Marksizm’in radikal eleştirisinin önemi
Marks’ın teorik tespitleri, yaşamı boyunca, toplumsal yaşamda, karşılık bulamadı. Ama bu süre zarfında, Marks’ın teorik tespitleri ile büyülenen Marksistlerin, Marks’ın teorilerini sorgulamadan, inatla uygulamaya sokmasına karşılık Marks, “Ben Marksist değilim” tepkisine yol açmıştı.
Marks’ın teorilerine karşı bu dogmatik tutum, Marks’tan sonra da devam etti.
İnatla hala devam etmektedir!
Bu dogmatik tutumla beraber, Reel Sosyalizmin çöküşü de hesaba katıldığında, Marks ve Marksizm’in, teori ve pratiği, tarihi tutarlılık ve bilim ahlakı temelinde, radikal tarzda eleştiriden geçirilmesi, bir zorunluluk halini almış demektir. Dolayısıyla bu tespit temelinde, Marks ve Marksizm’e direk dokunmadan, pratiği ile ilişkilenip, teorileri eleştiriden geçirilmeden, sosyalist toplum için fikir geliştirmek, hem mümkün değil, hem de bilim ahlakına sığmaz. Marks ve Marksizm, inkâr edilerek, görmezden gelinerek, hakaret edilerek, “küçümsenerek” aşılamaz. Marks ve Marksizm, ciddiye alınır, cesaretle tarihi tutarlılık ve bilim ahlakı çerçevesinde, radikal eleştiriden geçirilirse, ancak aşılabilir. Dolayısıyla Marks ve Marksizm’e yönelik, yapılacak eleştiriler, sorumsuzca, üstü kapalı, ben söyledim kim ne anlarsa anlasın, formunda değil; tam tersine, olabildiğince sorumlu, ciddi, açık, net ve anlaşılır, direk nokta hedefinde, yıkarken aynı zamanda kuran/yapan güçte olmalıdır. Her eleştiri yeni bir gelişmeyi ihtiva etmeli, yeni sosyalist toplum teorisinin inşasına hizmet etmelidir.
2014 yılı yılbaşından itibaren, konu ile ilgili yazmaya başlarken, bir yandan Marks ve Marksizm’i radikal eleştiriden geçirmeye; ama öte yandan, Marksist geçmişim ile yüzleşmeye çalıştım. Bu eleştiri ve yüzleşme çabasını, olanca ciddiyet ve sorumluluk çerçevesinde; saygılı, açık ve anlaşılır olmaya, olağanüstü çaba sarf ederek yaptım. Yapıyorum, yapacağım!
Yaptığım çalışmalarda, göstermek istedim ki, Marks’ın kabul etmemesine rağmen, ta başından itibaren O, teorik ve pratik düzeyde bir Marksist’ti. Marks’ın Marksistliginin “günahı”, sadece “Tarihsel Marksistlere” yüklenemez. Marks’ın da bu “günahta”, baştan itibaren, öncü ve kurucu, teorik ve pratik düzeyde, büyük sorumluluğu vardır. Dolayısıyla, Marks ile “Tarihsel Marksizm” arasında temele ilişkin, ilke bazında, hiçbir ideolojik pratik farkın olmadığı, Batı Avrupa’daki “devrimci” hareketlerin yenilgileri ile Reel Sosyalizmin devrim ve inşa pratiğinin başarısızlığı ve çöküşü, yeterince göstermiştir.
Bilindiği gibi Reel Sosyalizm, Marks ile “Tarihsel Marksizm’in” teorik ve pratik ürünüdür. Reel Sosyalizm, dünya çapında, pek çok ülke deneyinden geçmesine rağmen, doğru yola giremedi, çöküşten kurtulamadı. Marksist sosyalist söylem ile kısmen büyülenmiş Batı Avrupa işçi sınıfının, 1848’de feodal güçlere karşı burjuvazi ile geliştirdiği ittifakların yarattığı hazin sonuçlar bir yana, özellikle 1871 Paris Komünü deneyinde, iki aydan fazla, iktidara tutunamayan proletaryanın, “öncü rolünün” ve sistemden çıkış yapacak gücünün olamayacağını görülmesi gerekirken. Tam tersine Marks-Engels, yenilgiyi, bir üstyapı kurumu olan “işçi sınıfı devrimci siyasi PARTİ’sinin” yokluğuna yorarak [[1]], yola devamı ideolojikleştirip, deyim yerindeyse keyfiyeti, Lenin’e devrettiler.
Bu arada, Lenin’in üstün çabası ile dünyada Reel Sosyalizm, ilk ve en uzun süreli bir deney olarak, Rusya’da bir tür “devlet tekelci kapitalizmi” [[2]] biçiminde; -Fransız Devriminin çocuğu olan Jakoben küçük burjuva sınıf mücadelesi tarzı ile- “işçi köylü temel ittifakı” üzerinden yürüyerek, 1917’de Rusya’da gerçekleşti. Kotarılanın sosyalizm olmadığı, olamayacağı “sosyalist devrimden” hemen sonra, kendini dayatınca; 1918’de Lenin, Yeni Ekonomik Politikayı (NEP) uygulamaya koydu. 1917 Ekim Devrimini başardığı halde Lenin, 1921’de “İşin özünde yanıldık. Kapitalizmin hemen hemen hiç var olmadığı bir ülkede sosyalizm kurulabilirmiş gibi davrandık. Sosyalist toplumu gerçekleştirmeyi istemeden önce, kapitalizmi kurmak gerekir” [[3]] diye yakınarak, NEP ile “kapitalizmi geliştirmenin” yedeğine düştüğünü “itiraf” etmiş oldu.
Buna benzer gelişmeler, diğer Reel Sosyalist ülkelerde de gelişti.
II. Dünya Savaşından sonra Marksizm’e, önemsiz revizyonist “eklemlemeler” ve “doğrultmalar”, değişik ülkelerde, birbiri ardı sıra devam etti. Ama istisnalar hariç, genelde hepsinin ortak yönü, yine de işçi sınıfı merkezli, sistem içi sınıf mücadelesi ve Jakoben tarzı şiddet araçları ile devrim ve sosyalim davasını devam ettirmek oldu. Örneğin: Yugoslavya, “sosyalist inşa” uygulamasında, Sovyetler Birliği pratiğine aykırı olarak, “öz yönetimli sosyalizm” ile teorik, pratik manipülasyon geliştirdi. SSCB, Stalin’den hemen sonra, Kruşçev ile “sosyalist” sistemde revizyon başlattı. Avrupa’nın “sosyalist, komünist” partileri, şiddeti ret eden ama işçi sınıfı merkezli “Avrupa sosyalizmi/Komünizmi” diye bir söylem geliştirdiler. Çin, Mao Zedung’un önderliğinde çıkmaza girince, “kültür devrimi”, “Üç Dünya Teorisi” adı altında söylemler geliştirdi. Olmayınca, nihayet, Deng Şiao Ping ile “mesele kedinin fare yakalamasıdır. Kedinin beyaz ya da siyah olmasının ne önemi var” diyerek, sessiz sedasız kapitalizme tam rotayı kırdı. 1970’lerin ortasında, Şili’de, Salvador Allende, “barışçı yoldan sosyalizme geçiş” diye Jakoben tarzda sınıf mücadelesini kullanıp mücadele ederek, siyasal iktidar oldu. Ama çok geçmeden, emperyalist ABD tekelleri tarafından, askeri darbe ile çökertildi. Nihayet SSCB başkanı M. Gorbaçov’un, “Glastnos ve Prestroykası” ile ardından çok geçmeden, 1990’da Reel Sosyalizmin Rusya’da çökmesi, Marksist ideolojik sistem ile gerçek anlamda yolun sonuna gelindi.
Günümüzde, gündem tutma açısından, Reel Sosyalizmin, Küba, Kuzey Kore ve iddiasız Vietnam şahsındaki pratiği ile dünya çapında var olan “sosyalist/komünist” hareket ve partilerin durumu üzücü ve acı vericidir.
Yukarıda belirttiğimiz Reel Sosyalist ülkelerin deneyleri, teorik Marksizm’in “değişik” uygulamalarıydı. Ama hemen hepsinin, yaşama tutunabilmek, varlığını korumak için Marksist ideolojiyi özenle icra etmeye çalıştılar. Hiç birisinin Marksizm’e veya Marksist “Sosyalist teoriye”, temele ilişkin ciddi hiç bir teorik karşı çıkışı yoktu.Hepsinin ortak yönü, Marksist sosyalizmin pratikte yetmezliği, olmazlığı ile karşılaştıklarında, onu usulünce eğip bükmek, esnetmek ve yola devam etmeye çalışmak olmuştu. Bunu yaparlarken, birbirlerini “revizyonist, oportünist hatta sosyal emperyalist” diye damgalamaları, birbirlerini “yermeleri” yaşamlarının normal seyri olmuştu.
Tüm bu olumsuzluklarına rağmen Marks ve Marksizm, teorik tespitlerinin “bilimselliğinde”, dünya çapında genel kabul gören, iddialı sistem sahibi bir otorite olarak süre gelmiştir. Bugüne kadar, ne burjuva ideologları cephesinden, ne de yukarıdaki Reel Sosyalist ülke mimarları cephesinden, hiçbir insan, kenardan, köşesinden basit ve önemsiz “revizyona” yönelme dışında, köklü bir biçimde, Marks ve Marksizm’in teorik tespitlerine yönelme cesareti gösterememiştir. Dolayısıyla tüm hatalarına ve eksiklerine rağmen Marks, gelmiş geçmiş sistem sahibi filozoflar arasında, en son ve en büyük teorisyen ve pratisyendir. O, büyüklüğünü “Filozoflar dünyayı yalnızca değişik biçimlerde yorumladılar” diyerek farkını, şöyle ortaya koyuyordu. “Oysa sorun onu değiştirmektir” diye dünyada, ilk kez, 27 yaşlarında bir genç, olağanüstü bir cesaretle, dünyayı değiştireceğine, böylesine cepheden meydan okuyordu.
Marks’ın Marksistliği meselesine gelince,
Sol Hegelci gelenekten ayrılan Marks, Hegel’i aşma adına, Hegel’ci felsefi etki altında, Hegel’in diyalektik yönteminin, idealist özünü devam ettirerek, Marksistleşmesini başlatmış oldu. Marks, materyalistliğinin gereği olarak,Hegel’de baş aşağı duran, Hegelci fikir-madde diyalektiğini, madde-fikir biçiminde ters çevirdi. Yıllar geçtikten sonra, bu ters çevirmeye sığınıp, ”Hegel’in elinde diyalektiğin mistisizmle bozulmasını” düzelttiğini sanan Marks, “ayrıntılı ve bilinçli bir biçimde diyalektiğin genel işleyiş biçimini, ilk kez onun sunmuş olduğu gerçeğini örtmez” diyerek, Hegelci diyalektiği olduğu gibi benimseyip sürdürdüğünü yazdı. Bu tespit üzerine anladık ki, Marks’ın, Hegel’in “ayrıntılı ve bilinçli diyalektik işleyiş biçimine” hiç bir itirazı yoktu. O, bu noktada Hegel ile hemfikir olarak yoluna devam etmiş. Hegelci diyalektiği ters çevirmekle, sorunu çözdüğünü sanan Marks, “Hegel’de diyalektik baş aşağı duruyor. Benim diyalektik yöntemim Hegel’ci yöntemden yalnızca faklı değil, onun tam karşıtıdır da.” [[4]] diyerek sözde farkını ortaya koymaya çalıştıysa da elle tutulur bir farklılık ortaya koyamadığı anlaşıldı.
O günlerden bu güne, diyalektik yöntem anlayışı hakkında, idealist çizgi, sadece düşünsel süreçler, değişimleri ile fikir münakaşaları şeklinde; materyalist çizgi ise maddi ve düşünsel süreçleri, inceleme ve anlama yöntemi olarak, tanımlanıp sürdürüldü.
Dünya idealistleri çizgisinde, diyalektiğin embriyon düzeyinde ortaya çıkışı, Zerduş’a (Zoroaster) dayanır. Zerduş, Awesta adlı kutsal kitabında, dünyada ilk defa, iyilik tanrısı (Hürmüz) ile kötülük tanrısı (Exriman) ayrımı yaparak, iyilik-kötülük kelime ikizleri ile “diyalektik” düalizmi başlatmış oldu. Antik yunan filozofları ise Zerduş’un düalizmini kavramlaştırıp geliştirerek, diyalektik işleyişi, farklı fikir çatışmaları olarak Sokrates ile başlatmış. Platon, Aristo ile belli bir forma sokarak devam ettirmişlerdi. Nihayet kapitalist çağda, idealist diyalektik yöntem, pek çok Alman filozofu, özellikle Kant üzerinden Hegel’de, düşüncenin (Mutlak Tinin) kendi iç döngüsü ve “gelişmesi” olarak zirve yapmış oldu.
Buna karşın, dünya materyalistleri çizgisinde ise Antik Yunanlı Heraklitos ve Demokritos ile başlayan materyalist diyalektik yöntem, kapitalist çağda “bilim” olarak ele alınıp, maddeyi “inceleme” ve anlama yöntemi diye gelişip, Marksizm’de zirve yaptı.
Ne yazık ki, hem idealist çizgide de, hem de materyalist çizgide, diyalektik ile bilim, yanlış tanımlanmış ve böylece diyalektik ile bilim karmaşasına yol açılmıştır.
Bu nedenle diyalektik, sadece farklı düşünce ve fikirlerin çatışması, değişim dönüşümü şeklinde ifade edilemeyeceği gibi madde ve düşünsel yansımaları olarak araştırma, inceleme yöntemi olarak da ele alınıp tanımlanamaz ve kullanılamaz. Diyalektik hareket, idealistlerin dediği gibi sadece düşünce ve fikirlerin değişim dönüşüm biçimini değil; materyalistlerin dediği gibi doğa ve topluma ait değişim dönüşüm biçimlerini de kapsar. Ama ne yazık ki, materyalistlerin tanımladığı gibi diyalektik; doğa, toplum ve düşünceyi, araştırma ve inceleme yöntemi veya bilimi de değildir.
Diyalektik, bir bütün olarak doğa, toplum ve düşüncenin, işleyiş veya hareket tarzıdır. Bir başka ifade tarzıyla diyalektik, insan iradesi dışında doğa, toplum ve düşüncenin değişim dönüşüm mantığı veya işleyişidir. Bu işleyiş, Tez, A-Tez, Anti-Tez ve sentez gibi 4 öğeli bir yöntem ile işlemektedir.
Bir diyalektik süreç, ‘Olgu Diyalektiği’ biçimi ile işlemeye başlar, ‘Geçiş Diyalektiği’ biçimi ile yeni bir olgu veya varlık oluşumunda aşılarak son bulur.
Bilim ise insanlar tarafından, diyalektik yöntemi veya diyalektik mantığı anlamak, bilince çıkarmak için yapılan iştir. Bilim ile insan, maddi manevi olgu ve oluşumların veya varlıkların, diyalektik değişim ve dönüşüm hareketini belli bir yöntem dâhilinde inceler. Bilim, gözlem, araştırma, inceleme ve deney yapmaya dayanıp, bilgi üreten, iradi bir yöntemdir.
Diyalektik yöntem ile bilim yöntemi ayrımı, bu netlikte anlaşılmadığı için Marksist saflarda, yıllardır diyalektik yöntem ile bilim yöntemi karmaşası yaşanmaktadır. Bu karmaşa şimdilik süre dursun. Bu çalışmada, gerektiğinde ona döneceğiz. Şimdi Hegel ile Marks’ın, diyalektik işleyişe dair çok ciddi, son derece vahim, esasa veya temele ilişkin, çok daha önemli bir yanlışını incelemeye çalışacağız.
Kısaca, incelenecek konunun özü şudur:
Hegel ile Marks, diyalektik düzeyde: bir olgu veya varlığın oluşumunda ve varlığının devamında; Tez ile A-Tezin, çatışmalı birliğinin olmazsa olmaz önemine vakıf olamamışlardı. Dolayısıyla onların ajandasında, her hangi bir olgunun veya varlığın, oluşum/kuruluş ve olgunluk aşamalarında, bir varlığın var olup, varlığını sürdüren, Tez ile A-Tez üzerinden gelişen ‘Olgu Diyalektiğinden’ haberleri yoktur. Onların ajandasında, bir olgu veya varlığa ait neye yaradığı belli olmayan bir Tez vardır ama A-Tez yoktur. Olmadığı için de gerçekte, diyalektik değişim ve dönüşüme konu olan, olgu veya varlık da meydanda yoktur. Olmadığı için ‘olgu diyalektiği’ diye düşünceleri de yoktur. Bu nedenle Marks, Hegelci diyalektiği ters yüz ederken, aynı zamanda diyalektik Tez ile Anti-Tez’in, bir olgu ya da varlık oluşturamayacağını görüp anlayamadı. Dolayısıyla Marks, Hegel’in efendi-köle diyalektiğini, Tez ile A-Tez birliği biçiminde değil; tıpkı Hegel gibi Tez ile Anti-Tez uzlaşmaz birliği biçiminde ele alıp devam ettirdi. Dolayısıyla, Hegelci diyalektiği aşma konusunda Marks, hiçbir farklılık ortaya koyamamıştır.
Marks, kapitalist toplumda, burjuvazinin karşısında duran işçi sınıfını, A-Tez yerine, Anti-Tez bilerek; tıpkı Hegel gibi gerçekte var olmayan maddi harekete veya hayaline, uzlaşmaz negatif devrimci diyalektik işleyiş gömleğini giydirmiş. İşçi sınıfını şirazesinden çıkarmıştır. Böylece bilim ile yollarını ayırmış. Felsefi olarak, yaya kalmış, bilimsel çözümleme yapma ferasetini yitirmiştir. Örneğin, bu temelde, Fransız Devrimi Jakobenlerinin, küçük burjuva sistem içi sınıf mücadelelerinin etkisinde kalarak, işçi sınıfı ile burjuvazinin, sistem içi uzlaşır diyalektik çatışmasını, Hegelci idealist uzlaşmaz, negatif düalitik diyalektiği ile harmanlayarak, ele alıp devam ettirmiş. İşçi sınıfına dışarıdan bilgi aktarıp “sosyalistleştirerek”, işçi sınıfı merkezli sınıf mücadelesi üzerinden, sosyalizme sürmüş, Reel Sosyalizme çıkış yapıp “geri” dönmüştür.
Oysa o günden bu güne bilinir ki, bütün maddi ve manevi olgular veya varlıklar, sonsuz biçimde bir başka olguda aşılarak var olurlar ve belli bir ömür süreci sonunda yok olurlar. İşte diyalektik, insan iradesi dışında, varlığını sürdüren söz konusu ömür sürecindeki, değişim dönüşüm hareketi ve aşamalarının incelemesi değil, yöntemsel işleyişinin adıdır. Dolayısıyla diyalektik, olguların veya varlıkların, var olma ve yok olma süreci işleyişinde, yok olurken, aynı zamanda yeni bir olguda aşılma hareketidir. Bilim yapmakla insan, bu diyalektik işleyişi; gözlem, araştırma, inceleme ve deney yaparak, yöntemli bilgi elde eder. Bu temelde insanlık, kendi iradesi dışında akan doğa, toplum ve düşünsel süreçlerin olgu veya varlıkların diyalektik işleyişini inceleyip, bilim yöntemi ile anlama ve kavrama, bilimsel bilgi elde etmenin yolunu arayıp bulmuştur.
Doğa, toplum ve düşünsel süreçler, tek tek bütün maddi ve manevi olgular veya varlıklar; iki temel karşıttan (düaliteden) oluşurlar. Bu iki temel karşıttan biri bağımsız değişken (TEZ), diğeri ona bağımlı değişkendir (A- TEZ). Bunlar arasındaki mücadele, her birinin kendi lehine, ait oldukları olgunun varlığını sürdürmeye endekslidir. Biri olmadan diğeri olmaz, ikisi olmadan söz konusu olgu veya varlık var olamaz, varlığını sürdüremez. Bunlardan bağımsız olan karşıt, o olgunun varlığında TEZ rolündedir; bağımlı karşıt ise A-TEZ rolündedir. Demek ki, doğa, toplum ve düşünsel süreçler, bütün maddi ve manevi olgular veya varlıkların; istisnasız tek tek her biri: TEZ + diyalektik BAĞ + A-TEZ = Olgu diyalektiği veya bir başka ifade tarzıyla, varlık denkleminde var olurlar ve varlıklarını sürdürmeye çalışırlar. Bu kural doğa, toplum ve düşünsel süreçlerin, bütün maddi ve manevi olguların veya varlıkların, evrensel var oluş ve varlığını sürdürme ve direnme kuralıdır.
Bu işleyiş temelinde, TEZ ile A-TEZ karşıtları arasında, birlik ve mücadeleyi oluşturan şey, ikisinin de paylaştığı, ikisinin de varlık biçimine hükmeden diyalektik BAĞDIR. Bu bağ, doğada fizikokimyasal yapıda, canlılar âleminde biyolojik, toplumsal yaşamda özel mülkiyet ve düşünsel süreçlerde bilgi-bellek veya kayıtlı bilgi bağı yapısındadır. Bu diyalektik bağın varlığı, olgunun veya varlığın kuruluşu ve devamına; kopması ise olgunun veya varlığın yokluğuna hükmeder. Bu bağın maddi altyapısı ve birleştirici gücü, maddenin yapısında var olan “maddenin bencilliğine” dayanmaktadır. Maddeye “bencillik” katan öğe, 2000’li yıllara kadar bilinmiyordu. 2000’li yılarda, CERN’de buluşu yapılan HİGGS bozonu (tanrı parçacığı) parçacığı, maddeye “bencillik” katan öğedir. HİGGS bozonu parçacığı, “bencillik” eğilimini, kuantum düzeyinde var olan enerji yapısını, sonsuz kütle düzeyinden, sonlu kütleye çevirir. Sonlu kütle de kütle çekim gücü/bağı yaratarak, doğa, toplum ve düşünsel süreçlere ait tek tek bütün maddi ve manevi olgular veya varlıkların oluşumu üzerinden; diyalektiğin fizikokimyasal, canlılık, özel mülkiyet ve kayıtlı bilgi bağının oluşmasına kaynaklık eder.
Bu maddi çözümlemeye karşın,
Hegel ile Marks’ın, diyalektik diye geliştirip “piyasaya” sürdüğü kurgu ise şudur:
Bir olgu veya varlıkta (dikkat edilmeli, iki olgu veya varlık değil), TEZ + diyalektik BAĞ yerine, bağın yokluğuna hükmeden ANTİ-TEZ uzlaşmazlığını koymuşlar + ANTİ-TEZ demişler, dolayısıyla işlem = “PATLAMA” veya TEZ ile ANTİ-TEZ’in, birbirini yok eden tepkimesinden medet ummuşlardır. Bu anlayış, patlayıcı olduğu gibi aynı zamanda “kısırdır” da. Yeni bir şey yaratmaz. Var olan şey, kendi kendini imha eder. Daha açıkçası “intihar” eder. Çünkü TEZ ile ANTİ-TEZ arasında esas olarak uzlaşmazlık vardır. Bu nedenle ikisi arasında birlik BAĞI olmaz, kurulamaz. Bu bağ olmadığı için de TEZ ile ANTİ-TEZ, birlikte BİR OLGU veya varlık oluşturamazlar. Çünkü ikisi de farklı olgu veya varlıklara ait TEZ’ler konumundadır. Farklılık yaratan durum ise yeni TEZ’in eski TEZ’e karşı, aynı zamanda Anti-Tez duruşlu olmasıdır. Bu duruş şöyle gerçekleşmektedir: Mevcut bir olguya ait TEZ ile o olgunun bağrında veya dış koşulların etkisinde, doğup oluşmaya başlayan yeni bir olgu nüvesinin (embriyonun) geliştirdiği yeni TEZ, mevcut olgu TEZ’ine karşı, yeni bir olguya ait bir TEZ’ olur. İşte bu yeni TEZ, eski olgu TEZ’ine karşı uzlaşmaz ANTİ-TEZ olarak belirlenip rol oynar. Dolayısıyla TEZ ile ANTİ-TEZ, bir olgu veya varlığı değil, farklı iki olguyu temsil ederler. Bu nedenle esas olarak uzlaşmazlar. Biri diğerini yok eder. Sonuçta eski ile yeni iki olgu veya varlık çatışmasından, yeni olanı zaferle çıkar. Ama siz kalkar da TEZ ile ANTİ-TEZ’i tek bir olguya veya varlığa hapsederseniz, işte o zaman patlama olur. Meselenin özü itibariyle, herhangi bir OLGU ya da VARLIĞA ait, TEZ ile ANTİ-TEZ, birlik olup, bir olgu veya varlık oluşturamazlar.
Garip ama gerçek olan durum şudur ki, Hegel ile Marks, TEZ + diyalektik BAĞ yerine bağın yokluğuna hükmeden uzlaşmaz ANTİ-TEZİ koyarak, işlem = “PATLAMA” olur formülünden, bir olgu veya varlık türetmeye çalışmışlardır. Örneğin, Hegel’de efendi, TEZ’dir. Köle ise ANTİ-TEZ’dir. İkisi “birlikte” köleci toplum olgusunu oluştururlar iddiasındadır. Aynı şekilde Marks’ta da Burjuvazi TEZ’dir. İşçi sınıfı ise ANTİ-TEZ’dir. İkisi “birlikte” kapitalist toplum olgusunu oluştururlar iddiasındadır. Böyle bir düşün tarzı, hali hazırda bilinen maddenin doğasına, düalitik olgu veya varlık yapısına ve diyalektik işleyiş biçimine aykırıdır. İddia düzeyi bile anlamsızdır. Diyalektik değişim dönüşüm orda kalsın, evrende böyle bir olgu veya varlık yoktur. Var olmamıştır. Var olamaz. Bunu maddenin gerçekliğine rağmen, varmış gibi yapmak veya öyle sanmak, doğa, toplum ve düşünsel süreçlerin diyalektik işleyişini, anlamamak; doğasına aykırı tarzda maddeyi zorlayıp, işi şirazesinden çıkarmaktır. İşte bu anlamama temelinde, bugüne kadar, toplumsal sağ ve solun, kendi arasında veya birbirlerine karşı yaşadığı toplumsal anarşi ve şiddetin altında yatan esas neden, bu felsefi anlayış olmuştur.
Oysa hem Hegel’in, hem de Marks’ın, diyalektik anlayışları tarafından, her hangi bir olgu veya varlığın yapısına monte edilen Anti-Tez’lerin YERİNE, A-Tez’leri koyarsak; doğal yaşamsal bir olgu veya varlığa ait maddenin doğal, istikrarlı ve yapıcı hareketinin, evrensel değişim dönüşüm sağlayan diyalektik hareket biçimine varmış oluruz. Dolayısıyla, toplumsal diyalektik açısından, Hegel’in “efendi-köle” diyalektiği ile Marks’ın “burjuvazi-proletarya” diyalektiği arasında; düşünceden, maddeye ters çevirme, maddeyi önceleme dışında bir fark yoktur. Marks’ın toplumsal diyalektiği ele alış tarzı, Hegel’in “özbilinç-insan” yerine, maddi varlık olarak “insan-özbilinç” ters çevirmesinin dışında aynıdır. Hegel‘in kurguladığı “efendi-köle” diyalektiğinde, “karşıtların uzlaşmazlığı” ile Marks’ın burjuvazi-işçi sınıfı arasındaki karşıtların uzlaşmazlığı aynıdır. Hegel’de, birbirine karşı duran iki “özbilinç” (yani efendi ile köle) ne kadar düşman ve uzlaşmaz olarak kurgulanmış ise Marks’ta da bir üretim biçimine ait temel toplumsal sınıflar da (burjuvazi ile proletarya gibi) aynı biçimde “uzlaşmaz karşıtlar” olarak algılanmış, idealize edilerek, ideolojikleşmiştir. İşte böylesi bir anlayış temelinde Marks, Fransız Devriminde, Jakoben küçük burjuvazinin büyük burjuvaziye karşı geliştirdiği hareketin yenilgisini, işçi sınıfı yokluğuna yorarak, işi benzer ama bir başka düzeyde, işçi sınıfına yükleyip, sistem içi sınıf mücadelesini şirazesinden çıkararak, sistem dışı sınıf mücadelesi gibi sunmaya çalışmıştır. Dolayısıyla, herhangi bir olgu veya varlığa ait A-Tez pozisyonundaki bir sınıfsal güç ile aynı olgu veya varlığı, değiştirip dönüştürerek yıkmaya çalışmak, asla mümkün olmadığı gibi zorlamak ile şiddet ve anarşiye davetiye çıkarmaya neden olmaktır. Örneğin, köleci toplumun niteliksel varlığının temel karşıtları olarak efendi ile köle arasındaki çatışma, gerçek yaşamda esas olarak uzlaşmaz, düşmanca değil; olgu veya varlık içi uzlaşıcı ve reformcudur. “reformlar [[5]] gerçekten durumda düzeltme sağlamakta, ama bu her zaman sistemin de güçlenmesi pahasına olmaktadır” [[6]] Bu nedenle, köleden köleci toplumu, işçiden kapitalist toplumu aşabileceğini ummak, tarihsel materyalizm veya sosyal bilimler anlayışı açısından abesle iştigal etmektir.
Mevcut mülkiyet düzenini sorun etmeyen her toplumsal hareket, kurulu toplumsal sistemin, üstyapısal siyasal bir hareketi olmak zorundadır. Bu nedenle, mülkiyet düzenini sorun etmeyen siyasal hareketler, ait olduğu toplumsal sistem içinde, sadece siyasal iktidar değişimlerine yol açarlar. İşte Fransız Jakobenizmi ile Marksist hareketlerin özü bu noktada belirlenmiştir. Onun için işçi sınıf merkezli sınıf mücadelesi üzerinden, mülkiyeti (cenneti) hemen değil de siyasal iktidarı aldıktan sonraya (ahirete) erteleyen Marksizm de özü itibariyle Jakobendir. Örneğin feodal toplum olgusu sürecinde, senyör ile serf arasındaki sınıf mücadelesi sistem içidir. Olgu diyalektiği işleyişine tabidir. Çünkü Mülkiyet düzenini sorun etmez. Ama buna karşın feodal toplum olgusunu temsil eden senyör ile kapitalist toplum olgusunu temsil eden burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesi sistem dışıdır. Geçiş diyalektiği işleyişine tabidir. Çükü burjuvazi, feodal mülkiyet düzenini sorun etmiştir. Dolayısıyla adı sanı, örgütlülük düzeyi, kitle tabanı, kararlı tutum ve duruşu ne düzeyde olursa olsun, sistem içi sınıf mücadelesinin öngördüğü ‘Olgu Diyalektiği’ ile toplumsal sistem asla aşılamaz. Fransız Jakoben hareket ile Reel Sosyalizm ve türevleri, bu anlayışın tartışmasız denenmiş örnekleridir.
Hegel, Tin felsefesi ile Tinin “özbilinç” düzeyinden,“efendi-köle” kavramlarını devşirirken, davasında pek ala “haklı” olabilir. Çünkü Hegel, kurgucu “saf” bir idealisttir. Maddi doğayı inkâr edemeyip, onu “Tinsel Evreni” için Tin’in kendine yabancılaşmasına uydurmaya çalışmıştır. Marks, aynı şeyi yapmıyor. Ama ne yazık ki, maddeyi öncelediği halde, Hegel’ci diyalektik yöntemin özünü, madde ve sınıf mücadelesi diyarında “efendi-köle”, “burjuvazi-proletarya” benzerliği ile diyalektik anlayışında sürdürüyor.
Hegel’ci diyalektik işleyiş, idealist bir düalizm kurgulu, mutlak uzlaşmaz negatif karakterlidir. Hegel’ci diyalektikte, efendi, köle ile savaşıp öz bilincine varabilir. Ama Hegel’ci diyalektikte, köle asla kendisi için bir öz bilince sahip olamaz. Sahip olursa kölelik biter, efendi üzerinden “Mutlak Tin”e dönüş yapılamaz, Hegelci diyalektik devre/döngü yapamaz. Dolayısıyla Hegel’ci tarih yapım ve yazımı yapılamamış olur. Böylece “tarihin sonu” gelir.
Hegel, tarih yapım ve yazım biçimini, kölenin sürekli varlığı ile sonlandırırken, “armut dibine düşer” misali, Marks da aynı şekilde “işçi kategorisi ortadan kaldırılmaz, bütün insanları içine alacak şekilde genişletilir” [[7]] diyerek Hegel’in “dibine düşmüştür”.
Aslında bu noktada Hegel, Marks’ın işçi sınıfı (aynı şekilde köle ve serf) merkezli, tarih anlayışından daha “olumlu” bir noktadadır. Çünkü Hegel, köle (gerçekte A-Tez) ile efendinin (gerçekte Tez’in), aşılamayacağını bildirmektedir. Marks ise bunun tersini ileri sürmektedir. Marks, “tarih sınıf mücadeleleri tarihidir” deyip, işçi sınıfı merkezli sınıf mücadelesi (gerçekte A-Tez olan işçi) ile kapitalist sınıfın (gerçekte Tez olan burjuvazinin), aşılabileceğini bildirmektedir. Böylece Marks, Hegelci tarih yapım ve yazım anlayışını aştığını sanıp, Hegel’in gerisine düşerek, Hegel’i “madde diyarında” sürdürüp tekrarlamıştır.
Marks, işçi sınıfı merkezli sınıf mücadelesi ile Hegelci tarih yapım ve yazım biçiminin önünü açtığını sandı. Aslında Marks, sistem içi sınıf mücadelesi öğelerinden biri olan işçi sınıfını, sistem dışı sınıf mücadelesi ÖZNESİNE yükseltince, Hegel’in efendi-köle diyalektiğini, işçi sınıfı üzerinden devam ettirip, Hegel’i doğrulamış oldu. Çünkü Reel Sosyalizm ile görüldü ki, Hegel’in kölesi gibi Marks’ın, işçi sınıfı merkezli sınıf mücadelesi ile de işçi sınıfı kurtuluşunu sağlayamadı. İşte Marks’ın Hegel ile buluştuğu nirengi nokta burasıdır. Çünkü işçi sınıfı merkezli sınıf mücadelesi, sistem içi bir güçtür.
Yani Marks, işçi sınıfına dayanmakla, sistemi asla aşamayan bir güce dayanmış olmaktaydı. Bu nedenle, Hegelci tarih yapım ve yazım tarzı, Marksizm’de de devam etmiş oldu. İşte bu nedenle, Reel Sosyalizmin çöküşü ile Marks’ın “tarih, sınıf mücadeleleri tarihidir” söylemi havada kaldı.
Aslında tarih, insanların doğayla, kendi arasına, zorunlu olarak soktuğu, üretim aletleri ve makineler ile gerçekleştirdiği üretim ve yaşam araçlarının üretimi ve onları mülkiyetine geçirme için yaptığı mücadelenin toplumsal tescilidir. Tarih, tarihi toplumsallaşma sürecinde, sınıflı olduğu gibi ilkel topluluklarda, sosyalizm ve komünizmde, sınıfsız da olabilir. Sınıf ayrımı gözetmeden,“İnsanlar” diyor Marks, “tarihlerini kendileri yaparlar ama kendi keyiflerine göre kendi seçtikleri koşullar içinde yapmazlar, doğrudan belirli olan ve geçmişten gelen koşullar içinde yaparlar”. [[8]] Doğru ve esas geçerli olan tarih tanımlaması budur.
Hegel’de madde, “Mutlak Tinin” dışa açınan bir görüntüsü olarak kendine yabancılaşmasıdır. Bu nedenle, düşünsel süreçler ile maddi süreçlerin diyalektiğinin bir ve aynı biçimde, “kavram” devşirme diyalektiği olduğu için sırf bu açıdan çatışmayı uzlaşmaz kurguluyor ve öyle kabul ediyor. Hegel için dışa açınıp görüngüleşen maddenin, insan düşüncesi dışında, bir diyalektik değişim ve dönüşüm süreci yoktur. Çünkü Hegel’de, diyalektik hareket salt düşünsel süreçlerin hareketidir. Dolayısıyla yetersiz de olsa, o günlerde Marks’ın, insan düşüncesinden bağımsız olarak, doğa ve toplumsal süreçlerin de diyalektik değişim ve dönüşüm süreçlerine tabi olduğu söylemini sürdürüp geliştirmesi, küçümsenecek bir kazanım değildir.
Diyalektik yöntem algısı, hem Hegel’de, hem de Marks’ta kurgusal, idealist, mutlak negatif uzlaşmaz içerikli bir düalizm biçimindedir. Bu nedenle şiddet içerikli kaba, yüzeysel, kör ve topaldır. Sistemden çıkış yapma gücü yoktur. Gerçek böyle yanlış biçimde ele alınınca, toplumsal sistem güçleri, kendi sınırları içinde dönüp dolaşarak, Hegel üzerinden, Hitler ve türevlerini; Marks üzerinden ise Stalin ve türevlerini üretmiştir.
Hegel ile Marks’a ait kurgusal diyalektik işleyişte, olgu veya varlıkların, oluşum aşaması ile işe başladığı, olgunluk, çözünme ve sentez aşamalarından geçerek, eski olgunun, yeni bir olguda aşıldığının diyalektik yöntemsel farkında lığı yoktur.
Özetle Diyalektik İşleyiş ve Diyalektik Yöntem:
Diyalektik, doğa, toplum ve düşünsel süreçlerin, olgu veya varlıkların; doğal değişim dönüşüm işleyişine ait bir yöntemdir. Özü itibariyle diyalektik, maddenin işleyiş tarzıdır. Bilim ise diyalektik işleyişin, gözlem ve deneye dayalı olarak, inceleme ve araştırma yaparak bilgi elde etme metodudur. Bilim, iradi bir yönteme göre çalışır. Diyalektik ise irade dışı, doğal bir yönteme göre işler.
Diyalektik hareketin işleyişi, maddenin aşağıdaki temel özeliklerine dayanır:
(Birincisi), bilindiği gibi sonsuz evren, sonsuz madde ile doludur. Madde, kütle ile enerji birliğidir. Enerji maddidir ama madde değildir. Örneğin, alet ve makineler çalışırken, bedenlerinden, aşınma yıpranma payı ile açığa çıkan türev emek gücü enerjisi maddidir ama madde değildir. Gerçi üretilen üründe maddeleşir ama bu durum şimdilik konu dışıdır. Düşüncelerimizin ve bilgilerimizin öznel halleri nesneldir (maddidir) ama madde değildir. Çünkü bunlar “kütlesizdir”. Veya başka bir ifade tarzıyla, maddenin, enerji formu, madde değil, maddi olma halidir. Dolayısıyla maddenin, enerjiye (E) dönüşmesi halinde -E=m.c² formülünde ifadesini bulduğu biçimiyle- ışık hızında kütlesini (m) “atar” veya enerjiye dönüşerek, “yok olup” sonsuzlaşır.
İşin gerçeği, tek başına kütle de “maddidir” ama “madde” değildir. Çünkü enerji, kütle tarafından kapsanıp potansiyelleşmiş “yok” olup sınırlanmış, tasarruf edilmiş veya “bağlanmıştır”. Bu anlamda denebilir ki, kütle potansiyelleşmiş enerji; enerji sonsuzlaşmış kütledir. Çünkü ikisi de maddidir veya formülasyon düzeyinde, ikisinin birliği maddedir. Aslında, kütleye madde demek, alışkanlık haline gelmiş yanlış ta olmayan bir söylemdir. Çünkü kütlede, enerji soğrulmuş, tasarruf edilmiştir. Kütlenin enerjiye dönüşümü, kütlenin iş yapma kapasitesinde anlaşılırdır ama aynı şey enerjinin kütleye dönüşümü için söylenemez. Bu husus, 2000 yılından itibaren, CERN’de yapılan bilimsel deneylerde ispatlandı ki, keşfedilen HİGGS bozon’unun (tanrı parçacığı) görevi, enerjiyi kütleye çevirmektir.
(İkincisi), bilindiği gibi madde, hareketli doğal bir veridir. Maddede hareket, sürekli ve mutlak, potansiyel düzeyde hareketsizlik, göreli ve geçicidir. Maddeyi hareketten, hareketi maddeden koparmak mümkün değildir. Madde, zaman ve mekânda sürekli bir diyalektik işleyiş, değişim dönüşüm halindedir. Bu değişim dönüşüm, nicelikten niteliğe veya tersi durumda, temel özellikleri üzerinden, sonsuz düzeyde diyalektik işleyişe tabidir.
(Üçüncüsü) bilindiği gibi madde, diyalektik geçiş yaparken, sonsuz bir var oluş ve sonsuz yok oluşta veridir. Bu bağlamda maddeden oluşan her olgu veya varlık, tarihseldir. Sonsuzluk, sonlu maddi, manevi her olgu veya varlığın, zaman ve mekânda, diyalektik tarzda değişip dönüşerek var olup, yok olma hareketidir. Maddi, manevi her olgu veya varlık, diyalektik işleyiş veya değişim dönüşüm süreçlerinden geçerek, kuruluş/oluşum ve olgunluk aşamalarından var olur; çözülüş ve sentez aşamalarında, başka yeni bir olgu veya varlıkta aşılarak yok olur.
(Dördüncüsü) bilindiği gibi maddi manevi her olgu veya varlığın, var olması ile yok olması arasındaki süre, o olgunun veya varlığın diyalektik değişim sürecidir. Bilim, bu süreci incelemek için vardır. Bilim, bu süreci inceleyip, maddi manevi her olgu veya varlığın, diyalektik hareket tarzının değişim, dönüşüm yasalarını keşfeden, onları bilgi düzeyine çıkaran iradi bir yöntemdir.
Demek ki diyalektik, insan iradesi dışında doğa, toplum ve düşüncenin işleyişi ile bu işleyişin yöntemidir. Bu nedenle diyalektiğe, bilim veya inceleme yöntemi denemez. Bu nedenden dolayı, toplum ve düşüncenin diyalektik işleyiş veya değişim dönüşüm hareketini BİLMEK için gözlem ve deneye dayalı, inceleme ve araştırma ile bilim yaparız. Diyalektik veya diyalektik yöntem ile değil.
Marksist saflarda; doğa, toplum ve düşüncenin, diyalektik işleyiş veya değişim dönüşüm hareketinin incelenmesi biçiminin: diyalektik yöntemle mi yapıldığı, yoksa bilim yöntemiyle mi yapıldığı karmaşası, hala devam etmektedir.
Engels bu karmaşaya şöyle katılır:
“Gerçekte diyalektik, doğanın, insan toplumunun ve düşüncenin genel hareket ve gelişme yasaları BİLİMİNDEN başka bir şey değildir” der. [[9]], (abç).
Bu alıntıda, Engels’in bildirdiğine göre diyalektik, ”doğanın, insan toplumunun ve düşüncenin genel hareket ve gelişme yasalarının” bilimidir. Yani diyalektik bilimdir. Oysa diyalektik, bir bilim değil, bilim ile incelenip anlaşılabilir, öğrenilebilir doğal bir işleyiştir. Ancak bu işleyiş de belli bir yönteme göre çalışmaktadır. İşte bu doğal işleyişe, diyalektik yöntem diyoruz.
Aynı anlayışı Lenin, şöyle ifade etmiştir:
“Öz anlamında ise diyalektik, çelişkinin, doğrudan doğruya nesnelerin özü içinde İNCELENMESİDİR.” [[10]], (abç).
Engels’te BİLİM sayılan diyalektik, Lenin’de İNCELEME eylemi sayılmıştır. Oysa gerçekte diyalektik, ne bilimdir; ne de inceleme yapan eylemdir. Diyalektik, maddeye içkin doğal bir işleyiş, değişim dönüşüm biçimi veya yöntemidir. Dolayısıyla her türlü araştırma, inceleme, gözlem ve deney yapma işi diyalektiğin değil, bilimin işidir. Dolayısıyla diyalektik yapılmaz, ama bilim yapılır.
Yukarıda ifade edildiği gibi bilim yöntemi çalışmaları ile insanlık öğrendi ki, maddi, manevi her olgu veya varlık, oluşum ve olgunluk aşamalarından geçerek var olurken; çözülüş ve sentez aşamalarından geçerek, başka bir olguda aşılarak yok olur. Maddi, manevi her olgu veya varlığın, var olması ile yok olması arasındaki süre, o olgunun veya varlığın diyalektik değişim dönüşüm sürecidir. Bilim bu süreci incelemek için yapılır. Bilim, bu süreci inceleyip, diyalektik hareket tarzının değişim dönüşüm ve yasalarını keşfeden, onları bilgi düzeyine çıkaran iradi bir yöntemdir.
Zamanla, bilim yöntemi ile bilgi sahibi olup öğrendik ki, her türlü sonlu olgu veya varlığın, diyalektik işleyişi, değişim dönüşüm süreci, farklı iki diyalektik biçimden geçer:
(Birinci biçim), OLGU DİYALEKTİĞİDİR:
Tez ile A-Tez gibi iki temel karşıtın, BİR OLGU veya varlıkta birliği ve çatışması, aynı olgu veya varlığı, var eder ve varlığını sürdürmeye çalışır. İki karşıt arasındaki diyalektik işleyiş, uzlaşır pozitif diyalektik biçimindedir. Ama bu diyalektik hareket, devrimci, muhafazakâr ve gerici biçimleri olan bir diyalektik harekettir. Bu diyalektik hareket, uzlaşır pozitif devrimci diyalektik döneminde, toplumsal olguyu kurarak var eder; uzlaşır pozitif muhafazakâr ve uzlaşır pozitif gerici diyalektik işleyiş döneminde ise toplumsal olgunun varlığını, direnerek sürdürmeye çalışır. Onun için bu aşamalardaki diyalektik işleyiş veya değişim dönüşüm biçimine, olgu diyalektiği diyoruz.
(İkinci biçim), GEÇİŞ DİYALEKTİĞİDİR:
Farklı İKİ OLGU veya varlıklara ait karşıtlardan oluşan Tez ile Anti-Tez, birbirine karşı uzlaşmaz, negatif devrimci diyalektik tarzda çatışır. Böylesi bir diyalektik işleyiş ile mevcut olgu veya varlık, Tezi şahsında çözülüp, yeni varlığa ait Anti-Tez üzerinden, sentez yolu ile yeni olgu veya varlıkta aşılır. Bu nedenle, eski olgu veya varlığın çözünmesi ile sentez aşamalarındaki diyalektik işleyişe, değişim dönüşüme de geçiş diyalektiği diyoruz.
Kısacası, TEK BİR OLGU veya varlığa ait bütün bir diyalektik işleyiş veya değişim dönüşüm sürecini şöyle formüle etmek mümkündür:
(1) Tez + uzlaştıran diyalektik Bağ + A-Tez = Olgu Diyalektiği,
(2) Tez+ Uzlaşmazlık veya diyalektik bağın çözünmesi + Anti-Tez = Geçiş Diyalektiği.
(3) Olgu diyalektiği + Geçiş diyalektiği = Diyalektik Olgu Süreci.
Diyalektik yöntemin öğeleri 4 tanedir:
Tez, A-Tez= Olgu diyalektiği öğeleridir.
Anti-Tez, Sentez= Geçiş diyalektiği öğeleridir.
(1) Tez: her maddi veya manevi OLGU veya varlığa ait bağımsız değişken, diyalektik yöntem için Tez’dir. Tez, pozitif diyalektik işleyiş karakterde, olgu kurucudur.
(2) A-Tez: her maddi veya manevi OLGU veya varlığa ait bağımlı değişken, diyalektik yöntem için A-Tez’dir. A-Tez uzlaşıcı, reformcu, tutucu pozitif diyalektik işleyiş karakterlidir. A-Tez, olgu kurucusu olarak tali, Tez’in yardımcısıdır.
(3) Anti-Tez: Anti-Tez, toplumsal diyalektikte olduğu gibi A-Tez’in bağrından veya dış koşulların etkisiyle, nüve halinde var olan yeni sürecin bağımsız değişkenidir. Anti-Tez’in, Tez ile olguda ayrılığı ve uzlaşmaz mücadelesi ve yarattığı çözünme negatif devrimci diyalektik işleyiş karakterlidir. Hedefi eski olgu veya varlığı çözüp, yeni olgu veya varlığa dönüştürerek aşmaktır.
(4) Sentez: Eski olgunun, yeni olguda aşılma diyalektiğidir.
Toplumsal Diyalektik Yönteme ait İskeletinin Kuruluşu:
Olgu: Feodalizm. Olgu: Kapitalizm. Olgu Karşıtları: Toprak Beyi ile Serf, Olgu Karşıtları: Burjuvazi ile işçi,
TEZ Toprak beyi, Burjuvazi
A-TEZ Serf, İşçi sınıfı
ANTİ-TEZ Burjuvazi Sosyalist Emekçi
SENTEZ Kapitalizm Sosyalizm
Bir olgu veya varlığa ait süreç, 4 diyalektik aşamadan geçer.
I. Olgu veya varlığın, kuruluş aşaması diyalektiği:
Her hangi bir olgu veya varlığın, kuruluşunu sağlayan hareketin ikizleri, Tez ile A-Tezdir. Tez, aynı olgu veya varlığın bağımsız diyalektik değişkendir. A-Tez ise bağımlı diyalektik değişkendir. Bu karşıtlar arasındaki birlik ve mücadele, dayanışmacı pozitif devrimci diyalektik hareket biçimindedir. Örneğin, feodalizme karşı, kapitalizmin kuruluşunu sağlayan burjuvazi ile işçi sınıfının devrimci birliği ve mücadelesinde olduğu gibi.
II. Olgu veya varlığın, olgunluk aşaması diyalektiği:
Her hangi bir olgu veya varlığın, olgunluk aşamasında, Tez ile A-Tez arasındaki birlik ve mücadele muhafazakâr, sistemi kollayıp koruyan tutucu, pozitif bir diyalektik hareket biçimindedir. Dolayısıyla, Tez ile A-tez arasındaki çelişkinin karakteri, olguyu veya toplumsal sistemi reforme etmeye, uzlaşma ve muhafazaya yöneliktir.
Bütün olgu veya varlıkların doğal eğilimi, kendini korumak, yaşatmak ve yok olmaya direnmektir. Kendini sistem sınırlar dâhilinde, reforma etmek, geliştirip varlığını sürdürmektir. Bu nedenle, olgu aşamasındaki diyalektik değişkenler arasındaki mücadele esas olarak reformcu, muhafazakâr, pozitif diyalektik karakterlidir.
Toplumsal diyalektik açısından örneklersek:
Köleci toplum niteliksel olgumuz olsun. Böylece efendi, bağımsız değişken olarak Tezi; köle ise bağımlı değişken olarak, A-tezi temsil eder. Aynı şey kapitalist toplum için olsun. Kapitalizm, niteliksel olguyu temsil etmiş olur. Burjuvazi, bağımsız değişken olarak Tezi, işçi sınıfı ise bağımlı değişken olarak, A-tezi temsil eder. Tez ile A-tez toplumsal olgunun ikizleridir. Tez ile A-tez arasındaki mücadele asla olguyu aşamaz. Bu olgunun doğasına aykırıdır. Bu iki karşıtın diyalektik işleyiş biçimi, sistem veya olgu diyalektiği biçimindedir.
Toplumsal diyalektik işleyiş gereğince, her toplumsal üretim biçimi, sürecinin sonlarına doğru, Üretim Güçlerini Geliştirme Yasası (ÜGGY), üretim aletleri ve makineleri, sürekli gelişmesi ile kurulu sistemin (olgunun) üretim ve mülkiyet ilişkilerini aşarak kaosa sürükler. Bu kaos ortamında, kurulu sistemin üretim ve mülkiyet ilişkileri, yeni üretim aletleri ve makinelerin gelişme düzeyi ile baş edemez, dolayısıyla onların gelişmesinin engeli haline gelirler. Toplumsal çatışmanın ana merkezi, olguyu muhafaza etme mücadelesinden, toplumun hâkim güçlerinin yetersizliği temelinde gerici bir direnmeye ve kaos ortamına kayar. Bu toplumsal kaos aralığında, gelecek toplumun ilk nüvesi, sınıf mücadelesinde tarihi yerini almak üzere ana rahmine düşer.
III. Olgu veya varlığın, çözünme aşaması diyalektiği:
Her hangi bir olgu veya varlığın, kaos aralığında, ana rahmine düşen nüvesi, toplumsal Anti-tezdir. Anti-Tez, yeni topluma ait bağımsız değişkenidir. Yani yeni toplumun Tez’idir.
Eski topluma ait bağımsız değişken olan Tez ile yeni toplumun bağımsız değişkeni olan Anti-Tez, karşı karşıya durup, uzlaşmaz bir savaşa tutuşarak, eski toplum, yeni topluma, negatif devrimci diyalektik ile çözüp aşarak senteze varır. Böylece toplumsal mücadele, eski üretim ve mülkiyet ilişkileri ile yeni mülkiyet ve üretim ilişkileri arasında, uzlaşmaz devrimci diyalektik karaktere bürünür. Bu aşamanın başlarında beliren yeni ve devrimci Anti-Tez, bir taraftan, eski olguyu (toplumsal sistemi), yeni olguya (toplumsal sisteme) niteliksel devrimci önemi olan niceliksel değişim ve dönüşümler ile negatif devrimci diyalektik tarz ile çözerken;
IV. Olgu veya varlığın, sentez aşaması diyalektiği:
Aynı zamanda, niteliksel devrimci önemi olan, niceliksel reformlar ile eski olgu veya varlığı, sentez yoluyla peydir pey yeni olgu veya varlıkta aşar.
Toplumsal diyalektik açısından örneklersek:
(1) Köleci toplum, niteliksel olgumuz olsun. Böylece efendi tezi, köle A-tezi, nüve halinde oluşan toprak-efendisi veya senyör, Anti-tezi temsil eder. Bir yandan uzlaşır, reformcu pozitif diyalektik bir mücadele ile köleci toplum kendini tahkim ederken, öte yandan toprak-efendisinin uzlaşmaz devrimci sınıf mücadelesi ile köleci toplum, negatif devrimci diyalektik hareket tarzı ile nitel devrimci önemi olan nicel reformlar ile çözünür. Bir ve aynı zamanda, sentez ile köleci toplum, feodal toplumda aşılır.
(2) Aynı biçimde, kapitalist toplum niteliksel olgumuz olsun. Böylece burjuvazi Tezi, proletarya A-tezi, sosyalist emekçi ise Anti-tezi temsil eder. Bir yandan uzlaşır, gerici pozitif diyalektik mücadele tarzı ile burjuvazi ve proletarya birliği kapitalizmi savunurken; öte yandan, sosyalist emekçi Anti-tez, uzlaşmaz, günlük devrimci demokratik sınıf mücadele tarzı ile niteliksel devrimci önemi olan, nicel reformlar ile kapitalist toplumu, sosyalist topluma çözüp dönüştürerek, geçiş yapar. Böylece, sosyalist sentez oluşur.
Doğanın, toplumun ve düşüncenin hareket yasalarının diyalektik işleyiş biçimini, gözden kaçırırsak, idealizme sapmak kaçınılmazdır. Bu kaçınılmazlığa saplanmamak için insanlık; gözlem, araştırma, inceleme ve deney yaparak, bilim yöntemini keşfedip geliştirmiştir. Bilim yöntemi sonucu elde edilen bilgiler, diyalektik hareketin işleyişi ile örtüşüyorsa, elde edilen bilgiler bilimsellik kazanırlar. Bilimsel bilgiler, olgu veya varlığın diyalektik işleyişini (sözgelimi bir makinenin üretici çalışmasını) ortadan kaldırmaz, kaldıramaz. Birilerinin, makineyi, makinenin teknolojik gelişim düzeyine uygun tarzda, özel mülkiyet edinmesiyle, makine üretim süreçlerinde kontrol ve denetim altına alıp, istenilen yönde, yönetilip üretime sokulmasına hizmet eder. Toplumsal pratiğe bu anlayış temelinde yaklaşılmazsa, idealizme sapmak kaçınılmazdır. Bu kaçınılmazlığın en son örneğini, Marksizm ve pratikleşmiş örneği Reel Sosyalizmin çöküşü ile yeterince yaşadık.
(devam edecek)
DİPNOTLAR:
[1] Lenin, (1911), Komün Dersleri, Sol Yayınları, 3. Baskı 2003, S. 23 ve 57.
[2] Lenin, (Eylül 1917), Ütopik ve Bilimsel Sosyalizm, Bilim ve Sosyalizm Yayınlar, 1. Baskı 1977, S. 94-95.
[3] Braudel, Fernand (1963), Uygarlıkların Grameri, İmge Yayınları, 4. Baskı 2014, S. 594.
[4] Marks (1873), Kapital Cilt I, Sol Yayınlar, 3. Baskı 1986, S. 28.
[5] Ama reformlar ikiye ayrılır: (1) Tutucu sistem içi reformlar, (2) İlerici, devrimci önemi olan sistem dışı reformlar.
[6] Wallerstein. I. (1992), Tarihsel Kapitalizm ve Kapitalist Uygarlık, Metis Yay. 6. Basım 2012. S. 62.
[7] Karl Marks (1844), El Yazmaları, Birikim Yayıncılık, 5. Baskı 2009, S. 108.
[8] Marks, K. (1852), Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire’i, Sol Yayınlar, İkinci Baskı 1990, S. 13.
[9] Engels, F. (1878), Anti-Dühring, Sol Yayınları, 2. Baskı 1975, S. 240.
[10] Lenin, V.İ, Felsefe Defterleri, Sosyal Yayınları, 1. Basım 1976, S. 207.