Yurttaşı nasıl bilirsiniz?
Fikret Başkaya
Türkçedeki ‘yurttaş’ Fransızca citoyen’in çevirisi sayılabilir ama pek öyle değil. Büyük Türkçe Sözlükte yurttaş: ” Yurtları veya duyguları aynı olanlardan biri” olarak tanımlanıyor. Oysa, Fransızcadaki citoyen, Sitedeki yaşama kendi isteği, kendi arzusuyla katılan birey” anlamına geliyor ki, oradaki site de devlettir. Diğer yurttaşlarla birlikte kanunlar yapan, seçen ve duruma göre seçilendir. Eğer kanun yapansa, yaptığı kanunlara uyması da gerekecektir ki, ona da civisme deniyor. Mesela hiç kimse vergi vermezse, kentin su şebekesi olmaz, hastane olmaz, okul olmaz, sokaklar aydınlatılamaz, vb. Tüm bu hizmetlerin yapılabilmesi için devlete para lazımdır.
Netice itibariyle bireyin yurttaş sayılabilmesi, toplumsal/kamusal yaşama aktif katılımıyla, politik özne olmasıyla mümkündür. Dolayısıyla, aynı yurdu/vatanı paylaşıyor, orada yaşıyor olmak, yurttaş sayılmak için yeterli koşul değildir. Nitekim, kralın, imparatorun, padişahın tebâsı da aynı toprak parçasında yaşar ama hiç bir hakkı yoktur… Başka türlü ifade edersek, yurttaşlık sadece hukuki bir statü değildir. Bir nüfus cüzdanına sahip olmak, bir vatandaşlık numarasına sahip olmak, 4-5 yılda bir kurulan sandığı oy atmak yurttaş sayılmanın yeterli koşulu değildir. Aktif politik özne olabilmek için o kadarı yeterli değildir. Vergi vermesi elbette gereklidir ama verdiği verginin nereye, nasıl harcandığıyla da ilgilenmesi gerekir. Aksi halde o vergi değil haraçtır… Mesela yurttaş suyun özelleştirilmesine, parayla alınıp-satılmasına, birilerinin herkesin olanı/olması gerekeni gasp etmesine, sudan para kazanılmasına, birilerinin zengin olmasına izin vermez… Suyun özelleştirilmesi her şeyden önce ayıptır, utanılacak bir şeydir. Oysa, su özelleştirildi, bir metaya dönüştürüldü… Bu ülkede yaşayanlar gerçekten yurttaş tanımına uygun bireyler olsalardı, o ayıba ortak olurlar, o kepazeliğe izin verirler miydi? Fakat hepsi bu kadar değil, su sadece özelleştirilmedi, bir de sudan vergi alınıyor. Böylece ayıp ikiye katlanmış oluyor… Geçen gün su ve elektrik faturası geldi. Yüz liralık su faturasının 46 lirası vergiydi… Bir gün bir zarf geldi. Baktım asvalt vergisi isteniyor. Asla ödemem dedim… Vergi cezaları katlanıyordu… Dava açtım ve kaybettim… İnsanlar o kanunların çıkmasından ‘haberdar’ olmazlarsa, elbette her türlü yağma ve talan yasası çıkarılır ve dayatılır… Şimdilerde hava hariç, ekmek ve su dahil, her şey vergiye tabii ve toplanan onca verginin nereye harcandığını soran yok! Bu ülkede yaşayanlar ‘gerçek yurttaşlar’ olsalardı böyle bir kepazelik olur muydu?
O halde sorun ne ile ilgilidir? Aslında sorun, politikanın ne olması ve nasıl yapılması gerektiğiyle ilgilidir. Eğer toplumun yapısı, kurumları, örgütlenme tarzı ve işleyişi sorgulanabiliyorsa, sorgulanmaya açıksa, insanlar yaşadıkları topluma dair her temel sorunu tartışabiliyor, tartışmalara müdahil olabiliyorsa, politik ve sosyal kurumların yapısı ve işleyişi de dahil olmak üzere, yasalar ve yönetmelikler değiştirilebiliyorsa, toplumu oluşturan yurttaşlar toplumsal/politik sürece gerekli olduğu her zaman ve her durumda müdahale edebiliyorsa [itiraz, eleştiri, tartışma, öneri, karar sürecine katılma], başka türlü ifade edersek, toplum kendi hakkında düşünebilir ve gereğini yapabilir durumdaysa, orada politika yapmanın bir anlamı ve değeri, bir kıymet-i harbiyesi var demektir… Tabii bir şartla: Politika yapma ‘işi ‘, herkesin ‘şeyi’ olmak kaydıyla… Gerçek anlamda politikanın ‘politika’ sayılabilmesi için herkesin ‘işi’, ‘şeyi’ olması gerekir… Oysa mevcut durumda politika yapma işi/şeyi, profesyonel politikacılara bırakılmış durumda… İnsanlar ‘profesyoneller’ lehine politika yapma işinden istifa etmiş durumdalar… Bundan büyük yabancılaşma olur mu? Aslında İkinci Emperyalist Savaş sonrasında ilan edilen ” İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” gibi “Evrensel Politika Yapma Hakkı” diye bir bildiri yayınlamak iyi bir fikir olabilir… Zira, politika yapma ‘hakkı’ evrensel bir hak sayılmalıdır… Herkesin sorununun herkesin ilgi ve kaygı sorunu olması gerekiyor ki, buna politikanın sosyalleşmesi de diyebiliriz… (1)
Padişahın kulu, Cumhuriyetin yurttaşı değil, vatanın kulu oldu! (2)
O halde sadede gelebiliriz. Türkiye’de ‘yurttaş bilincinin’ bu kadar azgelişmiş oluşunun, yerlerde sürünmesinin sebebi ne? Neden Padişahın kulu vatanın kulu oldu da bir türlü Cumhuriyetin adına layık yurttaşı olamadı? Bu sorunun cevabı, Padişahlık rejiminden Cumhuriyete geçişin “niteliğiyle”, daha doğrusu gerçek bir Cumhuriyetin olmayışıyla ilgilidir… Siz adını öyle koydunuz diye öyle olması gerekmiyor!
Padişahlık rejiminden Cumhuriyete geçiş, sosyal, politik, ideolojik, zihinsel bir devrimle olmadı. Bu topraklarda bir emansipasyon [özgürleşme, kurtuluş] devrimi yaşanmadı. Bir darbeyle çöken imparatorluğun adı değiştirildi… Ve ‘yeni’ egemenlik sistemini yaşatacak bir takım reformlar, düzenlemeler yapıldı, yeni kurumlar oluşturuldu ama o süreçte emekçi halk kitlelerinin hiç bir dahli olmadı… Değişiklik yönetilenler katını değil, yönetenler cephesini angaje ediyordu… Başka türlü söylersek, Cumhuriyet halkın gıyabında ilan edildi ve yoluna devam etti. Cumhuriyetin ilanından halkın haberi jandarma ve vergi memurları sayesinde oldu demek abartma olmaz! Cumhuriyetin parolası: ‘Hak yok, vazife var‘ idi ki, bu, yurttaşın inkârı demekti… Gerçek durum öyledir ama resmi tarih, resmi ideoloji başka şeyler söyledi, söylüyor, ders kitapları başka dilden konuşmaya devam ediyor… 1946-50’ye kadar zaten tek parti diktatörlüğü vardı. 1950’den sonra devlet tarafından kurulan/kurdurulan burjuva partileri kitleleri oyalamayı sürdürdüler. Tabii ‘devletin bekası’ için sahte demokrasiye ara verildiği dönemler de oldu… Bu zaman zarfında hükümetler değişti ama hiç bir şeyi değiştirmemek kaydıyla. Cumhuriyetin ilanından 95 yıl sonra, bu gün de adı konmamış bir tek parti diktatörlüğü var… Ne demeli: ‘az gittik, uz gittik’ ve kutsal devletin bekası için despotik rejimde karar kıldık!
Türkiye’de siyasi partiler hep benim “asıl devlet partisi” dediğim iktidar odağının taşeronu oldular… Her zaman rotayı belirleyen “asıl devlet partisiydi” ve ‘garp cephesinde yeni bir şey yok’! Seçimlerde kullanılan oyun bir karşılığı yok. Seçenle seçilen arasında gerçek bir temsil ilişkisi yok… Seçimler kitleleri aldatmanın, oyalamanın bir aracı ve hep bir sonraki seçimde ‘sorunların çözülebileceği, işlerin yoluna gireceği’ beklentisi ve umudunu canlı tutmaya azami özen gösteriliyor… Şimdilerde partiler yerel seçim telaşındalar… Dikkat ederseniz partiler de halk da bir tek soruya odaklanmış durumda: Kim aday olacak? Kim seçilecek? Aslında doğrusu ‘kim tayın edecek’ olabilir… Zira, insanlar tam birer şirkete benzeyen parti başkanları tarafından tayin edileni onaylıyor… Bu sahte oyunun neresi seçim ve kimin için ne anlama geliyor? Birileri de çıkıp, iyi de bu seçilen ne yapacak diye sormuyor… Aslında burjuva partileri arasında kayda değer bir fark yok. O kadar ki, mümkün olsa kazanma şansı olan adayı dışardan bile ithal ederlerdi… Zira, yegane amaç kazanmak! Kim kazanırsa o yağmalayacak, o talan edecek… Ranta o el koyacak… Unutmayın bu gidişle ortada yağmalanacak pek bir şey de kalmaya bilir… Seçim ittifakı diye bir şey peydahladılar ki, bu, partilerin kendini inkâr etmesidir. Bir referandum söz konusu olduğunda ittifak gereklidir ama eğer seçim söz konusuysa, bir partinin kendi üyelerine, taraftarlarına başka bir partiye oy vermelerini söylemesi abes değil mi? O zaman sizin varlık nedeniniz ortadan kalkmış olmuyor mu? Aslında bu durum düzen partilerinin kitleleri aldatma, oyalama yeteneklerinin aşındığı demeye geliyor…
—————————————————————————————————-
(1) Bkz: Fikret Başkaya, Yeni Paradigmayı Oluşturmak…
(2) Bkz: Fikret Başkaya, Bir Devlet Geleneğinin Anatomisi- Yediyüz…