Perşembe , 28 Mart 2024

Alevi öğrencilerin Şubat 1966 Bildirisi: Varlık mücadelesine devam… Faik BULUT

Seyfi Oktay ile Mustafa Timisi’nin bazı Alevi arkadaşlarıyla 1963’te yayınladıkları ortak bildirinin arka planındaki gelişmeleri sıralayalım: Yeni anayasayı hazırlamakla görevlendirilen Anayasa Komisyonu Başkanı Ord. Prof. Dr. Sıdık Sami Onar, devletin Sünnilere tanıdığı olanakları (ibadet, inanç eğitimi, cemevi kurmak gibi) Alevilere de tanıması gerektiği görüşündeydi.

Faik Bulut

Gazete Duvar’daki 5 Şubat tarihli makalemde, Alevilerin “kimlik mücadelesini” tanımlamıştık… Yayından sonra ülkenin farklı yerlerinden çok sayıda olumlu tepki aldım. Bunlar arasında biri vardı ki, tepkiyle yetinmedi: Ekseriyeti Ankara Hukuk Fakültesi’nde okuyan öğrenciler adına Şubat 1966’da bildiri hazırlamakla görevli komitede yer alan Mehmet Tural, o tarihteki bildiri taslağının fotokopisini de iletti. Kendisi Muş-Varto doğumlu Kürt Alevidir. 12 Eylül 1980 darbesi döneminde Samsun’da halka zorbalık yaparak ufak çaplı haraç toplamayı huy edinen bir astsubayı tutuklattığı için görev yeri değiştirilince hâkimlikten istifa etmiş bir hukukçudur. Başından geçen acı-tatlı olayları, “12 Eylül’de Hem Kürt, Hem Alevi, Hem Solcu Olmak” başlıklı kitabında toplayıp, 2011’de yayınlanmıştır.

12 Eylül’de Hem Kürt Hem Alevi Hem Solcu Bir Hakim Olmak, Mehmet Tural, Postiga Yayınevi, 2011, 288 syf.

Artık konumuza geçelim ve Seyfi Oktay ile Mustafa Timisi’nin bazı Alevi arkadaşlarıyla 1963’te yayınladıkları ortak bildirinin arka planındaki gelişmeleri sıralayalım:

Yeni anayasayı hazırlamakla görevlendirilen Anayasa Komisyonu Başkanı Ord. Prof. Dr. Sıdık Sami Onar, devletin Sünnilere tanıdığı olanakları (ibadet, inanç eğitimi, cemevi kurmak gibi) Alevilere de tanıması gerektiği görüşündeydi. Başbakan İsmet İnönü hükümeti, dinci kesimden gelen muhalefet karşısında tasarıyı Diyanet İşleri bünyesinde “Mezhepler Daire Müdürlüğü” kurulmasına ilişkin bir yasa çıkarılması için girişimde bulundu. Milliyetçi-mukaddesatçı kesimin sağcı zihniyetini yansıtan Türk-İslamcı fikirleriyle bilinen 1960’lı yılların Adalet ve Zafer gazetelerinde tasarıyı bahane ederek Aleviler hakkındaki aşağılayıcı fikirler yayınlanmaya başladı. Bu türden yazıların satır başları özetle şöyleydi:

“Hazırlanan tasarı sayesinde Aleviler, mum söndü törenlerini camiye taşıyacaklar.”

“İlmen ve tarihin hiçbir gerçeğine dayanmayıp tamamen efsane ve mugalâtaya dayalı olan Alevilik, İslamiyet’in ifade ettiği vahdet ruhu için ciddi bir tehlikedir.”

“Bu zümrenin ehlisünnet mezhebi ile eşit tutulması, 27 milyon Müslümanla alay etmekten başka bir şey değildir.”

“Kanuni müeyyidelerle eşitlikleri teminat altına alınan Kızılbaşların, yarın camilerde mum söndürme merasimleri yapmaya yeltenmeyeceklerini kim temin edebilir?”

“Alevilerle Sünniler arasındaki görüş ayrılığı dini olmaktan çok, siyasidir.”

Benzer konuda doktora tezi hazırlayan Sinemilli aşiretinden Elbistanlı Haydar Baki Doğan, yukarıdaki başlıkları, 7 Aralık 2008 tarihli Cumhuriyet gazetesinden alıntıladığını söyledi.

Sağcı ve İslamcı çevrelerden gelen tepkiler üzerine, İnönü yasalaştırmayı göze alamayıp geri çekti. 1965’te Nurcuların desteğiyle iktidara gelen AP (Süleyman Demirel’in Adalet Partisi) hükümeti, onlara borcunu şöyle ödedi: Bu cemaate mensup İbrahim Elmalı’yı Diyanet İşleri Başkanlığı’na, Cemalettin Kaplan’ı ise Başkan Yardımcılığı’na atadı. Nurcu İbrahim Elmalı, biraz da yüzyıllardır sürdürülen “mum söndü” iftirasını çağrıştırması umuduyla “Alevilik sönmüştür” ve “Alevilik inanç değil, siyasettir” dedi. Bu açıklama, Aleviler arasında yeni bir tepki dalgasına yol açtı. Üniversiteli Alevi öğrenciler ikinci bir bildiri yayımlayarak Elmalı’yı protesto ettiler. Muhalefet partileri ve basın, günlerce Elmalı aleyhine yazılar kaleme aldılar.

O sıralarda yapılacak olan kısmi senato seçimleri nedeniyle Nurcuların oylarını yitirmek istemeyen AP iktidarı, Elmalı’yı görevinden azletmedi. İbrahim Elmalı ile Cumhuriyet gazetesi yazarı İlhan Selçuk arasında başlayan polemik haftalarca sürdü.

Elmalı’nın yarattığı infiale daha önceki yazımda belirttiğim Muğla’nın Ortaca ilçesinde Tahtacı Alevilerin katledilmesiyle sonuçlanan olay da eklenince, Türkiye’nin dört köşesinde yaşayan Aleviler, ayağa kalktı. Ankara’daki Aleviler, Anıtkabir’e çelenk koyduktan sonra Cumhurbaşkanı Gürsel’i ziyaret ederek, olaya el koymasını istediler. Sayıları az da olsa, AP içindeki Aleviler de kazan kaldırdılar.

Olaylar yatıştıktan bir müddet sonra savcılık, Elmalı hakkında soruşturma başlattı ve görevden alınmasını sağladı. Aynı Elmalı, Diyanet’ten ayrılınca Nurcuların desteğiyle Millet Partisi’nden milletvekili seçildi.

Eski yargıç M. Tural, yargının Alevilere bakışı hakkında ilginç bir örnek olay anlattı. O tarihte Bingöl Karlıova’da görev yapan İ.V. isimli bir hâkim, köylülerin bir adli davası hakkında hüküm verirken bazı gerekçelerinin arasında şu ibareyi de kullanmış: “…davacı lehinde şahitlik yapanların kendi köyünden olması… kısmen de (birbirlerini kollamaları anlamında-F.B.) Alevi olmaları nedeniyle…” Yargı kararlarında bile mezhepçi ifadeler kullanabilen bu hâkim, sonradan Yargıtay üyesi olabilmiş.
Mehmet Tural 1963 Bildirisi hakkında ise şu ayrıntıları dile getirdi:

“1963 Bildirisi’ni hazırlayan Alevi öğrenciler, ‘Alevicilik yapıyorlar’ töhmetinden kurtulmamız için, Alevi olmayan öğrencilerle ortak bir bildiri yayınlamamızı önerdiler.

Bunun üzerine Yavuz (Milli Türk Talebe Birliği yetkilisi) ile Şeyh Said ailesine mensup Taha ve Bahattin Fırat gibi isimlerin de aralarında bulunduğu 10-15 kadar Hukuk Fakültesi öğrencisiyle buluşup tartıştık. Onlar, bildirinin içeriğini benimser gibi görünmekle birlikte imza atmaya yanaşmıyorlardı. Şöyle diyorlardı: ‘Hepimiz kardeşiz; Sünni-Alevi farkımız yok, aynıyız!’ Cevabımızı verdik: ‘Madem kardeşiz, gelin tam kardeş olalım. Alevilerin önde gelen ailesine mensup Ekin Dikmen’in bacısını Şeyh Said ailesinden birinize verelim; Sünnilerin meşhur sülalesi sayılan Şeyh Said ailesinden bir kızı da bir Alevi genciyle evlendirelim.’ Onlar, teklifin birinci kısmına ses çıkarmadılar ama ikinci kısmına ‘tövbe, sümme haşa…’ diyerek reddettiler.”

M. Tural’ın ilettiği metin başlığı ve taslağını olduğu gibi yayınlıyorum. Anlaşılmayan eski kelimeler önüne konan parantez içindeki açıklamalar bana aittir.

1964 YILINDA DİYANET TEŞKİLAT KANUNU NEDENİYLE ALEVİ GENÇLER OLARAK HAZIRLADIĞIMIZ BİLDİRİ: 17.2.1966

“Son zamanlarda, Diyanet İşleri Reisinin aleviler aleyhine söyledikleri ve Gümüşhane’nin bir kasabasındaki ortaokul müdürünün Alevi bir öğrencisine söylediği sözler ve yaptığı hakaretler yanında bir hükümet sorumlusunun bunları müdafaa edercesine ‘iç basına yanlış intikal etmiştir’ diye onları haklı göstermek çabasında bulunmasını lâikliği zedeleyici davranışlar olarak niteleyen; asırlardan beri daima toplumumuzun uyanık, aydın, Atatürkçü ve ilerici bir kuvvetini temsil etmekten gurur duyan Türk-Alevi zümresinin Ankara Üniversitesi Yüksek Öğrenim gençleri olarak bu basın bültenini tanzim etmek zaruretini duyduk.

Aylardan beri zaman zaman kımıldanışlar gösteren ve bölücü ve çirkefçe davranışlara karşı şimdiye kadar susmamızın sebebi; ilgili mercilerin gerekli alakayı gösterip, bu ard niyetli tahrikçiler hakkında gerekli işlemi yapacağı kanaati idi. Fakat üzüntü ile görüyoruz ki, ilgili mercilerin gerekli işlemi yapmaları şöyle dursun, Anayasamızın zorunlu kıldığı “dilekçeye cevap vermek” görevini yerine getirmemek umursamazlığını göstererek, Anayasa ve hukuk devleti ilkeleri ile bağdaşmayan bir çelişikliğe düşmüşlerdir.

Bir Alevi zümresi ki vatana hizmet, Türklüğe sadakat ve ülûl emre (yüksek makamdaki yöneticilere, devlet başkanına) itaati kendisine düstur edinmiş, her zerresine olanca varlığını adadığı vatan topraklarının bekçiliğini yapmış, Atatürk ve inkılâplarının en sadık koruyucusu olarak kalmış, buna rağmen yüzyıllar boyunca hor görülmüş, bilgisiz ve ilgisiz bırakılmış; insan haklarına, vicdan hürriyetine ve demokratik prensiplere aykırı olarak vicdanlarına el uzatılmak istenmiştir.

Unutulmamalıdır ki, vicdanlarımıza el uzatanların karşısındayız ve karşısında olacağız. Yobazlarla mücadelemiz, tıpkı mikrobu ilaçla temizlemek gibi hukukî ve ilmî olacaktır.

Anayasamızın; lâik, sosyal, milli bir hukuk devleti olarak tanımladığı ve 19’uncu maddesiyle din ve vicdan hürriyetini bütün erdemliği ile tanıdığı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları arasında teferruata taalluk eden mezhep ayrılıklarından yararlanarak bir Saint-Barthelemi (Fransa’nın Paris şehrinde Katoliklerin, 1572’de silahsız ve savunmasız Protestanlara saldırması sonucu on binlerce kişi hayatını kaybetmesi olayı, Aziz Bartalmay Yortusu/Günü-Kıyımı diye bilinir-F.B.) yaratmaya çalışan art niyetlileri takbih için aşağıdaki görüşlerimizi kamuoyuna açıklamakta zaruret görüyoruz:

1-) Anadolu Türk bütünlüğünü, tarih boyunca mezhep ayrılıkları parçalamıştır. Osmanlı kılıcının sağlayamadığı Sünni birliğini bugün kurmaya çalışanların farkında olmadan veya maksatlı olarak Türk toplumu arasında açmaya çalıştıkları derin uçuruma, kendilerinin yuvarlanmalarından başka bir şeyin ellerine geçmeyeceğini;

2-) Nurculuk, Süleymancılık ve daha başka akımların kendilerini şiddetle hissettirdiği bu sıralarda, bu türlü davranışların memleketi büsbütün yabancılara itmekten başka bir işe yaramayacağı asla unutulmamalıdır.

3-) Daha evvel de belirttiğimiz gibi, lâiklik prensiplerinin tam manasıyla memlekette tatbikini takdire şayan buluyoruz. Şöyle ki; lâikliğin dört ana mesnedi vardır:

1-İtikad hürriyeti,
2-İbadet hürriyeti,
3-Teşkilatlanma
4-Tedris ve telkin hürriyeti.

Anayasamızın serbest bıraktığı ilk iki hususun tastamam ve eksiksiz uygulanmasını sağlamak, en samimi arzumuzdur.

4-) İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 10. (onuncu) maddesinin ‘Hiçbir kimse, dinî dahi olsa inançlarından dolayı kınanmamalıdır’ hükmüyle üniversal bir karakter kazandırdığı ve Anayasamızın 19. Maddesiyle ‘…Kimse, dinî inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz’ hükmünü koyarak bu görüşe katılıp buna bir medenilik vasfı kazandırdığı ve T.C.K.nın müstakil bir faslı halinde (175-178. md) tanzim ettiği ‘din hürriyeti aleyhine cürümler’ kısmında; din veya mezhepleri tahkir veya tezyif yoluna sapanların cezalandırılacağını öngördüğü müeyyidelere rağmen, 15 milyonluk bir Alevi-Türk kitlesinin dini düşüncelerini tezyif ve tahkire kalkışanların, esinlendikleri kaynak, güvendikleri kurtarıcı ve hiçbir cezai müeyyide ile karşılaşmamaları, bizim için endişe vesilesi olmuştur.

5-) Toplum psikolojisinin bir kuralı olarak, kitleler üzerine yapılan baskı ve o kitleyi tahkir maksadıyla söylenen sözlerin doğuracağı tepkiyi hesaplamayarak, ona göre tedbir almak, iktidar sorumlularının kaçınılmaz görevi olmalıdır. Ancak buna karşı gerekli tedbirler alınmaz, tahrikçiler kamu efkârı (kamuoyu) huzurunda takip ve takbih edilmezse (kınanmaz/kötülenmez), 15 milyonluk alevinin saliki olduğu (yolunda olduğu inanç hakkında), ‘Alevilik sönmüştür’ diye fetva veren İmam-hatip okulu mezunları Diyanet Reisliği’ne getirilirse, bu sorumluluğun, samimiyetinden ciddi olarak endişe ediyoruz.

6-) Milli mücadelede Atatürk’ün yanında yer alan, Türk Halk Dili’ni yaşatan şairleri sinesinde barındıran, devrimlere sadakatle ve inatla bağlı kalan Alevi-Türk zümresinin üniversite gençleri olarak, uyanık Cumhuriyet savcılarını görevlerinde titizlik göstermeye davet eder, Milli birlik ve beraberliğimizi parçalamaya yönelmiş bu gibi davranışlarda bulunan tahrikçilerin ilgililerce kamu efkârı huzurunda şiddetle takip ve takbih (ayıplayıp kınamak) edilmesinin en samimi dileğimiz olduğunu arz ederiz.

Ankara Üniversitesi Alevi Gençleri Basın Bülteni Tanzim Komitesi

Mehmet Tural (Hukuk Fakültesi), Mehmet Moğoltay (Huk. Fak.), Şerif Felekoğlu (Huk. Fak.), Nuri Bingöl (Huk. Fak.)”

Konuyu M. Tural’ın sözleriyle bitirelim: “O tarihte taleplerimizin ne olduğunu tam bilmiyorduk. Mesela Diyanet bünyesinde Mezhepler Müdürlüğü kurulması yolundaki eski talep, bugün Alevilerin çoğu arasında rağbet görmüyor. Esas mesele, insanların ve inançların birbirlerine karşı önyargıdan kurtulmasıdır.”

Bu yazı www.gazeteduvar.com’da yayınlanmıştır.