Yıllarca sürerek kamuoyunda büyük yankılar uyandıran Cerrrattepe ve Loç Vadisi direnişlerinde olduğu gibi, şimdi de İşkencedere Vadisi halkı toprağını, ormanını ve suyunu korumak için ayağa kalkmış durumda. İktidara yakınlığı ile bilinen ihalenin sahibi Cengiz İnşaat’ın iş makineleri, jandarma korumasında başlatılan ağaç kesimini ara vermeden sürdürüyor. İnşaat firması, direnişçilerin girmesini engellemek için, çalıştığı alana demir kapı koydu. Rize Valiliği de eylemlere yasak getirdi. Kamuya açıklanan gerekçe ise, alışık olduğumuz gibiydi: “…milli birlik ve beraberliğimizi zedeleyici provokatif eylemlerin önüne geçilmesi, kamu düzeni ve güvenliğinin sağlanması, koronavirüs salgınına karşı halk sağlığının korunması..” vs…vs… Koronavirüs yayılmaya ilk başladığında, pandeminin otoriter yönetimler elinde baskı aracı olarak kullanılabileceği de kimi sosyal ve siyaset bilimcileri tarafından öngörülmüştü zaten.
Kadınların ön saflarda olduğu direnişte, köylüler, bölgelerinde yapılacak taşocağı ve bağlantı yolu inşaatı nedeniyle, doğal yaşam alanlarının tahrip edileceğinden, tarımın ve arıcılığın yok olacağından, geçim kaynaklarının zarar göreceğinden kaygı duyuyorlar. Diyorlar ki; “Köyümüz taş toprak içinde kalacak, sularımız kesilecek. En önemlisi ormanımız, vadimiz talan ediliyor. Her gün oraya gidiyoruz, her şeyimiz o vadiye bağlı. Balımız oradan, suyumuz oradan, çayımız oradan… Hayvanların yiyecekleri oradan. Taşocağı yapıldığı zaman vadi bitecek. Vadiye yakın köyler bitecek. Bir dinamit patlattıkları an evlerimiz yıkılacak. Doğamız yok olacak. En büyük derdimiz bu….Allah aşkına bize destek verin!.”
İkizdere Vadisi halkı ile çevrecileri ayağa kaldıran, CHP ve HDP milletvekilleri ile iktidarı karşı karşıya getiren olayın nedenlerini ve ayrıntılarını öğrenmek için haberlere ve sosyal medyadaki paylaşımlara bakmak yeterli. Videolu haberlerde, yaşam alanlarını korumaya çalışan köylülerle jandarmayı karşı karşıya getiren ortamı da canlı bir şekilde görmek mümkün. Avukatlar, usulsüzlüklerle hukuka aykırı uygulamalardan söz ederek, yöre halkının haklarını korumak ve çevre tahribatını önlemek için dava açacaklarını bildirirken, AKP MKYK üyesi Külünk, olayı “Biden’in HDP üzerinden yaptığı provokasyona” bağladı. Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Karaismailoğlu da, provokasyon söylemine katıldı. Ayrıca, taşocağı ile ilgili yalan yanlış dedikoduların yayıldığını ve bir algı operasyonu düzenlendiğini iddia ederek şu açıklamayı yaptı: “Taşocağı çalışmalarında 3 şiddetinde deprem etkisi oluşacağı kesinlikle yalan ve yanlıştır. Hazineye ait ocak çalışma sahasında tarla yoktur, kesinlikle tarlalara dokunulmayacaktır. Taşocağı için iki ruhsat verildiği bilgisi kesinlikle yanlıştır. Sadece tek ruhsatlı bir çalışma söz konusudur. 100 bin ağaç kesilecek yönündeki ifadeler tamamıyla gerçek dışıdır.” Cengiz Holding’ten yapılan açıklamada da şöyle denildi: “Hammaddenin temin edileceği taş ocağının seçilmesi konusunda, şirketimizin herhangi bir tespit yetkisi veya tasarrufunun bulunmadığını önemle belirtmek isteriz. Hammaddenin temin edilmesi planlanan İkizdere Cevizlik Taş Ocağı, Bakanlık tarafından seçilmiştir…. Sınırlı hammadde temini tamamlandıktan sonra, toprak üzerindeki bitki ve ağaçlandırma çalışması yapılarak, mevcut doğal yaşamın geri kazanılması sağlanacaktır.”
Yıkım sürerken yöre halkı dava açmış durumda. Ancak hukuk mücadelesi kazanılsa bile bu süreçte kesilen ağaçların ve doğaya verilen zararın bedeli nasıl telafi edilecek? Oysa, 2008’de başlatılan hukuk mücadelesi sonucunda İkizdere’nin doğal SİT alanı ilan edilmesi yöre halkını çok umutlandırmıştı. Kararla birlikte bölgede yapımı planlanan 22 HES projesi rafa kalkmıştı. Hukuk mücadelesini başlatan eski İkizdere Derneği Başkanı Kadem Ekşi, kararı şöyle değerlendirmişti:[1] “Bugün tarihi bir karar alındı. İkizdere ve Türkiye kazandı. Bugün HES’lerin pençesinden kurtulduğumuz, yeşili, doğayı çocuklarımıza bırakacağımızın müjdelendiği gündür. Uygarlık, medeniyet ve canlı yaşamı kazanmıştır. Kültür Bakanımıza, kurul üyelerine, bize destek olan herkese teşekkür ediyoruz. Bu kararla bölge yeniden ayağa kalkacak, turizm yönünden gelişecek.” Ekşi, İkizdere Vadisinin alt kesiminde o güne kadar 4 HES projesi gerçekleştirildiğini hatırlatarak devam etmişti: “Ama SİT alanı ilan edilen bölgede hiç başlanmış proje yok. 22 tane planlanıyordu, onlar da rafa kalktı. Kurulun kararı sonrasında, artık 2863 sayılı yasa uyarınca, bölgede taş ocağı açılamayacak, madencilik çalışması yapılamayacak, HES inşaatlarına izin verilmeyecek. Yani ekosistemi ve canlı yaşamını tehdit eden hiçbir yapılaşma olmayacak.”
Ancak…İkizdere Vadisinin doğal SİT alanı ilan edilmesinden hoşlanmayanlar da vardı. O dönem başbakan olan Recep Tayyip Erdoğan, Trabzon Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulunun İkizdere Vadisini SİT alanı ilan etmesine karşı sitemkâr bir soru yöneltiyordu: ”Değerli arkadaşım, sen bugüne kadar neredeydin yahu? Bugüne kadar oraları niçin SİT alanı ilan etmediniz de şimdi HES çalışmaları başlayınca kalktınız, buraları SİT alanı ilan ediyorsunuz?” Erdoğan, HES’lerin yapımını da şu sözlerle savunuyordu:“Bizler yıllarca bu ülkede ‘su akar, Türk bakar’ mantığıyla suya yaklaştık ama artık böyle bakmayalım istiyoruz. Bu sularımız denizlere boşu boşuna akıp gitmesin. Bunlardan hep birlikte istifade edelim. Bunu tamamen popülist bir yaklaşımla ele alalım demiyorum, doğayı tahrip edelim demiyorum ama Allah aklı, bilimi, bilgiyi, araştırmayı bize emrediyor. Bizim bunları yapmamız lazım. Bunun üzerinde yapacağımız çalışmalarla bütün bu sularımızdan istifade ederken tabii ki derelerimizi de kurutmayacağız.”[2] Öyle demişti demesine ama sonraki yıllarda Rize’den gelen haberler ne yazık ki sözlerini doğrular nitelikte değildi; üstelik kendisi de cumhurbaşkanı olduğunda peş peşe imzaladığı acele kamulaştırma kararlarıyla, derelerin kurumasına “ister istemez” katkıda bulunacaktı. Akla da, ister istemez, Allah kendi yarattığı yaşam alanlarının “birilerini kalkındırmaya” kurban edilmesini mi emrediyor diye münasebetsiz bir soru takılıyor. İşin o kısmını kendini dindar olarak tanımlayanlar daha iyi bilir kuşkusuz. Ne de olsa vicdan pazarlık yapmaz.
“İnsan memleketine bunu yapar mı hiç?”
Derelerin nasıl kurutulduğunu 2018 tarihli bir haber gayet güzel anlatıyor[3]:
İkizdere’de, zamanın Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın açılışını yaptığı Cevizlik HES ile daha sonra üretime geçen projeler su debisini oldukça azalttı. Yine Erdoğan’ın ‘ana-baba ocağım’ dediği Güneysu’da da HES için suyunun tünele alındığı Gürgen Deresi ile Çalık Holding’in Adacami HES projesi suyu başka vadiye aktarılan Salarha (Askaroz) Deresinin suyu azaldı. Derenin büyük bir bölümü de bu yıl kurudu. Yapılan çalışmalara ve açılan HES projelerine karşı, siyasilerin ve bakanlıkların açıkladığı üretim oranları ve maliyetler ise hiç de beklendiği gibi olmadı. Zamanında sayıları az da olsa projelere onay veren yurttaşlar bile ‘HES için bunca derenin kurutulmasına değer miydi’ şeklinde tepkiler veriyor.
Rize’nin en geniş ve uzun vadilerinden olan Salarha Vadisi de kuruma aşamasına geldi. Başka bir vadi olan Güneysu Vadisinde kurulan 28 megavat kurulu gücündeki Adacami HES projesi nedeniyle, Salarha Deresinin suyu, Yiğitler Köyündeki regülatör sahasından tünele alınarak, 4 kilometre boyunca taşındı. Derenin suyu, Güneysu Vadisi’nde kurulan ve o dönemde CEO’luğunu şimdiki Enerji Bakanı Berat Albayrak’ın yaptığı Çalık Holding’e ait santrala aktarıldı. Santrala alınan su 8 kilometre sonra Güneysu Deresi ile buluşma noktasına 500 metre kala ise yeniden Salarha Deresi’ne bırakıldı. Ancak 8 kilometre boyunca suyu azalan ve bazı alanlarda ikiye ayrılan dere yatağının bir bölümü tamamen kurudu. Rize’nin İkizdere, Çayeli Senoz, Güneysu ve Salarha Vadilerindeki dereler üzerinde toplam 12 HES kurulu.
Konuyla ilgili açıklama yapan Derelerin Kardeşliği Platformu (DEKAP), vadilerin ve yaşam alanlarının bu duruma gelişindeki en büyük sorumluluğun HES projelerini bölgeye dayatan, ormanı ve suyu katleden projeleri savunan Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu’nda olduğu söylüyor. Açıklamada ayrıca, “Projelerin nereye varacağı ve doğal yaşam alanlarına nasıl zarar vereceği mahkeme kararları ile ortaya konulmasına rağmen HES’lerin yapılması, HES’lerin doğayı nasıl yok ettiğini yaşayarak gösterdi herkese. Derelerimiz kurudu,” denildi.
Öte yandan, Orman ve Su İşleri Bakanlığının verilerine göre, Karadeniz Bölgesinde son 10 yıl içerisinde, toplam kapasitesi 20,3 milyar kilovat/yıl (kWh/yıl) olan 203 Hidroelektrik Santral (HES) yapıldı. Bakanlık verilerinde, Karadeniz Bölgesi’nde 2017 yılı itibarıyla inşaatı devam eden, toplam kapasitesi 7 milyar kWh/yıl olan 20 HES projesi bulunduğu belirtildi. Etüt ve proje aşamasında ise toplam 5.8 milyar kWh/yıl kapasiteli, 123 HES projesi bulunduğu kaydedildi.
Bakanlıklarca Karadeniz Bölgesi’ndeki HES sayısının artırılmasıyla ilgili çalışmalar devam ederken, bölgede çevrecilerin tepkisi de sürüyor. Çevreciler, HES’lerin bölgede insan ve diğer canlıları olumsuz yönde etkilediğini savunuyor. Ordu, Rize ve Samsun’da da çeşitli sivil toplum kuruluşları ve vatandaşlar, HES’lere itirazlarını dile getiriyor. DEKAP verilerine göre ise Doğu Karadeniz’de 700 civarında HES projesi planlandı. Bunlardan üretime alınanlarla birlikte 145’inin yapımına başlandı ve bazıları tamamlanarak deneme üretimine geçti. Bu santrallara karşı 115 iptal, yürütmeyi durdurma ve ÇED iptali istemiyle dava açıldı. Bunlardan 34 davada mahkemeler yürütmeyi durdurma ve ÇED raporlarının iptali yönünde karar verdi. Ama çalışmalar yeniden süreçlendirilerek devam etti.
Yalnız mağdur olan yöre halkları ve çevreciler değil, bilim insanları da, yanlış politikalar nedeniyle, ülkemizdeki yeraltı ve yerüstü su kaynaklarının hızla kurumakta olduğuna ve önlem alınması gerektiğine yıllardır dikkat çekiyorlar. Akademisyen Fevzi Yılmaz’ın Dünya gazetesinde yer alan 2014 tarihli yazısından bazı bölümlere göz atalım: [4]
“… Doğu Karadeniz’de son yıllarda(2), derelere kurulan hidroelektrik santraller (HES) nedeniyle bölgesel huzursuzluklar vardır. HES işletmecileri darlık zamanında (su kıtlığında) büyük olasılıkla suyu kaynağından toplayarak ve can suyunu da keserek elektrik üretmeye devam edeceklerdir. Dere suları yazın (zor zamanda) azalacağına göre, HES işletmecileri başka ne yapabilirler ki! Açmaz şudur; Dere suları çevre köy ihtiyacını karşılayamazken HES’ler nasıl beslenecektir? Yetkililer her ne kadar “Küçük HES’ler doğaya zarar vermez, değirmen gibidir, çevre dostudur,” deseler de; kuruluş, işletim ve su döngüsü yönüyle sorun çok boyutludur ve önemlidir. Dere kıyısında inşa edilmiş balık çiftlikleri ve su şişeleme tesisleri gibi kuruluşlar için de aynı problem biraz daha değişik şekliyle geçerlidir ve büyümektedir. Derelerde, doğal hayatın sürdürülebilmesi için gerekli olan can suyunu kimin koruyacağı, inşaat yapılırken çevrenin korunmasına dair verilen taahhütleri hangi kurumun denetleyeceği ve tesislerden çıkan atıkların su-toprak kirleticiliği gibi özellikleri ivedilikle ele alınmalıdır. Üniversiteler ve STK’lar idari erkle birlikte rol üstlenmelidir. Su kullanım hakkı ekseninde halkın bilinçlenmesi, su kaynaklarının korunması ve çevre-ekonomi dengesi gözetilerek işletilmesi önemsenmelidir. Yeraltı ve üstü su rezervlerini hızlı bir şekilde kaybediyoruz. Gölleri, akarsuları ve bunlarla var olan yaşamı korumak için biraraya gelmeliyiz ve sivil inisiyatifi hayata geçirmeliyiz.”
Acele kamulaştırma kararları
Sivil inisiyatif hayatta ve alarmda! Gün geçmiyor ki, topraklarının acele kamulaştırma kararlarıyla ellerinden alınmasına direnen yöre halklarının örgütlenerek başlattıkları direnişler ve hukuk mücadeleleri haberlere konu olmasın.
Peki acele kamulaştırma nedir? Hangi durumlarda böyle bir karar alınır?
Aslında seferberlik gibi olağanüstü durumlarda, üstün kamu yararı için uygulanması öngörülen acele kamulaştırmalar, 14 Eylül 2004’de, Bakanlar Kurulunun aldığı bir kararla EPDK’ya devredilmişti. 12 Mayıs 2014’e kadar da böyle devam etti. Ta ki Ordu’nun Fatsa ve Çamaş ilçelerindeki, susamuru ve kış nergisleriyle ünlü vadisi Bolaman’da, Atilla 1 ve Atilla 2 adlı HES’ler için alınan acele kamulaştırma kararına (2011) bölge halkı tarafından açılan dava kazanılana kadar (2013). Davada, hem EPDK’nın acele kamulaştırma kararının, hem de Bakanlar Kurulunun 2004’deki yetkilerini EPDK’ya devrettiğini bildiren kararın iptali istendi. Danıştay 6. Dairesi, 11 Şubat 2013’te açılan davayı 25 Aralık 2013’te karara bağladı. Danıştayın kararında ‘acele kamulaştırma’ kararının ‘milli müdafaa’ gibi özel durumlar için uygulandığı, karar alınırken acelelik durumunun somut olarak ortaya konulması gerektiği belirtildi. Hukukçulara göre, Danıştayın iptal kararı, Bakanlar Kurulunun 2004’de aldığı kararların yok sayılması anlamına geliyordu. EPDK artık hiçbir kamulaştırma işleminde acele kamulaştırma hükmünü uygulayamayacaktı.
İyiydi hoştu da, günün birinde rejim değişir de, daha üst bir makam bu kararları alma yetkisine sahip olursa ne olacaktı? Nitekim acele kamulaştırma kararları artık Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından imzalanıyor. Cumhurbaşkanının imzaladığı son acele kamulaştırma kararının henüz çiçeği burnunda: Mersin, Adana ve Zonguldak’ta enerji projeleri için güzergâh üzerindeki taşınmazların acele kamulaştırılmasına karar verildi. 8 Mayıs 2021 tarihli kararlar Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan imzasıyla Resmi Gazete‘de yayımlandı. Internetteki kısa bir araştırma bile, acele kamulaştırma kararlarının neredeyse peş peşe ve aynı anda birden fazla ili kapsayacak şekilde verildiğini hemen gösteriyor. Bu kararlar yalnız enerji projelerini kapsamıyor. Bursa’daki yaklaşık 6 bin metrekarelik Tarihi Çarşı ve Hanlar Bölgesindeki Tarihi ve Kültürel Mirasın Korunması ve Yaşatılarak Gelecek Nesillere Aktarılması temalı proje ile Manisa Mezitli’deki meyve ağaçlarıyla tarlalardan oluşan 400 dönümlük araziye sanayi tesisi yapılması ve bunun gibi pek çok proje var. Bursa’daki karara itiraz ederek dava açan hak sahipleri, asıl amacın ticaret ve rant olduğunu ileri sürerken, Manisa’daki arazilerin de 1. Sınıf Tarım Arazisi olduğu ve dokunulmaması gerektiği dile getiriliyor. Cumhurbaşkanının çoğalan acele kamulaştırma kararları haberlere[5] ve soru önergelerine de[6] konu oluyor ve bu kararların yerinde kullanılıp kullanılmadığı sorgulanıyor. Soru önergelerinde; ilgili kanun maddesinde “Yurt savunması ihtiyacına veya aceleliğine Cumhurbaşkanınca karar alınacak hallerde veya özel kanunlarla öngörülen olağanüstü durumlarda” acele kamulaştırma yapılabileceğinin altı çizilmiş olsa da, “Kamu hizmetlerinin görülmesinde özel girişimin devlet üretiminin yerini alması sonucunda yapılan kamulaştırmalar, kamunun ortak faydasına tahsis edilme gerekliliğini yok saydığı, özellikle doğrudan sermayenin kullanımına ve çıkarına sunulduğu,” ifade edildi. Soru önergelerinde, AKP’nin 16 yılda (2004-2020) 1609 acele kamulaştırma kararı verdiğine dikkat çekilerek, toplumsal direnişlerin acele kamulaştırma ile aşılmak istendiği ileri sürüldü.
Ferman pahişahınsa dağlar bizimdir!
Dadaloğlu’nun ünlü şiirine gönderme yapan bu cümle ile İkizdere’deki yıkıma isyan dile getiriliyor. Dadaloğlu, yerleşik yaşama geçmemek için direnen Yörüklerin çığlıklarını bugün bile hâlâ dillerde dolaşan, “Ferman Padişahın, dağlar bizimdir” dizeleriyle dile getirdiği ünlü şiirini, 1865’te Sultan Abdülaziz’in geniş yetkilerle donatarak, göçerliği sonsuza kadar bitirmek için Avşarlar üzerine gönderdiği Derviş Paşa komutasındaki “Fırka-i Islahıye” döneminde yazmıştı.[7] O tarihten 156 yıl sonra, bir devlet başkanı da aynı şiirden dizeler okuyacaktı. Tabii etkinlik Geleneksel Sporlar Tesislerinin açılışı, okuyan da geniş yetkilerle donanmış bir cumhurbaşkanı olunca; şiir, Türklerin atlarına verdiği önemi anlatan dizelerle sınırlı kalacaktı.
Aslında “ferman” ta 1994’de, Dünya Ticaret Örgütünün Marakeş’teki kuruluşu sırasında yapılan bir dizi anlaşma ile ilan edilmişti. Devamında da, tüm doğal kaynakları ticari birer nesne olarak gören Dünya Ticaret Örgütü ve bağlı kuruluşlar eliyle yapılan düzenlemelerle, sermayenin önündeki tüm engeller birer birer kaldırılmış, akla gelebilecek tüm kaynaklar ve hizmetler uluslararası şirketlerin talanına ve sömürüsüne açık hale getirilmişti. Türkiye, 1 Ocak 1995’de resmen faaliyete geçen örgütün kurucu üyelerinden biriydi.[8] Dışişleri Bakanlığının 2019 tarihli internet sayfasındaki satırlarda bu konudaki övünç açıkça görülüyordu: “Ülkemiz, DTÖ’de Uruguay Round taahhütlerinin çok daha ötesine giderek, uluslararası ticaretin serbestleştirilmesi konusunda diğer üye GYÜ’lerin ilerisinde bulunmaktadır.”[9]
“Şecaat arz ederken merd-i kıbtî sirkatin söyler” misali…
Kısacası artık çok aktörlü bir “küresel padişahlık”tan söz edilebilir; ister görece demokratik ister otoriter rejimde olsunlar, yöneticiler de o fermanları uygulamakla görevli kişiler…Yine de içlerinden bazılarının, “padişahtan çok padişahçı” tutumlarıyla, küresel sermayenin önünü açmakta çok hevesli davrandıkları görülüyor. Burjuva demokrasisinin ve kamuya hesap verme alışkanlığının yerleşmediği ülkelerin otoriter liderlerinden söz ediyoruz. Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla!
Bu noktada, küreselleşmenin yayılmasında çok önemli bir dönüm noktası olan Washington Uzlaşmasına değinmeden geçmeyelim; zira neoliberalizm, 1989’da Washington Uzlaşması ile formüle edilmişti. Washington Uzlaşması, Chicago Okulunun ideolojisi doğrultusunda, ekonomist John Williamson tarafından hazırlanan bir ekonomik-politik program olup, küreselleşme adı altında tüm ülkelerin bağlandığı sistemi düzenliyor. 1980’li yılların başlarından itibaren, yapısal uyum programları ile IMF ve Dünya Bankası tarafından üyelerine uygulattırılan politikalar Washington Uzlaşması olarak adlandırılıyor. (Çin bu anlaşmaya katılmadı, Endonezya ile birlikte Beijing Uzlaşmasını hayata geçirdi.[10] Otuz yıl sonra, ülke içi eşitsizliğin en yüksek seviyede olduğu ABD’nin başkanı Trump, Washington’tan küreselleşmeye karşı bayrak açarken, Beijing’li rakibi Şi Jinping halinden pek memnun görünüyordu. )
Neoliberalizm, 1973’te, bir ekonomi politikası gündemi olarak Şili’de başlamıştı. Açılış töreni, demokratik yollarla seçilmiş bir sosyalist cumhurbaşkanına karşı ABD’nin örgütlediği bir darbeden ve sistematik işkence için meşhur kanlı bir askeri diktatörlüğün kurulmasından oluşuyordu. Chicago Boys olarak adlandırılan bu neoliberal modeli, Friedrich von Hayek’in öğrencisi olan Milton Friedman’ın önderliğinde gerçekliğe dönüştürmenin tek yoluydu. Neoliberal modelin selefi, 18. ve 19. yüzyılın ekonomik liberalizmi ve “serbest ticaret” kavramıdır. Goethe’nin o zamanki değerlendirmesi şöyle: “Serbest ticaret, korsanlık, savaş – ayrılmaz üçlü!”[11]
Neoliberalizmin sloganı “Alternatif Yok” (TINA/There Is No Alternative) idi ve İngiltere’nin Demir Lady lakaplı başbakanı Margaret Thatcher, bu sloganı katı bir inançla savunanların başında geliyordu. “Serbestleşme, liberalleşme ve özelleştirme” ile küresel özgürlük, refah ve ekonomik büyümeyi getireceği iddia edilen neoliberalizmin vaatleri, küreselleşme sürecinde güçleri ve zenginlikleri devletlerin de önüne geçen şirketler için geçerli oldu.
Duayen iktisatçı Korkut Boratav, neoliberalizmi, “sermayenin sınırsız tahakküm programı” olarak tanımlıyor. Boratav’a göre;
“Neoliberal politikaların hedefleri piyasa serbestisinin, sınırsız mülkiyet haklarının (yeniden) hayata geçirilmesi, piyasaların olmadığı, mülkiyet hakkının kısıtlandığı hallerde bu mekanizmayı (veya benzerlerini) her yere (toprağa, suya, diğer doğal kaynaklara, işgücüne, kamu hizmetlerinin sunumuna, uluslararası ekonomik ilişkilere) gerekirse devlet zoruyla yerleştirmek olarak özetlenebilir. Bu tür bir dönüşümün gerekçesini de özetleyelim: Devlet müdahalesi ve mülkiyeti kaynak tahsisini (etkinliği) bozar, israfa yol açar; rantlar oluşturur, bunların seçkinlere intikalini sağlayarak bölüşümde adaletsizlikler yaratır. Rekabetçilik sağlanırsa “serbest piyasa” hem etkin hem de adildir. Toplumsal refah da böylece artırılmış olur.”[12]
“Kalkındırma”garantili küresel sistem
İkizdere nere, Şili nere diyenlere ve Türkiye’de yaşananları sadece AKP karşıtlığı üzerinden, iktidarın bağımsız tasarrufu olarak okuyanlara ve umudunu bu iktidardan kurtulmaya bağlayanlara kötü haber! İktidarın mevcut sistem içerisinde el değiştirmesiyle ortalık –en azından bu konularda- güllük gülistanlık olamayacak; çünkü küresel ekonominin bir parçası olan Türkiye, altına imza attığı sözleşmelerle kendisini bağlamış durumda. Bugün içinde bulunduğumuz sorunlar, küresel ölçekte yaşanan eşitsizlik, yoksulluk ve çevre yıkımının bir parçası olup, temelleri yaklaşık yarım asır önce atılmış, Türkiye de 24 Ocak kararları ile başlayan süreçte bunun bir parçası olmayı seçmişti.[13] Peki kabul etmeyip mücadele edenlerin sonu nasıl oluyor? Öncelikle, neoliberalizmin “deney laboratuvarı” olan Şili’nin ve Güney Amerika’da serbest seçimle başa gelen ilk Marksist lideri Allende’nin başına gelenleri biliyoruz, sonrasını da hep birlikte yaşıyor veya tanık oluyoruz.
“Su savaşları” ve Bolivya örneği
Bir örnek de yoksul Bolivya’dan. Yağmuru Bile adlı filme konu olan “su savaşları”, Cochabamba kentinde, 2000 Nisanında meydana gelmişti. Bolivya hükümeti Amerikan şirketi Bechtel ile su havzalarının özelleştirilmesine dair bir anlaşma imzalamıştı. Su havzalarının özelleştirilmesiyle su faturaları yüzde 300 zamlandı ve ön ödeme sistemine geçildi. Bunun üzerine köylüler, kazdıkları hendeklerle dağlardaki kaynaklardan köylerine bedava su sağlamaya çalıştılar. Ne var ki, özelleştirme yasası yağmur suyunun biriktirilmesini bile yasaklıyordu. Su havzaları özelleştirilince köylüler su kullanımı üzerindeki doğal haklarını yitirmiş, kendilerine ait olan suların “hırsızı” durumuna düşürülmüşlerdi. Halkın zaten işsizliğe çare bulunması ve ücretlerin yükseltilmesi talepleri de vardı. Bunun üzerine, Suyu ve Hayatı Savunma Birliği adı altında örgütlenen yoksul köylüler ve kentlerdeki emekçiler hayatı durduran büyük bir direnişe imza attılar. Polisin gerçek mermi kullandığı çatışmalarda beş kişi öldü, yüzlerce kişi yaralandı ve tutuklandı. Direnişçiler sonunda yabancı şirketi ülkeden atmayı başardılar, hükümetin de devrilmesine giden yolu açtılar. Bu, suyun özelleştirilmesine karşı verilen ilk su savaşıydı. 2009’da Bolivya Anayasasına şu madde eklendi: “Herkes evrensel nitelikteki su hizmetlerine eşit olarak sahip olmalıdır. Suya ve sağlıklı yaşam koşullarına erişim bir insan hakkıdır, imtiyaz veya özelleştirme konusu olamaz.”
Direnişin liderlerinden Oscar Olivera, yıllar sonraki bir söyleşide, isyancıların öfkesini şöyle tarif edecekti: “Evet su pahalanmıştı, ama bizi öfkelendiren esas mesele bu değildi. Biz, ‘akan su da yağan su da benim malım’ diyen küstah zihniyete öfkemizle yola çıktık. Suyumuz bizim insanlık onurumuz. Onu da kaybedersek, elimizde bize ait hiçbir şey kalmayacaktı. Onurumuz için evlerimizde, dükkânlarımızda ne varsa sokağa yığdık. Barikatlar oluşturduk. Gücümüzün kaynağı, artık kaybedecek bir şeyimizin olmadığı hissiydi. Bireysel korkuların bittiği, öfkenin harekete dönüştüğü bir noktaya varmıştık.”[14]
Su savaşları onurlu bir direnişle kazanılmış, yabancı firma ülkeden atılmıştı. Sonra ne mi oldu? Bechtel, 2001’de, Dünya Bankası Uluslararası Yatırım Anlaşmazlıkları Çözüm Merkezinde, Bolivya devletine karşı 25 milyon dolar tutarında bir tazminat davası açtı ve kazandı. Tutar, yatırım miktarının yanı sıra, şirketin kâr beklentisini de içeriyordu. Bu da, şirketlerin “kaybetseler” de aslında her durumda kazanacakları korunaklı bir düzene arkalarını yaslayarak, küresel düzeyde nasıl rahatça at oynatabildiklerini gösteriyor. Türkiye’deki “yolcu, hasta, araç… garantili” ihaleleri hatırlamak sistemin özünü anlamayı kolaylaştırabilir. Bilindiği gibi, şirketlerin zararları kamu hazinesinden karşılanıyor, yani vatandaşın cebinden. Bu zararlardan en çok etkilenenlerin de, paralı yollardan, köprülerden ve özel hastanelerden zaten yararlanamayan dar gelirli kesim olduğunu söylemeye gerek var mı?
İkizdere ile başlayıp Şili’ye uğradıktan sonra Bolivya’da durakladığımız hazin olaylarla dolu küresel turu sürdürelim:
Ne pahasına?
Katledilen ve cinsel şiddete uğrayan yerli koruyucular
“Oraya vardığımda, alan boş mermi kovanlarıyla kaplıydı. O anda şunu düşündüm: Tüm bu yerlilerin tek istediği, atalarından kalan toprakları ıslah etmek ve barış içinde yaşamaktı.” Filipinli koruyucu Rene Pamplona, ormancılık endüstrisindeki kahve plantasyonunda, Taboli-manubo’lu sekiz yerlinin katledilmesinden sonra böyle konuşuyordu.
Sivil toplum kuruluşu Global Witness, “Ne Pahasına?” başlıklı raporunda,[15] cinayetlerin çoğunun, Filipinler’den Brezilya’ya kadar, özellikle sığır yetiştiriciliği ve soya ekimi için gasp edilen arazilerde meydana geldiğini bildirdi. Yüzlerce yerli koruyucu, vicdansız endüstriyel tarım girişimcilerinin nişancıları tarafından öldürüldü. Global Witness, söz konusu rapor için, 26 ülkeden çevreci eylemlere katılan yüzlerce kadının karşılaştıkları sorunları anlatmaları için kadın derneklerine çağrı yaptı. Orta ve Güney Amerika, Afrika ve Asya’dan çevre koruma eylemlerine katılan kadınların anlattıkları, Kadınlar/Toprağı savunmak, hayat ve eşitlik başlığı altında yer aldı.[16]
Kadınlar, genellikle, atalarından kalan arazileri ve çevreyi korumak için ön saflarda mücadele ediyorlar. Bu onları sık sık, “kalkınma” adı altında doğal kaynakları mahveden endüstriyle bir çatışma sürecine sokuyor. Buna karşın, yüksek bedellerle oynadıkları liderlik rolleri genellikle göze görünmüyor bile. Kadınların çoğu, topraklarının mülkiyetinden ve doğal kaynaklarının geleceğine dair topluluk müzakerelerinden dışlanıyor. Zamanlarını eylemlere adadıklarında ise çocuklarını ve evdeki görevlerini ihmal etmekle eleştirilebiliyorlar. Diğer yandan, ev ve topluluk görevleri çevre eylemleriyle birleşince onlar için muazzam fiziksel ve duygusal yük haline gelebiliyor.
Brezilya’daki “kirli eller”
Brezilya Devlet Başkanı Bolsonaro[17], göreve gelir gelmez, Amazon Ormanlarının tam içinden geçen bir otoyol yapmayı ve Greenpeace, WWF gibi çevreci örgütleri ülkeden sürmeyi planladığını açıkladı. Brezilya’da kaçak altın madenciliği yapan ağır silahlı bir grup, Amazon ormanları içerisinde kalan bölgede modern hayattan uzak yaşayan bir kabilenin liderini öldürerek köyü işgal etti. Bölgenin bulunduğu eyaletin senatörü Randolfe Rodrigues, hükümetin yaşanan olaydan sorumlu olduğunu belirterek, “Jair Bolsonaro hükümeti bu çatışmayı körüklüyor, madencilerin bölgeye girmesini destekliyor. Hükümetin elleri kirli,” ifadelerini kullandı.[18] Kâr amacı gütmeyen yardım örgütü Amazon Watch’un İcra Direktörü Leila Salazar-Lopez, Amazon ormanlarının ve yerli halkın, hakları ve çevre açısından “tarihin en kötü saldırılarına” maruz kaldığını, bunun ekosisteme büyük zarar verdiğini söyledi.
Brezilya’daki Amazon Ormanları, Bolsonaro’nun ormansızlaştırma politikasının yanı sıra, yangınlarla da gündeme geldi – ki yangınlar ormansızlaştırma politikasının bir parçası. Medyada yer alan haberlere göre, Amazonlarda 2019 başından ağustos sonuna kadar 72 yangın çıktı. Brezilya Ulusal Uzay Araştırmaları Merkezinden yapılan açıklamaya göre de, Amazon Ormanlarında sadece ağustos ayında 30 bin 901 yangın çıktı. Bolsonaro, müdahale etmek bir yana, yangınları teşvik ederek ve tahrip olan alanları yerlilerin elinden alarak tarıma açmak istemekle suçlanıyor. Yangınla mücadele için yeterli kaynaklarının olmadığını açıklayan Bolsonaro, büyük ölçekte toprağın verimsiz kullanıldığını savundu. Bunu da yerlilerin çok fazla hakka sahip olmasına bağladı. Aslında yerliler kendi topraklarını, dolayısıyla Amazon Ormanlarını korumaya çalışıyorlar ve yağmacılara karşı sürekli nöbet tutuyorlar. Brezilya’da tarım ticaretinin arazi gaspı, yıkım ve şiddete dayalı uzun bir geçmişi var. Arazi gaspı, başlıbaşına ele alınmayı gerektiren bir konu.
Kaliforniya halkının Nestle ile mücadelesi
Çokuluslu şirketlerin talanından nasibini alan yalnızca gelişmekte olan ülkeler değil; su talanı yoksul ülkeler kadar gelişmiş ülke halklarının da sorunu. Ekim 2019’da The Guardian gazetesinde yer alan bir haberde[19] ABD’nin Kaliforniya eyaletindeki Strawberry çayından su çekerek şişeleyen Nestle’ye karşı yapılan mücadele anlatılıyor. Şişe suyu sektörünün İsviçreli dev firması Nestle, 2018’de bu dereden 45 milyon galon saf su çekerek Arrowhead etiketiyle şişeledi. Federal arazide olmasına rağmen ABD orman hizmetlerine ve devlete neredeyse hiçbir şey ödemeyen şirket 7,8 milyar dolarlık kâr elde etti.
Halkın tatlısu kaynakları üzerinde kontrol sağlamak için oyunlar dönerken, bir zamanlar kaynakların fışkırdığı çay artık neredeyse kurudu ve adeta damlar hale geldi. Kaliforniya’dan Main’e kadar yerel sakinler ve çevreciler Nestle’nin yol açtığı etkiler konusunda endişeli. Muhalifler, değerli su kaynaklarının anahtarlarını elinde tutan küçük kasaba memurlarını kazanmak için yerel izcilere bağış yapmak, abartılı iş vaadlerinde bulunmak gibi ucuz stratejilerle bölge topluluklarının mücadelesini kırmayı hedefleyen Nestle’yi “açgözlü” ve “yırtıcı” bir su şirketi olarak tanımlıyorlar.
Örneklerde görüldüğü gibi; dünyanın her yerinde mağdurlar, açgözlü şirketlerin talanından yaşam alanlarını korumak için, iktidarlar tarafından yönlendirilen güçlerle çatışmayı, hapsedilmeyi hatta ölmeyi göze alıyorlar. Verdikleri hukuk mücadeleleri ile yer yer bazı mevzileri de kazanıyorlar. Ama sistem öyle kusursuzca işletiliyor ki yine de tüm kurumlarıyla, en arsız biçimiyle talan devam ettirebiliyor. Mağdur halklar, tam “kazandık” dedikleri anda, yeni bir yasa ya da mevzuat değişikliği yüzünden elleri böğürlerinde kalakalıyorlar. Her şey “milli menfaatler” için, “kalkınma” adına ve “hukuka” uygun biçimde yapılıyor, gerekirse ilahi güçler devreye sokuluyor. Sonuç olarak; sermaye-iktidar ikilisi bir yere gözünü dikmişse, ne yapıp edip, kâh bir şeyleri kılıfına uydurmak suretiyle kâh zorbalıkla, önünde sonunda, onu alıyor.
Kendini iş makinelerinin önüne atmak, hukuki yollara başvurmak gibi girişimler, olanları kamuoyuna duyurarak farkındalık yaratmak ve bazen de o bölgedeki yürütmeyi durdurmak açısından işe yarayan, iyi niyetli ve cesur girişimler; ne var ki yeterli değil. Bilindiği gibi, bu tip konularda hukuk süreci ağır işletildiğinden, yıllar sonra kazanılan davaların pratikte pek etkisi yok. Sonuç alınana dek, yöre fazlasıyla tahrip edilmiş oluyor.
O halde ne yapmalı?
Öncelikle, konunun yerel bir mesele değil, tüm gezegeni mahva sürükleyecek boyutlarda devasa bir sorun olduğuna dair uyanış ve kavrayış gerekiyor. Bu da yalnız “kendi ağacımızı” değil “tüm ormanı” görmeye başladığımızla olabilir…Kazdağlarında “altına hayır!” derken, diğer yerlerdeki altın aramalarına kayıtsız kalmadığımızda… Afrika’daki kobalt madeninde kaçak çalıştırılan çocuklarla yeni model cep telefonumuz arasında bağlantı kurabildiğimizde…Onların acısını kendi acımızmış gibi hissedebilecek duyarlılığı kazanabildiğimizde..
İşin bu yanı görebildiğimiz sonuçlarla sınırlı. Oysa onları doğuran sebepler zincirine dair ayrıntılı bilgimiz olursa, olan biteni farklı bir bilinç düzeyinde anlayıp değerlendirmemiz mümkün hale gelir. Sanayi Devriminden beri, insan eliyle gerçekleştirilen muazzam bir çevre yıkımı söz konusu. Kötülüklerin ana kaynağı olan kapitalizmin günümüzdeki “gelişmiş” formu ise; eşitsizliğin, adaletsizliğin ve çevre yıkımının tavan yaptığı küresel neoliberalizm. Sonuçta; Şili’den İkizdere’ye, Bolivya’dan Kaliforniya’ya, Filipinlerden Brezilya’ya kadar her ülkede, yerel farklılıklar ne olursa olsun, olaylar tek bir şeyden kaynaklanıyor ve iki temel aktörü var: Sömürenler ve sömürülenler…Kısacası, eşitsizliğe ve adaletsizliğe yol açan sistemin sınıfsal karakterini kavramadıkça, sınırlı bir çevreci bakışla, sorunlara doğru teşhis koymak ve kalıcı çözüm üretmek mümkün değil.
Bir de…bireysel ve örgütsel ahlaki duruş!
Bu da, tüketim alışkanlıklarımızı gözden geçirerek, gezegeni talan eden odaklara hizmet edip etmediğimizle dürüstçe yüzleşmekle olabilecek bir şey. Sorumlulukların büyüğü, kendi yüksek karbon ayak izlerinin üzerine basa basa protesto eylemleri yapan çevrecilere ve yeşil siyasetçilere düşüyor. Ve kısır iç çekişmeler yüzünden birlik sağlayamayan, bölük pörçük oluşumlar halinde faaliyet gösteren yeşil ve sol partilere…. Çatık kaşlı bildiriler kaleme almanın, hep aynı otuz kişiyle eylem yapmanın ötesinde farklı bir şeyler denemek gerekiyor.
Samimiyet ve kararlılık gerektiren şeyler…
[1] https://www.cnnturk.com/2010/turkiye/10/22/ikizdere.vadisinde.heslere.sit.engeli/593969.0/index.html
11 Kasım 2018
[2] https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/erdogandan-ikizdere-cikisi-189840 23 Ekim 2010
[3]Şan, Ömer https://www.birgun.net/haber/rize-de-dereler-kurudu-bolge-cole-dondu-insan-memleketine-bunu-yapar-mi-hic-218897 9 Haziran 2018
[4] Prof. Dr. Yılmaz, Fevzi. Kuruyan dereler ve göller https://www.dunya.com/gundem/kuruyan-goller-ve-dereler-haberi-235662 Dünya Gazetesi 24 Ocak 2014 (2) Bu da dere yağması, Milliyet, 20 Ağustos 2008
[5] Cumhurbaşkanı’nın “acele kamulaştırma” kararları çoğalıyor. https://www.dw.com/tr/cumhurba%C5%9Fkan%C4%B1n%C4%B1n-acele-kamula%C5%9Ft%C4%B1rma-kararlar%C4%B1-%C3%A7o%C4%9Fal%C4%B1yor/av-56540558 11 Şubat 2021
[6] Akdemir, Özer. AKP 16 yılda 1609 acele kamulaştırma kararı çıkarmış. https://www.evrensel.net/haber/415994/akp-16-yilda-1609-acele-kamulastirma-karari-cikarmis 8 Ekim 2020
[7] Yavuz, Yusuf. (Gazeteci Yusuf Yavuz ve Biyomühendis H. Çağlar İnce’nin birlikte hazırlayıp sunduğu Kanal V ekranlarında yayınlanan ‘Islak Çarıklar’ adlı belgesel programından aktarılan)
https://haber.sol.org.tr/blog/serbest-kursu/yusuf-yavuz/ferman-padisahin-daglar-bizimdir-148133 5 Mart 2016
[8] T.C. Dışişleri Bakanlığının bir yıl sonra (2020) güncellenen internet sayfasında, “DTÖ üyeleri arasında GYÜ’ler grubunda yer alan ülkemiz, “Uruguay Round” anlaşmalarında öngörülen taahhütlerini yerine getirmiştir,” ibaresinin yer aldığını görüyoruz.[8] Bir yıl önceki gururlu ifadeden neden vazgeçilmiş olabilir? “Taahhütlerin çok ötesine gitmenin” ülke tarımına ve ekolojiye “sağladığı katkılar”ın sorumluluğunu gözlere sokmaktan kaçınma çabası olmasın?
[10] “Pek çok insana göre, Çin’in uyguladığı reform paketi ile deregülasyon ve globalizasyona dayanan Washington Uzlaşması yaklaşımı aynı şeyi ifade etmektedir. Ancak bu oldukça ciddi bir hatadır. Çünkü Çin, Washington Uzlaşması reform paketini kabul etmemiş, oldukça farklı bir çizgi izlemiştir. Demokrasinin olmadığı bir piyasa reformu olarak tanımlanabilen Beijing Uzlaşması yaklaşımında, Çinli yetkililer, reform programının aşamaları, zamanlaması ve içeriği üzerinde tam bir kontrol oluşturmuşlardır. Çin’deki reformların toplu etkisi, nispeten açık pazar odaklı, merkezden yönetilmeyen, devletin öncelikli olduğu kapitalist sistem yapısıdır. Çin’de uygulanan ekonomik reform programı, Çin ciddi bir ekonomik ya da finansal krizle karşı karşıya olduğu için bir zorunluluktan değil, kendi isteği ve halkın geniş bir desteği ile yürürlüğe konulmuştur. Ayrıca Çin, ekonomik liberalizasyona geçişte kapsamlı ve şok bir uygulama yerine kademeli bir yaklaşımı benimsemiştir.”
Kaynak: Öztürk,Serdar; Sözdemir, Ali; Gövdere,Bekir Çin: Washington uzlaşmasından Bejing uzlaşmasına. .S. 70 C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 7, Sayı 1, 2006 Aktaran: Çakalır, Serap. Başka bir dünya mümkün mü?/ kanlı gülden acı çikolataya küresel eşitsizliğin hikâyesi
https://www.publitory.com/e_books/2599-baska-bir-dunya-mumkun-mu-kanli
[11] Werlhof von Claudia. Neoliberal Globalization: Is There an Alternative to Plundering the Earth? (The Global Economic Crisis: The Great Depression of the XXI Century -2009– adlı kitaptan özetlenen bölümden.) https://www.globalresearch.ca/neoliberal-globalization-is-there-an-alternative-to-plundering-the-earth/24403 Aktaran: Çakalır, Serap age.
[12] Boratav, Korkut. Dünyadan Türkiye’ye: İktisattan Siyasete, Neoliberalizmin Kökenleri. S.172,173 Yordam Kitap 2015 Aktaran: Çakalır, Serap age.
[13] Bu sürecin analizi için bkz: Başkaya,Fikret. Paradigmanın İflası/Resmi İdeolojinin Eleştirisine Giriş. Bağımlı Sanayileşme Sürecinin Dinamiği ve Krizi S.308-310 Yordam Kitap 2.Basım İstanbul. 2018
[14] Aktaranlar: Dr. İlhan, Akgün, Yüce Nuran. Bolivya ve Güney Afrika’da su hakkı mücadeleleri
https://www.suhakki.org/2012/12/bolivya-ve-guney-afrikada-su-hakki-mucadeleleri/ Erişim: 15 Ocak 2020
[15] Globalwitness.org At What Cost? / Irresponsible business and the murder of land and environmental defenders in 2017 https://www.globalwitness.org/en/campaigns/environmental-activists/at-what-cost/ Erişim: 29 Ocak 2020
[16] Globalwitness.org At What Cost? / Irresponsible business and the murder of land and environmental defenders in 2017 S. 35,36 Raporun tamamı için: file:///C:/Users/Pc/Downloads/Defenders_report_layout_AW4_update_disclaimer.pdf Erişim: 29 Ocak 2020
[17] Bolsonaro; Peru’nun baskıcı lideri Alberto Fujimori’yi rol model olarak gören, Şili diktatörü Pinochet’nin cinayetleri için de “gerekliydi,” diyen bir lider.” Kadınların hamile kaldıkları için erkeklerle aynı maaşı almamaları gerektiğini söylerken, fakirler için de doğum kontrolünü savunuyor.
[18] Philips, Dom. Amazon gold miners invade indigenous village in Brazil after its leader is killed
https://www.theguardian.com/world/2019/jul/28/amazon-gold-miners-invade-indigenous-village-brazil-leader-killed Erişim: 28 Ocak 2020
[19] Perkins, Tom. The fight to stop Nestle from taking America’s water to sell in plastic bottles