Özgürce ve cesaretle konuşan, yaratıcı, eleştirel, üretici, araştırmacı, birbirlerini kendi eşitleri gören, adalet ve hukuka, yargı ve kolluk kuvvetlerinin dürüstlüğüne güvenen, geleceğine kaygısız bakan güvenli bir toplum mu, yoksa ne yapacağını bilemeyen, devletin kolluk, yargı ve yöneticilerinden korkan, düşündüğünü söylemekten ya da yazmaktan çekinen, korkak sinik ve dalkavuk bir toplum mu istenmektedir?
Kendi insanlarını kişiliksizleştiren, her dönemin adamı yapmayı baskı yoluyla benimseten, kendi amaçları uğruna toplumun her kesimine dediğini yaptırmayı amaç edinen bir iktidarla ülkenin insanlarının ruhsal durumlarının ne olacağını tahmin etmek zor olmasa gerek. İnsanlar yanlışa karşı çıkmayı, doğruyu açıkça söylemeyi, gerçeği ve hakikati savunmayı bir aptallık olarak algılıyor ve doğruyu söyleyenin başına gelenin pişmiş tavuğun başına gelmeyeceğini biliyorsa, bu toplum nasıl bir toplum olarak adlandırılabilir? Ve bu toplum nasıl olur da demokrasi, adalet, eşitlik ve özgürlüğü yaşamın her alanına egemen kılabilir? Ve bu insanların gururla dile getirdikleri Müslümanlığın ve Türklüğün değeri, dünya toplumlarının gözünde ne olur?
Unutulmamalıdır ki, her toplum çeşitlilik içerisinde bir birliktir. Tıpkı her ailenin üyelerinin birbirinden farklı olması gibi. Bir aile üyesi, ısrarla kendi kararlarında direnirse, o aile söz konusu üyeye ne yapar? İşte bu soruya verilecek yanıt önemlidir. Yanıtıyla o aile nasıl bir aile olduğunu gösterecektir. Diğer aile üyelerinden ısrarla kendi farklılığında direten ve kararlarında ve farklılığında doğruluk olduğunu ileri süren aile fertlerinden “biri” hakkında karar verirken, aile, farklı olan kişinin o ailede olmak ve orada yaşamaktan mutlu olması, ailenin temel yaşam değerlerine saygı ve sevgi göstermesinin yanında, bu “biri”nin taşıdığı farklarla aile yaşamına zenginlik kattığına mı, yoksa aileyi imha ettiğine göre mi karar vermek ve farklı olan “biri”ne karşı tutum almasıyla bu ailenin demokrat mı yoksa baskıcı ve tektipçi (totaliter) toplum örgütlenmesini mi onayladığını belirlenecektir.
Aile üyelerinden farklı olan “biri”nin herkesten farklı davranarak, diğerlerinin kararlarına uymaması durumunda, o aile üyesi hapse atılıp, dövülüp, eziyet edilip ve hatta öldürülüp, böylece de ailenin mutlu yaşaması ve ailenin diğer üyelerinin birliğe kavuşturulması mümkün olabilir mi? O farklı aile ferdine eziyet eden ya da yok eden aile reisinin eylemlerinden, ailenin diğer fertlerinin psikolojik yaşantısının olumlu etkilenmesi ve zihin sağlıklarının normalliğinden, sağlıklı olarak hayatta kalışlarından söz edilebilir mi?
Bir başka örneklemeyle anlatılmak istenirse; kendi çocuklarını azarlayıp döven, evinden hergün ağlama ve feryat sesleri yükselen hanenin ebeveylerine, çarşı pazarda ilişkisi olduğu komşularınca “evinizden gelen sesler nedeniyle vicdanımız parçalanıyor, lütfen evinizdeki insanlara baskı yapmaktan ve çevrenizdeki insanları rahatsız etmekten vazgeçin” gibisinden söylenen ifadelere, “bizim evimizde olanlardan size ne, evimizde olanlar bizim iç meselemiz”, demek, komşuluk ilişkilerini de hiçe saymak anlamına gelmez mi?
Bir toplumun ortak yaşam alanlarının nasıl örgütlendiği ve toplumun, yurttaşların nasıl yaşayacağına müdahalenin ölçüsü, o toplumun karakterini belirlemektedir. Böylelikle; o toplumun, İsrail veya Filistin, İsviçre veya İtalya, Suudi ya da Pakistana mı benzediği belirlenebilmektedir.
Görüldüğü ve yakın geçmişte yaşandığı kadarıyla, birçok İslam ülkesinde (Filistin örneği kısmen bu savın dışındadır ve aşağıda bu durumun gerekçesi verilmektedir) birbirine taban tabana zıt bir toplumsal çeşitlilik söz konusudur. İslam toplumları diye adlandırılan yerlerde yıllardır süregiden şiddet, terör, baskı, haksızlıklar, adaletsizlikler, yağma ve özgürlüklerin gasp edilmesi süregitmektedir. Garip olan şudur ki; İslam ülkeleri her yıl kendi aralarında yaptıkları toplantılarda uluslar arası topluma eleştiriler sıralamakta, ancak kendi toplumlarında varolan yangını görmemeyi, birbirlerinin eleştirilerini yapmak yerine başkalarına yönelmeyi tercih etmektedirler. Tıpkı her birinin kendi toplumunda yaptıklarını haklı ve hatta gerekli görmeleri gibi.
“Her şeyin suçlusu dışardadır ve kökü dışarda işbirlikçiler tüm barış ve kardeşliğimizi bozmaktadırlar” savı, müslümanlığı, inancı ve duyguları sömürülen topluma hergün verilmektedir. Pekala şimdi bakalım; bu ülkede yüzlerce zengin, milyar dolar kar edişleriyle böbürlenmiyorlar mı? Bu zenginler, ceplerinde ve hesaplarında taşıdıkları bu paraları yine bu toplumun çalışanlarının emeğinden kazanmıyorlar mı? Madem bu para bu memlekette ve bu milletin yeraltı ve yerüstü kaynaklarından, yine bu milletin alınteri ile kazanılıyor, neden tüm bu milyar dolarların kazanıldığı üretim sürecine katılan çalışanlar da üretimin sonucunda oluşan zenginliklere eşit olarak kavuşamıyorlar. Burada hemen Allah’ın bazılarını zengin bazılarını fakir yarattığı yalanını sallayıverirler. Toplumun içerisinde şiddete maruz kalan, çeşitli aidiyetleri olan yurttaşlar, komşularının vicdanına seslenmek, yardım dilenmek ve hatta kendi aile üyeleriyle kavga etmek, birbirlerini yok etmek yoluna gitmektedir. Peki neden? Bu neden üzerinde durmadan önce, dünyanın başka yerlerine bakılmalıdır.
Öncelikle, toplumun çeşitli farklılıklardan mütevellit olduğu düşünüldüğünde, her farklı grubun diğer farklı gruplarla birbirlerini karşılıklı olarak tanıması ve bu tanınmayı hukuksal teminatla güvencelemesi kaçınılmazdır.
İsrail toplumu çeşitlilik içerisinde bir birliktir. İsrail toplumunun çıkarlarını savunan bir birliktir bu. İsrail toplumunda muhafazakarlar olduğu gibi, sosyalistler, liberaller ve demokratlar olduğu gibi, Kibbutz örgütlenmeleri içerisinde olan sosyalist ve Marksistler de vardır. Her biri birbirinden farklı gruplar olarak kendi toplum yaklaşımlarını diğerlerine karşı savunurlar. Ancak bir grup diğer grupları ya da kesimleri kendileri gibi düşünmüyorlar ve yaşamıyorlar diye yok etmeye girişmediği gibi, varlıklarını güvenceye alacak şekilde yasalarla ve kurallarla korur. Çünkü toplumun farklı kesimlerinin aynılaştırılması akıllıca değildir. Tarihte bu tür girişimler başarılı olamadıkları gibi, büyük yenilgiler almışlardır. Ama yenilgileri de, kendi toplumlarına pahalıya patlamıştır. Hitler Almanyası ya da Mussolini İtalyası gibi.
Müslüman toplumlardan örnek verilecek olursa; Filistin toplumu da değişik kesimlerin birbirleriyle rekabet etmesine rağmen, muhafazakarından sosyalistine değin kendi bağımsızlık amaçlarında birleşmişler ama birbirlerini ortadan kaldırmanın kendilerine zarar vereceğini bilincine (kısmen de olsa) vardıklarından, bu yola girmenin kendilerini yok etmek olduğunu anlamışlardır. Hükümetdeki Hamas grubu radikal islamcı, Komünist Parti, FHKC ve Demokratik Cephe ise sosyalist ve El-Fetih grubu milliyetçi ve muhafazakardır. Ama yine de bir aradadırlar ve birbirlerini yok etmeye girişmenin intihar olduğunu bilirler. Çünkü toplum bir beden gibidir. Kendi bedenine saldıran kafa, akıllıca davranmış olmaz. Kafası ya da başı bir dertten muzdarip beden, parçalarını kesip atmaya, o uzvu yok etmeye giriştiğinde kendini ortadan kaldırmaya girişmiş demektir. Bu durumu şöyle de ifade etmek olanaklıdır: Bacakta çıkmış bir iltihaplanma nedeniyle insan bacağını hemen ve sorgusuz kesmeye girişmez. Hastalığın en erken aşamasında tanı koyarak onu iyileştirmeye, bedeninin bütünlüğünü korumaya çalışır. Çünkü bir uzuv kesilip atıldığında yerine yenisini koyamazsınız. Ayrıca beden bacağıyla güçlüdür ve gideceği uzun yolculuklarda onu o taşıyacaktır. İsterseniz bacak yerine başka uzvunuzu koyabilirsiniz.
Öte yandan, sorunu aynı örnekle başka türlü anlatabiliriz. Bedenin her organının bir görevi ve kendine özgülüğü, bedeni beden yapan işlevleri vardır. Bedenin tümü ağız, bacak, kulak ya da beyin olamaz. Her birinin farklılığı, özgünlüğü ve özgürlüğü vardır. Bedenin belli organlarını belli sürelerle engellenmesi olanaklıdır. Ancak sürekli bir engelleme olanaksızdır. Ağzı sürekli kapatmak, bedeni aç bırakır ve ölüme yol açar. Ağzı kapatarak bir süre sessizlik sağlayabilirsiniz ama ağzın kapalılığının sürekliliği bedenin ölümü demektir. Yürümemek ya da elini hiç kullanmamak kas erimesi ve bedenin sakatlanması demektir. Kulağın kapatılması sağırlık ve gözün sürekli kapalı tutlması körlüğü getirecektir. Kendi bedeninin parçalarını etkisizleştirmeye, görevlerini engellemeye yönelik baş, kendi sonunu da hazırlar ya da kötürüm olur.
Türkiye; Türkü, Kürdü, Arabı, Ermenisi, Ezidisi, Gürcüsü, Arnavutu ve diğer tüm etnik kimlikleriyle ya da muhafazakarı, dindarı, liberali, demokratı, sosyalisti ve komünistiyle bir bütündür. Toplumun her bir tekinin farklılığı, Türkiye halklarının çeşitlilik içerisinde birliğine işaret eder. Ancak bu durum Türkiye’yi yönetenlerce neredeyse tarih boyunca anlaşılamamış bir durumdur. Her aydının görevi, bu durumun ve sonuçlarının Türkiye toplumuna ve kendinin en yakınlarına ne denli pahalıya patlayacağını anlatmak ve bu sonucu sıkça hatırlatmaktır.
Bir başka açıdan düşünelim. İnsanların, Allahın yarattığı varlıklar olduğuna ve verdiği canı Allah’ın alabileceğine inanan Müslüman, doğa tahribi, hayvan hakları ihlali yapar mı? Yurttaşlarının düşünce ve özgürlüklerini kısıtlayarak haklarından yoksun bırakır mı? Dünyayı tehdit edecek ve tüm insanlığa yıkım getirebilecek silahlara, nükleer enerjinin çevreyi yaşanmaz kılmasına izin verir mi? Yurttaşlar arasında ayrımcılık yapar mı? Birileri zenginlikler içerisindeyken, azınlık bir grup zenginlikler içerisinde ve mutluluklarla dolarken, büyük kesiminin ekmeğe, sağlığa ve konuta muhtaç olmasına göz yumar mı? Seksen milyonun yalnızca ikiyüz kişisinin her kudrete ve zenginliğe sahipken geri kalanların büyük bölümünün gelecek kaygısı içerisinde olmasına izin verir mi? Verirse neden verir?
Dünyanın gelişmiş olarak adlandırdığı toplumların temel özellikleri: İnsan ve toplum faaliyetlerinin amacını; yurttaşların rahat yaşayacağı konut, ulaşım kolaylığı, çalışma ve yaşam rahatlığı, işsiz kaldığında ömür boyu gelecek güvencesi, sağlığın herkese sunulması, bilimin ve üretim çalışmalarının toplumun ortak zenginliğine katkı sunan faaliyetler olması olarak belirlenebilmektedir. Bu özellikler, adalet, eşitlik ve özgürlüğün temellerini oluştururlar ve öte yandan, özel yaşamın dokunulmazlığı, bireyselliğinde kimin ne yaptığının özel alan olması nedeniyle dokunulmaz olduğu bir anlayış korunup geliştirilmektedir.
İslam ülkelerinde ise yaşamı belirleyen; insan ve toplum faaliyetlerinin din ve inanç merkezli olması, bireyin yaşamını denetleyen din ve ahlakın özel yaşamı da denetim altına alan bir etkiye sahip olmasıdır. Böylelikle özel yaşam, din ve önyargılı ahlak tarafından sürekli bir sorgu ve teftiş altında tutulmaktadır. İnsanlar; konut yokluğu, sağlık güvencesizliği, ulaşım eksikliği, beslenme ve eğitim sorunlarının aşılmazlığı, toplumun para ve kaba kuvvete dayalı ilişkileri, adaletsizlik ve rüşvet, kuralsızlık ve hukuksuzluk içerisinde olması nedeniyle korku ve kaygı dolu bir yaşam sürdürmektedir. Sürekli tehdit altında olmaları nedeniyle toplumun her bir üyesi, günü kurtaran ikiyüzlülükler ve yalakalıklara sığınma, tutarsız ve “gemiyi kurtaran kaptandır” veya “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” mantığıyla sürdürülen biçare yaşamların toplamından ibaret olan insan ilişkilerine sığınmaktadır.
Her türden adaletsizliğin temelinde yatan problem, toplumu oluşturan tekilliklerin-bireyliklerin her birinin diğerinden farklı olduğunun kabul edilmemesidir. Toplumda her bir tekin kendi yaşamını belirlerken, kendini toplum tarafından sınırlanıyor hissetmesine yol açan, tekilliği toplumun diğer üyeleri gibi olmaya zorlayan nedenlerdir.
Bu anlamda, toplum olmayı koruyan anayasal ilkelere bağlılığı dışında, her bir tek yurttaş kendi özgünlüğünü ve özgürlüğünü güvencelenmiş hissetmek, yaşamak arzusundadır. Bu temel insan hakkı, her bir insanın kendi varlığını geliştirmek amacıyla, kendi coğrafyası sınırlarında belirleyeceği düşünce ve eylemleri baskı altında kalmayacak şekilde üretmeye ve geliştirmeye işaret eder.
Bu ve benzer temel haklar ve özgürlüklerinin tehlikede olduğu her uzamda ve anda, toplum adı verilen ortak yaşamdan değil, özel mülkiyet ve piyasa tarafından insanların, baskı, tehdit ve zorla kalıplara sokularak denetlenip tektipleştirildiği, insanların kendi olmak veya kendini gerçekleştirmeye girişmek yerine, topluma ve kendine yabancılaştığı, kabız, tutarsız olduğu, bencil niteliklerle belirlenen insan ve toplum (!) ilişkilerinden söz edilebilir.
Özel mülkiyetçi, hiyerarşik ve baskıcı toplumlar ve bu toplumlarda yaşayan insanlar, insanın tarih yapan varlık olarak tanımlandığı toplumsal gelişme ya da ilerlemelerden uzaktır. Bu türden toplum ve üyeleri, kendilerini özgür kılan başka toplumların yönlendirmelerinden kurtaramazlar. Çünkü demokratik ve özgür olmaya yaklaşan toplumlar, ortak yaşamın çeşitliliğinin birbirini tanıma dinamiğiyle, insan ve toplum alanlarında karşılaşılan sorunların çözülmesi ile hayatta kalmayı, daha mutlu yaşamayı sağlayacak nesnelerin üretilmesi ve gereksinmelerin giderilmesi ile yeniden üretimine katkıda bulunma yeteneği geliştirme olanaklarına sahiptirler.
İçinde yaşadığımız koşullarda insanlar; kardeş-ırkdaş-dindaş-arkadaş-yoldaş bildikleri insanlara, adaletsizliği, eşitsizliği, özgürsüzlüğü ve demokrasisizliği hak görüyorlar. Bugün kendi milletine, toplumuna, dindaşına ve yurttaşına böylesine yoksulluk, baskı, terör, tehdit, korku, kaygı ve zulüm içeren yaşamı reva gören yöneticiler ve zenginlerdir. Çünkü toplumun bugün bu koşullarda düzenlenmiş olması ve toplumun bu sıkıntı ve çalkantılar içerisine düşmesinin nedeni, toplumun ekonomisine yön veren zenginlerin ve devlet yöneticilerin yanlış yönetimidir.