Hem “HAYIR”da hem de evet’de karşıtı ya da çelişiği olan evet ve “HAYIR” içerilir. Kısaca evet diyen kendi karşıtı olan bir şeye “HAYIR” demektedir ve “HAYIR” demekle de, bir şeye evet denir. Kendinden menkul evet ya da “HAYIR” yoktur. Belli bir şeye karşı “HAYIR” ya da evet denmektedir.
Bir yerde ve süreçte evet ya da “HAYIR” denildiğinde, belli durum ve koşullara onay verildiği anlaşılır. Ancak, bir durum ya da süreci onaylamak anlamına gelen evet, onaylanan bir süreç ya da koşullara “HAYIR” diyerek duruma karşı olan ve onaylanmayan bir şeyin onaylanması demek olan “HAYIR” evetten etkili görünür. Bu durum, aslında “HAYIR”ın varolan süreç ya da durumlara itiraz, ret ya da karşı duruş olarak olumsuzlama ve karşı koyma gücü olmasından kaynaklanmaktadır. Ret, itiraz ya da olumsuzlama ise bir direnci ve karşı koyuşu içermesi sebebiyle, bir gerekçelendirme ya da temellendirme olan açıklamayı da bir karşı koyuş kudretini gerektirir. Çünkü evet, bir onaylama, direnç göstermeme olarak ortaya çıkar. Oysa “HAYIR”, bir karşıda olana katılmama olarak seçenek başka bir şey yapmayı göstermedir. Bu bakımdan “HAYIR”, zaten onaylanmış olana karşı, güçle direnç gösterme anlamı taşır.
Toplumsal hayatın hemen her aşamasında karşılaşılan, “HAYIR”ı dile getiren düzlemlerde görülen nitelik, bütüne uydurulmaya, sıradanlaştırılmaya, baş eğmeye, belli bir gidişata dur ya da yeter demektir. O halde şöyle bir akıl yürütme olanaklıdır; “HAYIR”, neye dur neye yeter demek anlamına gelir diye sorulduğunda, yanıt, genellikle olağanlaşmış, gelenekselleşmiş, kalıplaşmış alışkanlıklara dönüşmüş olan düşünme, eylem ve insan ilişkilerine itiraz, yeniliklere yüzünü çevirmek olarak düşünülebilir.
“HAYIR”, bu sözcük başka sözcüklerde de olduğu gibi zaman zaman değerine büyük anlam katar ve neredeyse yaşamın anlamı olur. Bugünlerde söz konusu olan referandumda “HAYIR” kullanıldığında çok anlamlı ve değerli olabileceği gibi. İnsan edimleri genelde bir özeşlik (benzer eşitlikler) taşısa da, bazı edimler yer ve zamana uygunlukları ile bağlamında etkilerini birleşmeyle büyütürler. Bir etkinin birleşerek büyümesi, dayandığı kaynağının gücünün büyüklüğü ile de ilgilidir. Bu durum, toplumun ya da toplumların topluca irade ortaya koyarak oydaştıkları bir sözcük olarak “HAYIR”ın edimselleşmesinden kaynaklanmaktadır. Referandumda ortaya çıkacak “HAYIR”ın etkileri, birleşik bir
“HAYIR” olması nedeniyle, başka yerlerde ve zamanlarda kullanılan ve ne denli güçlü olursa olsun tekillikler olarak görünüşe gelen “HAYIR”lar ile kıyaslanamaz güçtedir.
Bu nedenle, birleşik ortak bir toplumsal “HAYIR”ın anlamı büyük etkiler yaratır. Bir yandan da, önümüzde ki referandumda verilecek “HAYIR”ın başka bir anlamı daha vardır. Gelecek kuşakların kaderini de belirleyecek “HAYIR” olması nedeniyle, herhangi bir “HAYIR”dan farklıdır ve her türlü tekil “HAYIR”dan anlamlı ve değerlidir. Çünkü toplumun tarihsel gelişimine yön verecek ve toplumun tarihinde iz bırakacaktır.
Çünkü “HAYIR” demenin bu referandumdaki anlamı, çoğulculuğa ve demokrasiye geçiş olanakları ve koşulları için tek adam yönetimine “HAYIR” anlamına gelecek ve “kendimizi biz yöneteceğiz” demek için bir adım atmak olacaktır. “HAYIR” demek, toplumun zaten gelişmemiş demokrasisinin daha da merkeze yığılmaya çalışılan kuvvetinin tek elde toplanmasına karşı çıkmaktır. “HAYIR” demek, esasen her insana ve her mahalleye ve köye yayılması gereken karar alma ve yönetme gücünün, yalnızca temsili olan parlamentoya aitliğinden topluma dağıtılması gerekirken, bunun tam tersi bir düzenlemeyle, tüm karar mekanizmalarının bir şef, lider, başkan ya da reiste toplanması fikrine-olgusuna karşı çıkmaktır. Bu karşı çıkış, bir aydınlanma “HAYIR”ıdır.
İnsanların, tekillikler olarak her birinin kendileri hakkında kendilerinin karar vermesi nasıl doğal ve doğru olan yaklaşım ise, biri hakkında başkalarının karar vermesi o denli yanlıştır. Günümüzde, bir evde ya da ailede bile, çocukların ebeveynlerle ortak irade belirlemeleri ve kararlar alması gerektiği düşünülmektedir. Nerede ve hangi mevkide ya da hangi muazzam kavrayış ve yetenekte olursa olsun, bir kişi ya da bir grup insanın, bir toplumu oluşturan milyonlarca insanın, her biri birbirinden bambaşka nitelikler taşıyan insan kitlelerinin hayatlarını belirleyecek konular hakkında karar vermesi doğru, akılcı ve demokratik olamaz.
Bir ya da beş-on kişilik bir elitin, yüz milyona yakın insanın özellerinde neler yaşayıp hissettiklerini, yaşadıklarını bilemeyeceği düşünülerek, kimsenin kimse hakkında karar vermesine cevaz verilemez ve bir grup insanın kendi doğrularını tüm toplumun birbirinden farklı kesimlerine keyfiyetle, kendi kararlarını başkalarına dayatmasının saçmalık olduğu açıktır. “HAYIR” demek, bir başkan ya da yöneticinin kendi çevresindeki azınlık bir grupla, devletin neredeyse tüm bürokratları, yani valileri, emniyet müdürlerini, elçileri, kaymakamları, genel müdürleri, rektörleri ve toplumun her kurum ve kuruluşunda görev alacak yöneticileri akıl dışı bir biçimde ve keyfine göre atamasına karşı çıkılmasıdır.
Ülkede ve toplumda herkese ait olması gereken zenginliklerin tümü hakkında karar iradesinin bir kişinin ya da bir elitin iktidar gücüne teslim edilmesi, egemenliğin tek elde toplanarak tek ve mutlak irade kılınması, her şeye karar verme iradesinin bir kişiye verilmesinin faşizme giden yolu açacak olması nedeniyle, bu duruma “HAYIR” denmesi akılcıdır.
Çünkü “iktidar bozar”, çünkü toplumun tümünün ortak zenginlikleri ve iradesi bir kişi ya da birkaç kişinin iyi niyet ya da basiretine ya da keyfiyetine bırakılamayacak kadar kıymetlidir. Çok bildik tarihsel tecrübelerle sabittir ki, aşırı güç ve zenginlik, insanı insan olmaktan çıkaracak ve zehirleyecek kötücüllükleri de içinde barındırır. Güç ve zenginliği başka insanlarla kıyaslanamayacak kadar eşitsiz olanlar, kendilerini kaf dağında görürler. Aşırı erk ya da zenginlik, kendiliğinden adaletsizliğe gebedir, çünkü aşırı güç ve aşırı zenginliğe sahip olanların, yakın tarihte de (Osmanlı’da) görüldüğü gibi, diğer yurttaşların eşit hak ve hukukuna saygı göstermediği gibi, bu zevatın kendilerini, emekleriyle geçinen yurttaşlarından yüce, dokunulmaz, güçlü ve özel göreceğinden, hukuk karşısında başkalarıyla eşit olması gerekirken adaleti ortadan kaldırırlar ve herkes eşit olmadığından, adalet ve demokrasi dikkate alınmaz olur.
O halde, iktidarı ve toplumu herkesin belirlemediği veya her şeyi bir ya da birkaç kişinin belirlediği, insanların kaderinin bir kişinin iki dudağının arasında olduğu bir toplumda yurttaşlar arasında eşitlik, adalet ve hukuktan nasıl söz edilebilir ki? Birileri kendilerine verilmiş yetkiyle OHAL ilan edecek ama ülke yararına kullanması gereken OHAL’i kendi iktidarını gelecek zamana taşıyacak meşru olmayan kararlar alacak ve kendi ilan ettiği OHAL’de de anayasayla korunan temel hak ve özgürlükleri ortadan kaldırma yetkisine sahip olacak ve bu hak ihlalleri de yasal, meşru ve hukuka uygun olacak öyle mi? Öyleyse bile, bu durum özgürlük ve demokrasiyi ortadan kaldıran bir akıldışılık olmaz mı?
Bu konu bilim ve bilim insanı ile ilgisinde düşünüldüğünde ise durum tamamen “HAYIR” demeyi anlamlı kılar. Bilim olan bitene evet diyerek yenilik yaratamaz. Bilim insanı, varolana yenilikler ekleyebilmek amacıyla, olup bitenin eksikliklerini görerek onu değiştirmeye çabalarken, bu bilimsel kuşku ve araştırmanın soruşturmacı doğası gereği olan bitene “HAYIR” diyecektir. Çünkü “HAYIR” demek, olana eleştiri getirmektir, olanı değiştirmektir. Olan bitene evet denseydi, bilim ortaya çıkamayacağı için, “HAYIR” demekle bilim etkinliği kendiliğinden “HAYIR”la iç içe geçer. Çünkü “HAYIR” noktasından başlamak, bilimin ancak özgürlükle kendini kurabilmesinden, yeniliğe yönelmesinden, aklı kullanmasından, varolana eleştirel bakmasından doğar. Bilimin özü özgürlükle ilişkilidir. Bu nedenle de, kendiliğinden baskı demek olan tek adam yönetiminin kendinden menkul buyruklarına ve sınırlamalarına karşı bilim insanı, “HAYIR”ı yüksek sesle dile getirmek zorundadır.
xxx
“HAYIR” çıkmazsa, referandumun aynı zamanda aydınlanmanın sonu olacağı da açıktır. Bu sav, “HAYIR” çıkmaması durumunda, insanların aydınlanma yaşamını belirleyecek “miş” gibi görünen geleceksiz bir toplumdışı toplumsallığın hayata egemen olacağı ipuçlarını veren gelişmelerdir.
Aydınlanma çok bildik şekliyle, Kant’ın ele alış tarzıyla ve mealen ifade edilirse, “insanın ergin olmama durumundan çıkması, başka bir vesayet kabul etmeksizin kendi kararlarını kendi aklıyla vermesi, bilmeye cesaret etmesidir”. Kant, “bilmeye cesaret etmek”le (sapare aude), her insanın kendi iradesini başka insanların baskı ve denetimi olmaksızın düşünme, karar alma ve eylemesine işaret ediyordu.
Aydınlanma, insanların tekil özgürlüklerini, yani her bir insanın kendine özgü özerkliğini, yani otonom özelliklerini (oto=kendi ve nomos=yasa’dan insanların kendi yasası ya da özerkliği) belirleyebilmesini, tekil-tikel amacın bağımsızlığını anlatmaktadır. Buna göre, aydınlanma, tekil-tikel anlamda bir tür özgürlük, bağımsızlık, insanın kendi hakkında düşünce ve eylem üreterek yaşamasına işaret eder görünmektedir.
Elbette insanın yalnızca kendini belirlemesi olarak değil, ama aynı zamanda başkalarının da başka bir insana yönelik eylemlerinde her bir insanın özgün bağımsızlık ve özgürlüğüne dikkat ederek davranması anlamına gelir. Böylelikle insanın özgürlüğü veya bağımsızlığı, kendi başına düşünme ve eylemesinin adlandırması olarak aydınlanma, her insanın saygı görmesi anlamına gelir. Bu saygının ön koşulu, toplum yaşamını belirleyecek kararlar alınırken, her bir tekil toplum üyesinin iradesinin belirlediği kararların dikkate alınmasını gerekli kılar. Bunun anlamı, her bir insanın iradesi, toplumun diğerlerinin iradesi ile çelişik olsa da, kendini belirleme hakkının olacağıdır.
Demek ki aydınlanma, toplum oluşturan her bir insanın kendi kararlarını verebilmesi ve bu verdiği kararlarla da topluma ne olması gerektiğini iletmesi, bu iletinin toplumca da saygı görerek karşılanmasıdır. Burada devlet, sözleşmeci anlayışla bakıldığında bile, tek tek insanların yaşamlarını, düşünce ve eylemlerini güvenceye alır. Elbette toplum yaşamının ortak kararlarını ortadan kaldırmayan bir biçimde eleştiri hakkının kullanılmasına işaret eder bu durum.
Bu bağlamda aydınlanma, eleştiri özgürlüğü demektir. Eleştiri, her bir özgür irade sahibi toplum üyesinin topluma ve başkalarına yönelttiği ve başkalarıyla ortaklaşmadığı düşüncelerdir. Eleştiri özgürlüğü, aydınlanmada sözü edilen her yurttaşın kendi adına düşünce ve eylemini dile getirmesi özgürlüğüdür. Toplumun ortaklık ve dayanışma düzlemini ortadan kaldırmaksızın dile gelen düşünce ve eylem özgürlüğü, aydınlanmanın ta kendisidir. Eleştiri özgürlüğü, toplumu oluşturan insanların her birinin düşüncelerini her yerde açık seçik dile getirme hakkıdır.
Kendi kararını veremeyen, kendi kararını vermesi engellenen, kendi özgürlüğünü yaşayamayan, kendi düşüncelerinin dile getirilmesi kısıtlanan, engellenen ve hatta baskı ve şiddet yoluyla iradesi ortadan kaldırılan insanların ve toplumun aydınlanmasından da söz edilemez. Çünkü eleştiri hakkı, söz hakkıdır ve söz hakkının ortadan kaldırılması, eleştiri hakkının ortadan kaldırılmasından öte, özgürlüklerin çiğnenmesi, özerkliklerin ortadan kaldırılmasıdır.
İnsanların kendi olma hakkı demek olan eleştiri, düşünme, düşündüğünü her yerde söyleme, düşünmelerine uygun olarak yaşamını sürdürme olanakları ortadan kaldırıldığında, aydınlanma da ortadan kaldırılmış demektir. Artık burada, özgürlük içinde birlikte yaşama değil, birilerinin egemenliğinde, hükümranlığında kulluk söz konusudur. Özgürlüklerin ortadan kaldırılması, insanlara köleliğin uygun görülmesidir.
İnsanlara köleliği, kulluğu uygun görenler, kendilerini efendi görmekte ve toplumun tümü adına, herkesi kapsayacak özgürlüklere sahip olarak, kendileri dışında kalan toplumun diğer üyelerini hiçe saymaktadırlar. Böylesi bir yaklaşımı kendilerine reva gören toplum, bile isteye köleleşmeyi arzu ediyor demektir. Topluma efendi olmak isteyenlere kulluk ve kölelik hevesinde olanlar, özgürlük ve aydınlanma, eleştiri ve adalet adına mücadele sürdürmelerini engelleyemezler.
Bir toplumda burjuva devlet herkese özgür yurttaşlar olarak tutum almaz ve onları kullaştırmaya, köleleştirmeye, iradelerini görmezden gelmeye girişir, insanların özgürlüklerini hiçe sayarak ortaklığa ait olan devletin hukukunun dışına çıkarsa, artık tüm yurttaşların devleti değildir. Böylelikle devletin meşruiyetine gölge düşer. Meşruiyeti olmayan bir devlet ve yöneticinin ise toplumda egemen olarak varlık sürdürmesi çok kısa sürer. Çünkü toplumda ötekileştirilenler genellikle çoğunluk olacağından, bu duruma karşı koyanlar bu süreci değiştirmek için ellerinden geleni yaparlar.
Önümüzdeki referandum Türkiye’nin geleceği için belirleyicidir. “HAYIR” çıktığında aydınlanmanın kaldığı yerden sürebileceği olanaklar yeniden hazırlanabilir, hukuk, özgürlük ve demokrasinin inşasının temelleri yeniden canlandırılabilir. Ancak evet çıkarsa, aralıklar ve kesintilerle de olsa yaşanmakta olan aydınlanmanın, yani eleştiri kültürünün, kısmi de olsa burjuva demokrasinin sunduğu “olumlu” kaynakların kuruyacağı, insan hak ve özgürlüklerinin belirsiz bir süre ortadan kalkacağı anlaşılmaktadır.
Referandumda evet sonucunun çıkması durumunda, bu sonucun kötümser bir değerlendirme olmadığı, “terörün kökünün kazınacağı” ifadelerinden anlaşılmaktadır. Terörün kökünün kazınması elbette olumludur. Ama evet cephesinde terörden anlaşılanın, demokrasi, özgürlük ve barış isteyenlerin, Barış İçin Akademisyenlerin, doğruyu yazan gazetecilerin, düşünür ve yazarların, tek kişinin yönetimine “HAYIR” diyerek sesini yükselten muhaliflerin olması akla getirildiğinde, bu ifadenin içeriği daha anlaşılır olacaktır. Daha açıkçası, referandumda evet çıkmasıyla, toplumun tüm muhalif kesimlerinin değişik araç ve yöntemlerle etkisizleştirilmesi yolu kitlelerce de onaylanmış olacağından, iktidar için geriye tek bir hamle kalacaktır: İnsanlık, barış, adalet, eşitlik, özgürlük, demokrasi ve hukuk diyenlerin enterne edilmesi. Bu sonuçtan sonra, iktidarın varmak istediği sonucun geri kalanı kendiliğinden gelecektir.
Buradan anlaşılması gereken, bu referandumun tarihsel önemi olduğudur. Demokrasi ve hukuk peşinde olanların var güçleriyle mücadele etmeleri gerekir, çünkü artık zaman kalmamıştır. Ya şimdi mücadele ya da hiçbir zaman!
Ama ne olursa olsun, toplum üzerinde mutlak egemenlikleri olan tiran ya da diktatörler iktidarlarını sonsuza değin değil, belli bir zamana kadar sürdürebilirler. Ancak bu olan bitenin saçmalığını halkın anlamasından ve egemen olanların meşruiyetlerinin ortadan kalkmasından sonra düşüşleri son derece hızlı olmaktadır. Tarihsel bilgi ve tecrübelerin insanlara sunduğu veriler bu yöndedir. Dileğimiz o dur ki, ülkemizde tersine bir tarih yaşanmasın…