tr/yazarlar/aziz-celik/sendikalasma-gercekten-artiyor-mu,11132
2016 Ocak ayı rakamları için:
http://sendika10.org/2016/02/ocak-2016-istatistigi-turkiye-isci-sinifi-orgutsuz-ergun-iseri/
HDK projesi maalesef Türkiye solunca anlaşılamadı. Devletçi-iktidarcı bir dizi (faydadan çok sınıf mücadelesine zarar veren ) parti kuruldu. Sınıf mücadelesini tüm boyutlarıyla yeniden yükseltmek için yaşam ve çalışma alanlarında doğrudan demokrasi ile işleyen ve koordineli çalışan meclisler kurulmalı. Sözünü ettiğiniz birikimli ve deneyli kadrolar bu konuda önderlik edebilir. Sol, tüm örgütlenmelerde temsili demokrasiyi, devletçi ve iktidarcı paradigmayı terk etmediği müddetçe de bir varlık gösterme şansı yok. Eko sistem neredeyse çökmek üzere. Yaşam alanlarındaki meclis örgütlenmeleri, bir yandan da komünal ekonomiyi kurmak için var gücüyle çaba harcamalı. Tıpkı burjuvaların feodalite içinde kendi ekonomilerini kurmaları gibi. Üstelik işçi sınıfı ve emekçiler politikanın özneleri olmaksıızın ulus devlet iktidarları ele geçirilse bile özgür bir gelecek inşa edilemez diye düşünüyorum. Kısacası sol, sadece muhalefet eden değil, kendi gelecek inşası adına politika yapabileceği kurumlar yaratmalı. Ayrıca, işçi ve emekçiler belediyelerini kendi özyönetimleri ile yönetmeyi başaramadıkları müddetçe ne ulus devletleri ve ne de dünyayı yönetemezler.