“Kürt Aydınlanması İçin 50’nci Işık Yılında MEHMET BAYRAK” başlıklı dosya, DİLOP dergisinde (Ekim-Kasım 2021) yayımlandı.
Yazarı daha iyi tanımlayabilmek için, dosyayı hazırlayan Vedat İlbeyoğlu’nun “Sunum” kısmından şu cümleleri aktarmalıyım:
Mehmet Bayrak’ın çalışmaları, ‘halkların belleğine’ yönelerek tarih yazma örneği olarak olağanüstü bir değere sahiptir… Bir aydın, halkın vicdanı sayılır. Son 40 yılına baktığımda Mehmet Bayrak’ın, kendini bu tarihi misyon bilinciyle donattığını ve bu doğrultuda faaliyet gösterdiğini görebiliyorum.
Araştırmaları sırasında fedakârca ve sabırla temin ettiği gizli saklı belgeleri gün yüzüne çıkararak halkına yol rehberi olma işlevini de yerine getirdiği dikkatlerden kaçmıyor. Her çalışması, ona daha geniş bir bakış açısı kazandırıyor, bir üst aşamaya yükseltebiliyor.
Kürtler ve Alevilik konusunda bugün geniş bir kaynakçaya sahipsek, bunda Bayrak’ın önemli bir katkısı var. Onun bütün araştırma, derleme ve analizlerinde bu toprakların mağdurlarına ve direnenlerin hizmet etmesi ayrı bir önem taşıyor…
Dosyayı okurken, tarihi belgelerden derleyip yeni yayımladığı “Kürt Diplomasisi” isimli kitabı hakkında Mehmet Bayrak‘la söyleştik; biz sorduk, o yanıtladı:
– “Kürt Diplomasisi” başlıklı kitabınız esas olarak geçmiş yüzyıllarda, bilhassa 19 ve 20’nci yüzyılda yaşanmış olaylara ilişkin belge ve bilgileri kapsıyor. Bu belgelerde hem devletin resmi hem de Kürt şahsiyet ve örgütlerinin gayri resmi faaliyetleri, bir anlamda izledikleri siyaset ile diplomatik taktikleri yer alıyor. Bunları ortaya çıkarıp yayımlamanızın amacı nedir?
1980’li yılların başlarında; Türk Devleti’nin 1945 yılında Hükümet kararıyla dönemin Mülkiye Başmüfettişi Ahmet Hasip Koylan’a hazırlattığı “Kürt Sorununun Kökeni ve Nedenleri” konulu önemli bir dokümana ve 1925 yılından itibaren bizzat Mustafa Kemal tarafından Şark İlleri Asayiş Müşavirliği’ne “Etno-Politika Uzmanı” olarak atanan Prof. Hasan ReşitTankut’un kimi gizli çalışmalarına ulaştıktan sonra, Kürt ve Alevi bir “Türkolog” olarak o güne kadar öğrendiğim değil ama duyumsadığım ve ideolojik olarak algıladığım tarihsel ve toplumsal gerçekliğin tümüyle ete-kemiğe büründüğünü gördüm.
Bunun üzerine 1980’li yılların ikinci yarısında çıkardığım “Özgür Gelecek” dergisinden başlayarak, bu önemli gizli belgeleri irdelemeye ve sergilemeye başladım.
Bu belgelerde bir kez daha gördüm ki: “Devlet aklı, açık planda ret ve inkârcı, gizli planda itirafçı ve kabulcüdür.”
Bu belgelerde; Kürtlerin tarihi, coğrafyası, kültürü ve edebiyatı konusunda ayrıntılı bilgilere yer veriliyordu ki, bunlar resmi kültür politikasıyla tümden çelişiyordu.
Sözgelimi, resmi kitaplarda “Kürdistan” kavramı yasaklanmışken, bu (saklı-gizli) belgelerde açıkça ifade ediliyor ve ders kitaplarında sadece “Kürt Teâli Cemiyeti”nden söz edilirken bu belgelerde 20 dolayında Kürt demokratik örgütüne ve 15 dolayında Kürt periyodik yayınına yer veriliyordu.
Yine, konunun duayeni olarak kabul edilen Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya, bu örgütün 15 üyesinin ismini verirken; ben bahsedilen sayıyı, bu belgelerden yararlanarak yaklaşık 100’e çıkarıyordum. Bu bilgi ve belgelerin büyük bölümünü, ilk kez kitap olarak 1993’te “Kürtler ve Ulusal-Demokratik Mücadeleleri” konulu çalışmamda yayımladım.
Keza, Türkiye Cumhuriyeti’nin “Kürt Anayasası” olarak nitelendirilen “Şark Islahat Planı” da bu önemli gizli belgeler arasındaydı…
– Kitabın ilk sayfalarındaki bazı belgelerde, İkinci Meşrutiyet devrinde Diyarbakır merkezde kurulan “Osmanlı-Kürd İttihad ve Terakki Cemiyeti”nden bahsediyorsunuz. Bu örgütün merkezdeki İttihad ve Terakki Cemiyeti (İTC) isimli oluşumdan ne farkı vardı? Yöneticilerinin hedefi neydi?
Dr. İshak Sükuti ile sosyolog Ziya Gökalp’in de içinde bulunduğu Diyarbekir’deki “Osmanlı-Kürt İttihad ve Terakki Cemiyeti” de bildiğimiz örgütlenmenin bir şubesiydi.
– Bağlı olarak İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin önemli iki Kürt şahsiyeti sayılan Dr. Abdullah Cevdet ile İhsan Nuri’nin, diğer örgüt arkadaşlarıyla yollarını ayırdıklarından bahsediyorsunuz. Ayırılığın esas sebebi neydi?
İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin ilk kurucu 5 üyesinden ikisi Kürt’tü: Dr. Abdullah Cevdet ve Dr. İshak Sükuti. Diyarbekirli Dr. Sükuti, 1912’de vefat etmiş, aynı yıl içinde Selanik’te yapılan İTC Kongresi’nde, örgütün yönetimi tümüyle Balkan ve Kafkas kökenli unsurların eline geçmiş; bu hareket, 1913’teki Cağaloğlu baskınıyla iktidar olup, Alman militarizminin yedeğine girmişti.
Dr. A. Cevdet ile Ağrı İsyanı’nın lideri İhsan Nuri gibi Kürt milliyetçi aydınlar bu hareketten koparak, öz örgütlerine geçmişlerdi. Aynı şey, Ermeni vb. aydınları için de söz konusuydu.
– Bidlis Mebusu Yusuf Ziya’nın, “Türk ile Kürt teşrik-i mesai ederek yaşamazlarsa, ikisi için de akıbet (gelecek) yoktur” demesinin manası neydi?
Kürt aydınlarının ve aydınlanma hareketlerinin bu türden uyarıcı sözlü ve yazılı söylemleri neredeyse hep olagelmiştir. Bidlis Mebusu Yusuf Ziya Bey’in 1923’te Meclis’te yaptığı konuşması da, zabıtlara geçen bu türden bir uyarıdır.
Konuşması ayakta alkışlanan Yusuf Ziya Bey, ne yazık ki iki yıl sonra idam edilmiştir. Keşke, Lozan’dan önce yapılan bu uyarıcı konuşmaya ve Dr. Mehmed Şükrü Sekban’ın 1923’te Diyarbekir Mebusu Fevzi Pirinççizâde aracılığıyla Hükümete gönderdiği “Kürtler Türklerden Ne İstiyor?” broşürüne ve Kürt Cemiyeti’nin 1926’da İsmet Paşa’nın şahsında Hükümete gönderdiği “Kürt Metâlib-i Millisi” konulu önemli broşüre (dönemin yetkililerince) kulak verilseydi…
– Kitabın içinde geçen İttihad devrinin “kan ve demir” siyaseti hangi anlamda kullanılmıştır?
Bu ifade ve ibare, Kürt aydın ve örgütlerinin diplomatik ve yarı-diplomatik girişimlerinde sadece İttihad dönemi için değil; ne yazık ki Cumhuriyet dönemindeki “ret, inkâr ve imha” politikaları için de kullanılmaktadır.
Salt 1921’de Koçgiri hadisesinde 140 köy yerle yeksan edildiği gibi; 1925-1927 yılları arasında 16 uçaklık bir filo ve zehirli gaz kullanılarak 15 bin 500 kişi katledilmiş; aynı yöntemle 1937/38’de Dersim’de tahminlere göre 40-50 bin kişi yok edilmiştir.
– Said Paşa (bazı Kürt beyleriyle anlaşarak 1845 yılındaki) Bedirxan İsyanı sırasında devletle bu beylik (mîrmîranî) yöneticilerinin arasını bulmaya çalışmış, ancak arabuluculuk yarıda kalmış veya başarısız olmuş. Biraz açıklar mısınız?
19’uncu yüzyıldan itibaren, kanımca 1789 Fransız burjuva devriminin de titreşimleriyle Kürt mirliklerinin başkaldırıları başlamıştır. Üç Bektaşi babasının, devrim öncesi bu devrimin ideologlarıyla görüştüğü ve bu yüzden Osmanlı yönetimince Bektaşi dergâhlarının cezalandırıldığı bilinmeyen bir şey değildir.
Bilindiği gibi, Kürt mirliklerinin en güçlüleri olan Baban ve Bedirxan isyanlarının bastırılmasından sonra, ara formül olarak Kürdistan eyaleti ilan edilmiş ve 1848’de başına Kürt kökenli bir Vali-Paşa atanmıştır.
Ancak, Osmanlı güdümlü bu valinin uygulamaları Kürtleri tatmin etmeyince, yüzyılın ikinci yarısından sonra bu mirliklerin yanı sıra dini önder niteliğindeki Nehri, Talabani, Berzenci gibi şeyh aileleri bu hareketlere öncülük etmeye başlamışlardır. Bu nedenle, aynı zamanda bir Kürt tarihçisi olan Said Paşa’nın girişimleri de sonuçsuz kalmıştır.
– Kürtler arasında çokça tartışılan, İdris-i Bidlisi, gerçekten iyi siyasetçi ve diplomat mıydı? Onun bir zamanlar Türkmen federasyon devleti sayılan Sünni Akkoyunluların hizmetinde bulunan bir din âlimi ve Kürt kökenli olmasını istismar eden kimi önyargılı Alevi yazarçizerler, Alevi kesimlerce sevilmeyen İdris-i Bidlisi’yi, günümüz Kürt sorununu dillendirenlere karşı kullanma gayretindeler. Yorumunuz nedir?
Bilindiği gibi İdris-i Bidlisi konusunda iki farklı görüş var: Bir bölümü, dört dilde yazışma yapmasından ve 34 eser yazmasından yola çıkarak onu “büyük devlet adamı” olarak sunarken; aydınlanmacı Kürt aydınları ise bir “mandacı” olarak nitelendirirler ki, ben de aynı görüşteyim.
Ancak işin ilginç yanı şudur: Türk resmi ideolojisi, onun 30 yıl Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın emrinde çalıştığını ve daha sonra Osmanlı sarayına geçerek II. Bayezid’in yanında görev yaptığını görmezlikten gelerek, salt Kürt kökeninden dolayı ismini öne çıkarır.
Keza, Osmanlı dönemindeki 100 Şeyhülislam’dan biri olan İmadiye kökenli Ebussuud’dan yola çıkarak, onun Alevi düşmanlığına vurgu yapılır. Sanki Osmanlı döneminde Kızılbaşların lehine bir tek fetva varmış ve onu da Ebussuud vermiş gibi! Bunun, tümüyle güdümlü bir resmi politikanın Alevi-Kürt ayrımı yapılması temelinde işlendiğini düşünüyorum…
– İran ile Osmanlı arasında varılan Kasr-ı Şirin anlaşması, niçin Kürtlerin makûs talihi, kötü kaderi haline gelmiştir?
Çünkü bu anlaşmayla, ilk kez kadim Kürdistan resmen dörde bölünüyordu. Ehmedê Xanî’nin “Mem û Zîn” isimli eseri de esas olarak bu duruma bir tepki olarak ortaya çıkmıştır.
– İsmet Paşa (İnönü), Lozan Antlaşması görüşmelerine “Türk ve Kürtlerin” temsilcisi olarak gitmişti. Oysa orada Kürtlere ilişkin açık bir demokratik hak kabul edilmiş değil. Prof. Dr. Baskın Oran, varılan Lozan Antlaşması’nın 39’uncu maddesini yorumlarken mealen ve özetle şöyle bir tespit yapıyor: “Adı konulmasa da Kürtler dâhil azınlıklara demokratik haklarının verilmesi kayda geçirilip, ilgili taraflarca kabul görüp onaylanmıştır…” Gelgelelim uygulamada böyle bir şey yok. Sizce devletin belgeleri, bu hususta neyi içeriyor?
Baskın Oran’dan çok önce, Lozan sonrası Kürt diplomatik belgelerinde de bu hususa çokça vurgu yapılır. Celadet Bedirxan’ın, 1933’te M. Kemal’e gönderdiği Açık Mektup’ta da bu hususa sıkça vurgu yapılır.
Kürt örgütleri ve aydınları, II. Meşrutiyet’in amaç ve söyleminden başlayarak, önce İstanbul’daki son Meclisin, ardından Ankara’daki Meclis’in kabul ettiği Misak-ı Milli’den başlayarak, 1922’de Meclis’te gizli celsede kabul edilen “Kürdistan muhtariyeti” kanununa ve M. Kemal’in 1923’te İzmit’te gazetelerin başmuharrirlerine yaptığı açıklamalara kadar birçok söz ve karara vurgu yapılır.
İşin aslına bakılırsa, bir yandan bunlar yapılırken, bir yandan da yüzde 95’i eski İttihadçı olan yeni Kemalistlerin, daha 1921/22’de galip devlet konumundaki İngiliz ve Fransızlarla gizlice anlaştıkları görülmektedir… Kürt kökenli olan İsmet Paşa’nın söylemi de, kimi gerçekleri ifade etse bile aynı politikaya hizmet etmiştir.
– Siz, 5 Ekim 1927’de Lübnan’da kurulan Xoybûn (Xwebûn) örgütünün Kürt diplomasi tarihinde dönüm noktası sayılabilecek çıkışlar yaptığına değiniyorsunuz? Gerçekten öyle mi?
Belki ilk kez sürgündeki çok sayıda Kürt aydınını örgütleyen XOYBUN, gerçekten de sorunun çözümü konusundaki diplomatik girişimleri sistemli bir hale getirmiştir. Bu örgütte yer alan Kürt aydınları, daha 19. yüzyıldan itibaren Batı dünyası ile tanışmış, olaylar içerisinde pişmiş, çok dilli aydınlardır.
Şunu da belirtmeliyim ki, Kürt aydınlanma hareketinin ne denli haklı olduğu ve haklı çıktığı, sonraki siyasal gelişmelerle ortadadır. Kürtlerin en büyük açmazı, sırtlarını dayayacakları sağlam bir müttefiklerinin bulunmamasıdır.
Dikkat edilirse, İngiltere ve Amerika gibi büyük Batılı devletlerin himayesinde kurulan Sadabat ve Bağdat Paktları ile CENTO’nun hemen tüm üyeleri Kürt sorunu bulunan bölge devletleridir: Türkiye, İran, Irak, Suriye! Bu gerçeklik bile, birçok şeyi anlatmaya yetmiyor mu?
– Kitabınızdaki belgelere bakıldığında bazı Kürt siyasetçi ve aydınlarının Türk yetkililer dâhil dünyadaki kimi sorumlulara mektup, muhtıra, bildiri, manifesto gibi materyal gönderdiklerini görüyoruz. Kitap, dergi, gazete, broşür, mektup ve benzeri propaganda araçları iyi bir diplomasi için yeterli midir?
Değildir. Kuşkusuz ki, tüm bunların yanı sıra aktif diplomasi zorunludur. Ancak sorunun köken ve temelleriyle boyutlarını sergilemek açısından önemlidir bu belgeler. Batılı arşivler açıldıkça bu konuda yeni dokümanlara da ulaşıyoruz.
Sözgelimi, Dersim liderlerinin 1920’de Sevr Konferansı’ndaki Kürt temsilcisi Şerif Paşa’ya gönderdikleri Muhtıra-Mektup ile İhsan Nuri’nin 1925’te yayımladığı Bildirge’ye Fransız Arşivinden yeni ulaşıyoruz.
Batılı arşivlerde ve Rus arşivlerinde yapılacak araştırmalarla bu külliyatın daha da zenginleşeceğine inanıyorum. Sözgelimi, biz ilk Kürt demokratik örgütünü 1901’de kurulan “Kürd Azm-i Kavi Cemiyeti” olarak bilirken; bir de bakıyoruz Rus arşivinden çıkan belgeler, daha 1865’te Tanzimat sonrası Dersim bölgesinde “Ermeni-Kürt İstiklal Komitesi” adında başka bir demokratik örgütlenmeyi ortaya çıkarıyor…
– Bu bağlamda soralım: Gerçekten modern anlamda bütün Kürt hareket ve örgütlerini kapsayacak bir “Kürt diplomasisi” var mıdır? Yoksa sadece dar örgüt veya hareket çevresiyle sınırlı bölük pörçük diplomatik faaliyetler mi söz konusudur. Örneğin tek tek KDP, YNK veya HDP diplomatik anlayışından söz edilebilir ama genel bir Kürt diplomasisi deyimi hem gerçekçi değil hem de iddialı bir tanım olur.
Diplomatik örgütlenme ve mücadele, açıktır ki Kürt sorunu gibi bir sorunun demokratik çözümü için son derece önemlidir. Bu, hem demokratik Kürt kamuoyunun hem de Türkiye demokrasi güçlerinin önünde bir görev olarak durmaktadır…
Meraklısına not:
Söyleşiyi bitirmeden önce bir tespit yapmak durumundayım. Yazık ki, Kürt siyasi hareketlerinin tümünü veya bazılarını kapsayan derli toplu bir diplomasi kitabı bulunmuyor. En azından şimdiye kadar ben rastlayamadım.
Görece diplomasi araştırması denilebilecek türden farklı tarihlerde yazılmış çeşitli makaleler mevcuttur: Ne var ki bunların bir kısmı ya yüzyıllar ötesine aittir ya da modern zamanlara. Arada büyük bir boşluk bulunuyor. Burada bütüncül ve bütünsel bir fikir vermekten uzaktır.
Kürt aydınların kalemlerinden çıkan değerlendirmeler ise diplomasiyle doğrudan ilişkili değildir. Yabancı uzmanlara gelince, daha çok Kürt tarihi ile ilgili çalışmalarının arasına sıkıştırmak suretiyle bazı diplomatik tespitler yapmışlardır.
Bu düzlemde Kürtlerin yaşadıkları topraklarda veya gurbet ellerde (diasporada) birkaç yıllık alan çalışması, kaynak taraması ve onlarca Kürt diplomatla yüz yüze söyleşiler yapmak suretiyle 2015 yılında iki cilt halinde hazırladığım “Kürtlerde Diplomasi” adlı kitabımın birinci baskısı tükendi.
İkinci baskının, muhtemelen genişletilmiş haliyle uygun bir zamanda yayımlanması planlanıyor. İddialı olmamakla birlikte hem geçmiş çağlardan günümüze Kürt tarihini, hem de aynı zaman dilimindeki diplomatik faaliyetleri, olumlu ve olumsuz yanlarıyla değerlendiren bu çalışma, kendi türünde bir ilk sayılabilir.
Mehmet Bayrak’ın yukarıda bahsedilen kitabındaki belgelerin büyük kısmı, Osmanlı ve Cumhuriyet devirlerindeki farklı arşivlerden (resmi yani devlete ait kurumlardan veya gayri resmi, mesela Kürt şahsiyet ve kuruluşlarına ait kaynaklardan) alınmıştır.
Bayrak, bu belgelerin bölüm başlıklarının altını tarih bilgileriyle donatmış; arka planı hakkında açıklamalar yaparak, neyin nasıl anlaşılması gerektiğine yardımcı olmuştur. Böylece, kendi türünde bir ilk sayılan bu çalışmasını okurları için daha anlaşılır ve değerli kılmıştır.
© The Independentturkis