Salı , 19 Mart 2024

ANAYASA, BAŞKANLIK VE DARBE MONOLOGLARI… – TANER TİMUR


Notice: Undefined index: tie_hide_meta in C:\inetpub\WpSites\ozguruniversite.org\wp-content\themes\sahifa\framework\parts\meta-post.php on line 3

taner-timur-portre1“İnsanlarda bunama nadir bir durumdur, diyordu Nietzsche, ama halklarda, gruplarda, partilerde kuraldır”. Aslında kendi yaşamına pek de uygun düşmedi bu aforizma, Alman halkından çok daha önce kaybetti aklını çılgın filozof. Yine de bu sözleriyle galiba isabetli bir teşhis yapmıştı.
Anlaşıldı herhalde, sözü bize getirmek istiyorum; şu son dönemde garip semptomlar veren kendi toplumumuza! Gerçekten de son yıllarda etrafımız reel dünyadan kopmuş, kendi kendine konuşan insanlarla doldu. “Bunama” değil de, galiba kolektif bir “şizofreni” durumuyla karşı karşıyayız! Hayal dünyalarında yeni bir düzen kurmuş olan kimi sözde misyonerler “Yeni Anayasa”larını tüm topluma dayatmaya hazırlanıyorlar. Beştepe Külliyesi’ne göre tasarlanmış bir Anayasa! “Olmazsa olmaz!”, diyorlar.
***
Aslında Anayasa tartışmalarının bizde hazin bir geçmişi vardır. Gün olmuş bu temel kurallar kitabı kutsallaştırılmış, uğruna başlar alınmış; gün olmuş aynı kitap hoyratça çiğnenmiş ve herkes de sessizce seyretmiştir. Garip ve şizofrenik olan şu ki, son yıllarda bu iki dalgayı eşzamanlı olarak yaşar gibiyiz. Bir yandan bir kısmımız, çaresiz, mevcut Anayasa’nın rafa kaldırılışına tanık olurken, öte yandan da, kimileri, “düşman”ın elini kolunu bağlayan Lilliput halkı gibi, güce dayanan düzenlerini, “Yeni Anayasa” türküleri ile zorla dayatmaya çalışıyor.
***
1960’larda, 27 Mayıs darbesiyle yeni bir anayasa yapıldı ve bir süre “kutsal Anayasa” dönemi yaşadık. Bu sihirli sözcük bütün dudaklardaydı ve bizim Mülkiye de ayrı bir Komisyon kurmuş, yeni bir anayasa tasarısı hazırlıyordu. O tarihte Türk Ceza Kanunu’nda Anayasa maddeleri kadar önemli, korkunç bir madde vardı: 146. madde. Şunu söylüyordu: “Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın tamamını veya bir kısmını tağyir ve tebdil veya ilgaya ve bu kanun ile teşekkül etmiş olan Büyük Millet Meclisini iskata veya vazifesini yapmaktan men’e cebren teşebbüs edenler, idam cezasına mahkûm olur”. Menderes ve kader arkadaşları, esas olarak bu maddeye göre yargılandılar.
1960’ların “kutsal Anayasa” tutkusu Menderes ve bakanlarının hayatlarına mal oldu. Cebren ilga edilmiş bir anayasayı daha önce ihlal etmiş oldukları için yargılandı ve idam edildiler. Darbelerin kanunudur; eğer başarılıysanız iradeniz kanun olur. Üç yıl sonra Talat Aydemir ve arkadaşları başarılı olamadılar ve yine aynı kanuna göre yargılandı ve asıldılar. İzleyen yıllarda da anayasa rüzgârları sık sık yön değiştirdi ve darbeler darbeleri izledi. Bu yıllarda Anayasa, zorla ya da legal yollarla defalarca değiştirilirken, “Anayasa’nın delinmesi”ni doğal bulan hükümet başkanları da gördük. Gördük ve bugünlere geldik.
Peki, bugün nasıl bir durumla karşı karşıyayız?
***
Bugün de Anayasa’nın çiğnendiği, hatta ilga edildiği iddiaları ortalıkta dolaşıyor. Üstelik bu iddia AKP erkânı ve ona yakın gazeteciler tarafından da açıkça savunuluyor! “Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesi ile sistem değişti, diyor yandaş kalemler; fiilen parlamenter sistem bitti; kadük oldu!”. O halde? O halde “fiili durumu hukuka uydurma” zorundayız; “Yeni Anayasa”dan bekledikleri de bu! Sabah gazetesi bunu ilk sayfada manşet bile yaptı: «Başkanlık sistemi Türkiye’ye fiilen gelmiştir!».(23 Kasım 2015). “Fiilen”, yani “hukuken” değil! Demek ki Anayasa zaten değişmiş; değişmenin de ötesinde tamamen ilga edilmiş bulunuyor! TCK’nın 146. maddesinin hükme bağladığı “tağyir, tebdil ve ilga” durumlarının hepsi mevcut. Mevcut olmayan ise 146. maddenin kendisi!
Yani?
Yani bu maddenin kaldırılmasıyla Türkiye’de Anayasa’yı çiğnemek legal hale mi geldi? Elbette ki hayır! Mevcut TCK’nın 309’uncu maddesi aynen şunu söylüyor: “Cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın öngördüğü düzeni ortadan kaldırmaya veya bu düzen yerine başka bir düzen getirmeye veya bu düzenin uygulanmasını önlemeye teşebbüs edenler ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ile cezaladırılırlar”.
***
Görüldüğü gibi her şey açık; “Anayasası’nın öngördüğü düzen”in fiilen ortadan kaldırıldığını ve başkanlık sistemine geçildiğini bizzat iktidar mensupları söylüyorlar. Kaldı ki on gün önce hükümetin nasıl devrildiğini, Başbakan’ın görevinden nasıl uzaklaştırıldığını da gördük. Oysa bu sivil darbeyi savunanlar da yine AKP kurmayları ve AKP yanlısı yazarlar oldu. Hatta bunlardan bazıları Davutoğlu’nun neden Başbakanlık’tan kovulduğunu madde madde saydılar. Ve ilginçtir ki bu maddelerin hemen hepsi de mevcut Anayasa’ya göre Başbakan’ın başbakanlık yetkilerini kullanmasıyla ilgiliydi. Bunlar arasında “Milletvekili aday listeleri hazırlanırken istişareden kaçınılması” diye bir madde bile vardı. (Sabah, 6 Mayıs 2016). Yani AKP Başkanı Davutoğlu, parti aday listelerini hazırlarken, Anayasa’ya göre tarafsız olması gereken ve bunun için de yemin etmiş olan Cumhurbaşkanı’na neden danışmadı diye suçlanıyordu! Cehalet mi, aymazlık mı, yoksa başkaları adına meydan okumak mı? Galiba daha doğrusu şizofreni! Reel dünyadan kopma! Eskiden gizlice yaptıkları hukuksuzlukları bugünlerde açıkça ilan etmede artık bir sakınca görmüyorlar. Gerçek şu ki, eğer bugün TCK 309’a göre bir dava açılmış olsa, yandaş yazarların itirafları mutlaka iddianamede en önemli deliller olarak yer alırlar.
***
AKP’nin kuruluş koşullarını ve gelişme seyrini yorumlayan yazılarımı toplayan kitabıma “AKP’nin önlenebilir karşı-devrimi” başlığını vermiştim. Aradan geçen iki yıldan sonra, bu anlattığım koşullarda, karşı-devrimi önlemek daha mı zor hale geldi? Sanmıyorum; aksine daha kolay haline geldiğini düşünüyorum. Çünkü artık gerginlik yaratma ve çatışma felsefesi sarmalında, AKP, sonunda kendi içinde kavga vermeye başladı. Liberaller küstü; Gülen’ciler “ihanet etti”; Kürtler savaş açtı; şimdi kimi İslamcılar bile “bizim dinden anladığımız asla bu değil!” diye isyan ediyorlar. Mutlak iktidar hırsıyla, Beştepe, artık parti içi “düşmanları” ile uğraşır hale geldi. Ve son olarak Davutoğlu darbesi de bütün bunlara tuz biber ekti. Bilmem, son yıllarda, köşesinde, örneğin “acaba şöyle yapılsaydı daha iyi olmaz mıydı?” diye mırıldanan yandaş yazardan kaçı yerini koruyabildi?
***
Dış dünyada ise daha da hazin bir tablo ile karşı karşıyayız. Tarihimizde ilk kez batılı bir gazetenin “kim daha iyi hakaret edecek?” diye yarışma açtığı bir cumhurbaşkanına sahip olduk. Kaldı ki Tayyip Bey’e en büyük hakaret zaten yapılmıştı; “yarışma”dan hayli önce; hem de Katar televizyonunda, sunucunun “dünyanın en önemli entelektüellerinden biri” diye tanıttığı ve söyleşi yaptığı Noam Chomsky tarafından! (Al Jazeera, 21-22 Ocak 2016). Yerli yazarlara olmadık hakaret ve tehditleri reva gören Beştepe, neden Türkiye Cumhurbaşkanı’nı “katil” (“a murderer”) olarak niteleyen ve kendisiyle beraber Türkiye’yi de küçük düşüren Chomsky hakkında bir dava açamadı? Bırakalım davayı, dostu Katar Şeyhi’ne teessüflerini bildirdi mi?
Geçelim, çünkü öyle anlaşılıyor ki Beştepe’nin hedefi başka ve “Kutsal Dava” yolunda hakaret davaları bile daha çok siyasi hesaplarla açılıyor. Ve anlaşılan hesap da “benden olmayan bana karşıdır” felsefesi içinde, en tutucu değerleri ve en gerici güçleri, tüm muhaliflere karşı seferber etmek: Yurt içinde ve yurt dışında. İçerde savcılar harekete geçirilirken, dışarda da boş durulmuyor. Tayyip Bey BM’de “dünya beşten büyüktür!” diyor; Obama’ya kafa tutuyor; neredeyse tüm komşu devlet başkanlarına hakaretler yağdırıyor. Bunlar da yetmedi; Putin düşman ilan edildi ve sonunda da AB’ye meydan okunmaya başlandı.
Güzel de bu “topyekûn savaş” bizi nereye götürebilir? Olası senaryoları sıralamaya çalışalım.
***
Belki en tehlikeli senaryo, ülkenin yönetilemez hale gelmesi ve gözlerin de, yakın tarihte sık sık tanık olduğumuz gibi, “zinde kuvvetler”e çevrilmesi olacaktır. Bu koşullarda, yıllardır bu ülkede biriken kin ve nefret dalgasının nerede duracağını kimse kestiremez. Aslında kimse temenni etmez, ama eğer yaşanırsa, o günlerde de hakkı ve adaleti herhalde sadece gerçek demokratlar ve devrimciler savunacaklardır.
İkinci senaryo ise Davutoğlu’nun gidişi ve Erdoğan-AB restleşmesi ile ortaya çıkan krizin olası sonuçlarıyla ilgili olabilir. Böyle durumlarda gözler kaygıyla borsaya ve döviz kurlarına çevrilir. 1 Kasım seçimlerini de AKP “istikrar” korkuluğu ve “kriz kapıda” şantajı ile kazanmadı mı? Bu kez de “aslında istikrarı Davutoğlu değil, Erdoğan temsil ediyor” propagandası iş dünyasını yatıştırmak için piyasaya sürülür? Göründüğü kadarıyla AKP’ye egemen olan düşünce bu!
***
Bu konuda önce herkesin bildiği bir gerçeği tekrarlayalım: Bu ülkede demokrasi ve insan hakları sorunu ne Borsa’nın ne de döviz kurlarının umurundadır. Onlar için önemli olan istikrarlı ve uyumlu bir iktidardır. Oysa Erdoğan’ın faiz savaşı ve AB’ye rest çekmesi istikrarı değilse bile, küresel kapitalizme uyumu sarsacak bir potansiyel taşıyor. Bu konuda bir iktisatçımız, görüştüğü bankacıların kriz konusunda şu görüşünü aktardı: “Yabancılar Türkiye için henüz kararlarını veremediler. Biraz tedirginlik olsa da, şu andaki fiyatlar içinde olumsuz bir satın alma gözükmüyor”. Peki hükümet kurulunca bu “tedirginlik” geçecek mi?
Bekleyeceğiz ve göreceğiz. Ve galiba en kötü senaryo da bu beklenti içinde gizleniyor. “İstikrar”ı düşünerek ve “uyum” konusunda da bazı “garanti”ler alarak büyük sermayenin “Güçlü Başkan” formülüne yatma olasılığı dışlanabilir mi? Sermayelerine onurlarından daha düşkün para babaları, onurunu kaybeden patronların sonunda paralarını da kaybedeceklerini bilmiyorlar mı? İlginçtir, son yıllarda Türkiye’de sık sık akla gelen tarihi bir referans da var bu konuda! Fransa’da Cumhuriyet’i yıkıp, imparatorluğu ilan eden Louis Bonaparte örneği. Unutmayalım, Bonapart da Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturuyordu.
***
Daha önce de yazmıştım; bu kez başka bir açıdan çağrışım yaptı; anlatmalıyım.
Louis Bonapart’ın macerasındaki “dönüm noktası”nı Başbakan Odilon Barrot’yu makamından kovması teşkil etmişti; üstelik kovmakla da kalmamış, “kendisini tahtı, tacı, sorumsuzluğu vb olmayan bir anayasal kral statüsüne indirgeyen başbakanlığı tamamen ortadan kaldırmıştı”. Bu konudaki ünlü yorumunda, Marx, “hiç kimse uşaklarını, Bonapart’ın bakanlarını kovduğu kadar törensiz bir şekilde kovmadı” diye yazmıştır. Gözler o günlerde de kaygıyla borsaya çevrilmişti. Oysa maliye, ünlü bankacı Achille Fould’a emanet edilmişti; “istikrar” da tehlikede değildi; artık kurlar “Napolyon hisseleri”ne göre dalgalanıyordu.
Louis Bonapart, yıllardır planladığı darbeyi sonunda yapıp Meclis’i manu militari dağıtınca, Barrot da arkadaşlarıyla beraber belediyeye sığınmış, darbeciyi “vatana ihanet”le suçlamaya çalışıyordu. Yakalandı ve hapse atıldılar; fakat çok geçmeden de serbest bırakıldılar. Artık rejim için hiçbir tehlike arz etmiyorlardı.
***
Uzak ve yabancı bir öykü gibi görünüyor değil mi? Yine de bu topraklarda yaşananlarla dikkate değer benzerlikler taşıyor. Fakat arada önemli bir fark da var. Louis Bonapart, amcasının yapamadığını yapmak, Avrupa’ya damgasını vurmak istiyordu. Ulusal kapitalizm çağıydı; Fransa Avrupa’nın en ileri ülkelerinden biriydi ve sonu feci olsa da Bonapart başlangıçta bazı başarılar elde etti. Osmanlılar bile Kırım Savaşı’ndan sonra, iktidarı ve muhalefetiyle, Bonapartist olmuşlardı. Bugün ise küresel kapitalizm ve emperyalizm çağındayız; uluslararası sermaye bölgesel hegemonyalara bile pabuç bırakmıyor. Ve bu konuda da, öyle uzaklara gitmeye gerek yok, bu coğrafyadan ve yakın tarihten alınacak büyük dersler var! Bu koşullarda en doğrusu –ya da en güzel senaryo- da ülkenin tüm demokrat güçlerinin Erdoğan’ın bu son ve “en çılgın” projesine zamanında dur demesini bilmeleri olacaktır.