Bu yazımda henüz bozulmamış bakir yörelerin keşfine ve doğa içinde terapiye ağırlık vereceğim.
Avrupa’nın farklı yerlerinden gelen biri kadın 8 kişi ile birlikte akşamüzeri Erzurum Havalimanı’na indik. Karlıova’ya ise gece yarısı varabildik.
Hiç ara vermeden yola çıktık ve Dr. Fikret Zengin‘in Şorika Jorê (Tuzluca) köyüne bağlı Mikail Mezrası’ndaki üç katlı konağına gelip yerleştik.
Karlıova, Kürtçede “Kanireş” (Siyah Çeşme) olarak bilinir. Muhtemelen yayla ve dağlardan akan kaynak suyunun ihtiva ettiği madensel bileşim nedeniyle açık siyah renkte olmasından dolayı bu ismi almıştır.
Birkaç ay boyunca yoğun karla kaplı olan ilçenin adı Temmuz 1938’de “Karlıova” olarak Türkçeleştirilmiştir.
Hitit ve Hurri egemenliğinden sonra Bizans, Safevi, Osmanlı arasında birkaç kez el değiştiren bu yerleşim yerinin tarihi çok eskilere dayanmaktadır.
Bingöl Dağları (3193 metre), Karagöl Dağları (3057 metre), Şeytan Dağları (2839 metre) ve Şerafettin Dağları (2388 metre) ile çevrilidir.
Bizim konakladığımız yerin rakımı 2024 metre; Mikail Mezrası’nın çevreleyen tepelerin yükseklikleri ise 2100 ile 2300 metre arasındadır.
Geniş platoların uzandığı yöre Peri Suyu, Göynük Çayı, Murat Nehri gibi birkaç akarsuyun kaynaklarını aldığı hidrografik sınır olma özelliğine de sahiptir. *
Yaklaşık olarak 1700’lü yıllarda Erzincan ve Dersim yöresinden gelen Xormek aşiretinin bir kolu, Şorika Jorê (Tuzluca) köyüne yerleşmiş.
Önü açık olmayan bu mekândan hoşlanmayan beş yakın akraba, hayvanları için daha geniş bir otlak alanı ve sakin bir yerleşim yeri için keşfe çıkmışlar.
Sonunda aradıklarını bulmuşlar. Bingöl yayla ve dağlarına sırtını dayayan gayet sulak ve verimli çayırları olan bu yere taşınmışlar.
Karlıova’nın bitimindeki son yerleşim birimi olan mezrada zamanla nüfusları çoğalmış, yaklaşık 50 hanelik bir köye sahip olmuşlar.
Birbirleriyle akraba olan bu köyün ahalisi, barış içinde bir arada yaşıyor. Dr. Fikret ile organizasyon ekibi (iki ablası Asiye ile Şerife, ağabeyi Vedat, iki yeğeni Erkin ile Sevda) aynı köyden.
Belki de bu yüzden köylüler yakınlık gösterdiler; kapılarının önünden geçerken bizlere çay ve yemek ikram ettiler. Kahvaltı için organik kovan balı gönderenler de oldu.
Nüfusun çoğu yazın buraya tatile geliyor; sonra da Mersin, İzmir, Antalya gibi yaşadıkları şehirlere dönüyorlar. Sonbahar-kış ayları boyunca köyde sadece birkaç kişi kalıyormuş.
Eşi Ayfer ile Diyarbakır’dan gelip geziye katılan pratisyen Dr. Murat Artan, bizi ziyarete gelen köylülere hastalıkları hakkında bilgi veriyor, sağlık raporlarının sonuçlarına bakarak tıbbi tavsiyelerde bulunuyordu.
26 kişilik gezi grubunun bir araya gelmesiyle birlikte aynı zaman dilimi içinde Zazaca, Kürtçe ve Türkçe sohbet, dostluk, şarkı ve şiirlerin ortak dili oluverdi.
Organizasyon çerçevesinde Varto ve Karlıova’dan gelen yerel sanatçılar akşam ziyafetlerinden sonra bu üç dilde stran, klam, türkü, şarkı, deyiş ve nefesler söylediler.
Konuklar saz çalıp eğlendiler, govend ve halay çektiler. Köyden Alican isimli cana yakın bir dost Zazaca ve Kürtçe olarak güzel sesiyle hepimizi hem neşelendirdi hem de hüzünlendirdi.
Sergovend (halay başı, bar başı) olarak bizleri hareketli oyunlara katmasını da bildi.
Erzurum TRT’de sazıyla sözüyle programa katılan Kiğılı Şaziye Çelikler (Ozan Maralı), Dr. Fikret Zengin’in 48 yıl önceki öğretmeni imiş. Solhan Yatılı Bölge okulunda onu hem eğitmiş hem de hayata hazırlamış.
Erzurum TRT’deki bir müzik programına katılacağından haberdar olan Dr. Zengin, gönül borcunun bir ifadesi olarak öğretmenini bu geziye davet etmiş.
Şaziye Hoca da öğrencisini kırmamış, yakın dostları Birsen, Günvar, Seher ve Fatma hanımlarla birlikte Bursa’dan davete icabet etmiş.
Normalde 20 kişi olarak planlanan gezi grubumuzun sayısı 26’ya yükselince, ortalık epeyce şenlendi.
Tanışma faslında dostluk, arkadaşlık, insanlık, dayanışma, ortak yaşam, eski zamanların değerli ilişkileri üzerinde çokça duruldu.
Giderek birbirinden kopan, bireyciliği ve çıkarcılığı ön plana çıkaran yeni anlayışa inat, soyu tükenmekte olan güzel insanlar topluluğu oluşturmanın önemine değinildi.
Doğrusu, gezi boyunca bunun gereği yerine getirildi. Yolda, konakta, yemekte, mutfakta, kırda ve bayırda hemen herkes o anın ortak etkinliğine ve yaşam faaliyetine elinden geldiğince katkıda bulundu.
Örneğin, sabah erken kalkanlardan Dr. Fikret, Seher Hanım, Erkin Zengin, Mehmet ve ben, genelde zengin malzemesi bulunan 20 kişilik kahvaltıyı hazırlayıp servisini yapıyorduk.
Kahvaltı bittiğinde de birkaç gönüllü tabakları toplayıp bulaşıkları yıkıyordu.
Ayrıca, Tarsus’tan gelen hemşire ve öykü yazarı Fatma Özger Bilgiç ile Bursa’dan gelen beş hanım, zengin malzemelerle öğle ve akşam yemeklerinden oluşan ziyafetler hazırladılar. Erkek ve kadın demeden herkes, bu hazırlık sırasında bir şekilde katkıda bulundu.
Kahvaltı, öğle ve akşam yemeklerindeki besin maddelerinin hemen hepsi doğaldı. Yörede yetişen bitkilerle (yemlik, madımak, kenger, yarpuz, yabani sarımsak, Kürtçe so denilen bitki, kımı veya Kürtçesiyle mendik, kuzukulağı, çiriş, çaxşır vs) çeşit çeşit çorbalar ve yemekler yapıldı.
Çiftlik evindeki tandırda pişirilen ekmekler köydeki un ve hamurdan yapılıyordu. Et, süt, yoğurt, türlü çeşitli peynirler, bal, reçel türlerinin hepsi de ev ürünüydü.
Yemeklerden sonra çalsın sazlar, söylensin şarkılar faslı başlıyor; odun ateşinin yandığı ocak başı muhabbetleri gece yarılarına kadar sürüyordu.
Konak ile köy arasındaki sulak çayırın neredeyse tamamı çiğdemlerle ve sarıpapatya türü çiçeklerle bezeliydi. Bize söylendiğine göre her yıl çiçekler arasında birisi daha yaygın oluyormuş.
Örneğin geçen yıl çayır kırmızı gelinciklerle kaplıymış, ondan önce de mor sümbüller göze çarpıyormuş.
Ruhunu ve bedenini arındırmak isteyenler, konaktan sadece 30 metre ilerideki bu çayırlıkta kısa bir yürüyüş yapıyor, çiçekleri okşayıp konuşuyor, yol kenarına oturup kuşların ve böceklerin ötüşleri eşliğinde huzura kavuşuyordu. Sarıçiçeklerin görüntüsü ve kokusu bile insanı zindeleştiriyordu.
Gezi faslında ilk tırmanma güzergâhımız, Bingöl Dağları’nın uzantısı sayılan bir yayladaki doğal kaynağın çıktığı Derê Bebi denilen tepelik oldu. Yaklaşık rakımı 2080 metreydi.
Birkaç kol halinde çeşitli patika yolları izleyerek aşağı yukarı bir-bir buçuk saat sürdü tırmanışımız.
Yolumuza çıkan yemlik, tırşo (kuzukulağı), mendik (kımı) gibi otları toplayıp yedik. Kengerleri bıçakla soyup yiyenlerimiz de oldu.
Başka yörelerden gelenlerin yayla ve bayırlarda bolca toplamaları (bazen ihtiyaçları bazen de çarşıda satmaları) nedeniyle, bu güzergâhta birkaç adet doğal mantar bulabildik.
Mantarların tadı damağımızda kalınca da dönüşte ilk işimiz, Karlıova’ya giden bir arkadaşımıza oradaki pazardan iki kilo mantar ısmarlamak oldu.
Hem sabah kahvaltısında kullanıldı, hem de farklı bir yemek çeşidi olarak akşam yemeğinde ikram edildi.
Yaylada kıştan kalma kar öbekleri eriyerek zaten her tarafından su fışkıran tepelerin sularına yenilerini ekliyordu.
Arkadaşlardan birkaçı dayanamayıp kütlesel kar kalıntıları üzerine çıktılar. Biraz deştikten sonra bir avuç kristal karı ağızlarına alıp eritmekten kendilerini alamadılar.
Bölgenin köye bakan tarafına Kunker deniliyor. Burayı Derê Tirşik, Tumuqax mıntıkaları izliyor.
Derê Bebi tepesinin yamacından akan su, burada Peri Suyu’na katılıyor; sonra da Murat üzerinden Fırat’a ulaşıyor. 2019’da bu kaynak suyunun başına bir çeşme inşa ediliyor ve adına Kaniya Zinar deniliyor.
Biz de Kaniya Zinar’a vardık. Çeşme başında konakladık. Terapi babından ayaklarını çeşmenin oluğuna daldırıp çıkaranlarımız bile oldu. Kaynak suyunun tadına doyamadık, kana kana içtik. Oldukça tatlıydı ve sanırım madensel tuz ihtiva etmiyordu.
Traktörle taşınan yemek malzemelerimiz de gelmişti. Kalın sal ve taşlardan yapılan masada hazırlanan et ve sebzeler ocakta pişirilerek ikram edildi.
Uzun sohbetler, ikili konuşmalar ve yemek faslından sonra vadiye bakan tepedeki bir ağacın altında Dr. Fikret’in meditasyon seansı başladı.
Seansın ana konusu; kendini, ruhunu ve iç dünyanı tanımaktı. Doktorumuza göre en iyi terapi doğanın içinde ve tam ortasında yapılmalıydı. Zira insan da doğanın bir parçasıydı.
“Doğaya dön, kendine dön!” gezisinin maksadı da buydu. Bazen bir tepeden izleyerek, su şırıltısı veya kuş seslerini dinleyerek, bazen de bir ağaca sarılarak ruh ile beyni arındırıp huzura kavuşturmak mümkündü.
Seansa katılanlar bu bağlamda yaklaşık 15-20 dakika gözlerini kapatarak geçmiş yıllardaki hallerini bilince çıkardılar. Henüz ana karnındayken, bebeklik, çocukluk, ergenlik, olgunluk ve yaşlılık dönemlerindeki suretlerini bir masanın etrafında buluşturmayı denediler. Onları birbirleriyle yüzleştirip konuşturmuş oldular.
Daha sonra gözler açıldı; kimin bu konuda ne kadar başarılı olduğu, hayal ettiklerinden ne anladığı ve hangi sonuca vardığı dile getirildi.
Kimi bunu açıklayıp yorum istedi veya yarım kalmış bir yüzleşmeyi anlatarak değerlendirilmesini rica etti.
Ardından doktor, anlatılanlardan yola çıkarak uzmanlık alanıyla ilgili aydınlatıcı bilgiler verdi ve yol gösterici bazı önerilerde bulundu.
Terapi sonrası günbatımını izledik. Güneş, yeşil vadi, rengârenk çiçeklerle bezeli bayır, yamaç ve çayırlara eşlik eden akarsuyun ruh arındıran şırıltısı herkese zindelik aşılıyordu. Gün batarken köye ve konağa doğru inmenin zevkine doyamadık desem yeridir.
İkinci turumuz Yedisu ve Peri Suyu Vadisi’ne gidişimizle başladı. Vadinin ortalarında bir yerde kurulmuş olan otel, restoran ve termal havuzları kapsayan bir işletmeye gittik.
Yazık ki kahvaltısı iyi değildi, termal havuzları da henüz temizlenmemişti. Dolayısıyla oradaki program iptal edildi.
Yola devam ettik. Elmalı (Liçik) güzergâhıyla Yedisu merkezinde çay içme molası verildi. Su tatlı olunca çaylar da doyumsuz oluyordu.
Karla kaplı Koşan, Keşiş ve Şeytan Dağları hakkında bilgi alındı. Yedisu merkezinde eczane olmadığından, ilaç siparişleri beldedeki markete verildi.
Sabah kahvaltısının yarattığı hayal kırıklığını gidermek için, organizasyon ekibi Yedisu’nun çıkışındaki bir restoranda Bingöl Sac Tavası ile ziyafet çekti.
Satırla doğranan taze etin ortasına konulmuş yörenin doğal sarımsaklı yoğurduyla yenen yemeğin tadı doyumsuzdu. Böylesine lezzetli bir sac kavurması yemediğimi belirtmeliyim.
Kısa bir gezintiden sonra geziye devam ettik. Yolumuz üzerindeki Peri Suyu ırmağı çamurlu akıyordu. Kenarındaki kaynaktan çıkan maden suyunu sırayla içtik.
Peri Suyu Vadisi, bizim konakladığımız yöreye göre çok daha ağaçlıklıydı. Yabani elma, armut ve alıç ağaçları envai çeşit çiçek açmıştı. Mantar (kev karik), anıx (nane), gullik (çaxşır) ve ışkınlar yamaçları dolduruyordu.
Bölge sık ağaçlar ve meşe ormanlarıyla kaplı olduğundan çok sayıda yaban hayvanını barındırıyordu. Orada sincaplara da rastladık.
Kiğılı bir dostum, ilçenin yakınlarında bir ayı ile karşılaştığını anlattı. Dediğine göre ayı ile gezgin göz göze gelmişler ancak birbirlerine dokunmadan uzaklaşmışlar.
Şeytan Dağları’na bakan Peri Suyu Vadisi’nin ortasında bir ada gibi yükselen Toxmanik Tepesi’ne de tırmandık.
Karşı geçedeki ağaçlarla örtülü Döşengi (Melikan), Arnes, Kurdan ve Zirkanos köylerinin muhteşem manzarasını izledik.
Rehberimiz Orhan Çalgın, bölgenin cennet misali tabiatı hakkında ilginç bilgiler verdi. Biz de yeni bir tırmanıştan önce govend ve halaylar çekip, yörenin özgün stranlarını yerel sanatçılar eşliğinde söyleyip omuz omuza oynadık.
Aynı tepelikteki ağaçlık alanda doktor gözetiminde toksik (zararlı, olumsuz, kötümser) duygulardan arınma seansı için grup terapisi yapıldı.
20 dakikalık terapi sonrasında doktor, toksik duygular ve onlardan kurtulma yöntemleri hakkında ayrıntılı bilgiler sundu.
Akşam konağa döndüğümüzde bir müzik şöleni düzenlendi. Yol yorgunluğuna rağmen gece keyifli geçti.
Başta Şaziye Hoca olmak üzere sazlar eşliğinde anonim halk türküleri ve deyişler söylendi. Sırayla Türkçe ve Kürtçe şiirler okundu.
“Beydağı’nın kızı” mahlasını kullanan Günvar Hanım da kendi şiirlerini okudu. Şaziye öğretmen ise, gelen herkesin adının geçtiği uzunca bir şiiriyle sahneye çıktı.
Yarı göçer Beritan aşireti yaylaya çıkıp çadır kurmakta bir hafta gecikince yüksekliği 2500 ile 3000 metre arasında değişen bu bölgeyi ziyaret etmekten vazgeçtik.
Bunun yerine ikamet ettiğimiz konağın yaklaşık 2-3 kilometre uzağındaki bir tepelikte inşa edilen çiftliğe gittik. Çiftlik evinin salonunda ve taş döşemeli geniş balkonunda vakit geçirdik.
Arazi içindeki doğal çeşme başına giderek ağaç gölgesinde muhabbet edip toprağa uzandık. Bu sırada Şorik köyünden birinin kestiği toklu ve kuzu eti de getirilmişti.
Aynı köylünün eşi Hanım, tandırda doğal ekmek pişiriyordu. Büyük bir tepside domates, patlıcan ve yeşilbiberle fırında pişirilen kaburga kebabı hepimize servis edildi. Sıcak ekmekler, lor ve çökelek eşliğinde yedik.
Belli bir saatten sonra çiftlik evinde şark köşesi olarak kullanılan odada yeni bir meditasyon yapıldı.
Doktor, önceden kayda aldığı etkileyici ses tonuyla, terapiye katılanların bir şeyler hayal etmelerini ve hayattan ne umup ne bulduklarını gözlerinin önüne getirmelerini söyledi.
Diyelim ki, dara düşen kişilerin imdadına koşan beyaz atlı nur yüzlü Hızır’ı gördüklerinde hangi dilekte bulunacaklarını belirlemelerini istedi.
Seanstan sonra Dr. Fikret, kendi tecrübelerinden yola çıkarak hastalıktan kurtulmak için umut ve moralin ne kadar önemli olduğuna da değindi.
Safrakesesindeki zehirli suyun iç organlarına dağılmasından sonra tedavi gördüğü Almanya’daki bir hastanenin başhekimiyle diyalogunu aktardı.
İç organlarındaki iltihap oranı çok yüksek olduğu için başhekimin ondan umut kestiğini ve artık ölümü beklemesi gerektiği yönünde telkinde bulunduğunu oysa kendisinin, bu durumu kabullenemediğini, aksine kurtulacağı yönünde bir kanaate vardığını söyledi.
Nitekim başhekimi başından savmış ve yarı baygın bir halde gördüğü rüyadan sonra, acı ve ağrılarının tamamen dindiğine tanık olmuştu.
Başhekimin ısrarları ve engellemesine rağmen hastaneden çıkmış, anılan hastalıktan tamamen kurtulmuştu.
Keza daha önce Almanya’da yapıp içinde 25 yıl geçirdiği evine giderek ve oradaki anılarını tazelemek suretiyle kendine geldiğine dair bir anısını da anlatmış; hatırasını paylaştığı Alman psikiyatrist ise ona, “Ev dediğin nihayetinde taş ve tuğladan yapılmıştır, terapi bunun neresinde?” demişti.
Dr. Zengin’e göre; Anadolu kültürüyle büyümemiş olan bir psikiyatrist, gurbetteki Türkiyeli hastaları tedavi edemezdi.
Çünkü o, tedavi için kendisine gelen insanların yetiştiği ortamdan ve içinde bulundukları ruh halinden bihaberdi. Oysa iyi bir terapist hastasının dilinden ve ruhundan anlamalıydı.
Çiftlik evinin yanına yapılmış çeşmeden şelale misali havuza akan su sesi eşliğinde ve karşı tepelerle uzun bir vadiye bakan toprak zeminde bir terapi seansı daha düzenlendi.
Katılımcılar, seanstan sonra kendilerini çok daha iyi, huzurlu ve rahat hissettiklerini söylediler.
Karlıova Gazetesi’ni yayımlayan Bülent Temiz, aynı zamanda DHA ve TRT’nin bölge muhabirliğini yapıyor. Bu seansı kameraya çekip bağlı bulunduğu yerlere haber iletti. Hürriyet, Milliyet, CNN Türk, Mynet gibi sitelerde görüntülü olarak yayımlandı.
Çiftliğin yamacına fidan dikmiştik. Bülent Temiz, çiftlikteki katılımcıların fidan dikme etkinliğini de kamuoyuna duyurmuş oldu.
Akşamı çiftlik evinde geçirdik. Tepelik bir yerde olduğumuzdan rüzgâr çevremizde uğulduyor, yağmur etrafımızı sarıyordu.
Büyük salon yaklaşık 20-30 kişiyi alacak genişlikteydi. Bina yeni inşa edildiğinden içerisi soğuktu, ısınmak için sobaya odun atıldı. Üstüne konulan büyük çaydanlıkta çaylar demlenip servis edildi. Patates közlendi.
Akşam yemeğinden sonra müzik eşliğinde govend-halay çekildi, Elazığ yöresi oyunları oynandı.
Merêwara koruluğunun yakınlarında Derê Çaya ile Derê Xesti yamaçları bulunuyor.
Morcurê Hemî mıntıkası ise lavantalarıyla tanınıyor. Her üç mıntıka da Bingöl Dağları’nın çiftliğe bakan yamaçlarıydılar.
Dr. Fikret ve akrabaları, çiftlik arazisi içinde organik tarım yapmaya ciddi biçimde niyetliydiler. Bu maksatla kaliteli tohum siparişleri verdiler.
Kars veya Ardahan yöresinden beyaz Kafkasya patatesi tohumları getirilmesi hazırlığına bile başladılar.
Meyve ağaçlarının bir kısmı yeni dikilmişti. Mevcut yabani meyve ağaçları ise ya olduğu haliyle yahut ıslah edilerek ürün vermeye hazır hale getirilecekti.
Son iki terapi seansı, aşağıdaki konağın salonunda slayt eşliğinde yapıldı. Seans başlamadan önce panik atak rahatsızlığı geçiren bir gencin psikiyatrist yardımıyla bu durumdan nasıl kurtulup sakinleştiğine topluca tanık olduk.
İlk seans doktor denetiminde rahatlama meditasyonu ile başladı. Ardından slayt eşliğinde stres, korku, panik atak ve travma hakkında bilgilendirme yapıldı. Doktorun yakın akrabası olan iki köylü kadın seans sonuna kadar salonda kaldı.
Terapiye katılanların kendi yaşamlarından verdikleri örnekler üzerinden açıklama ve yorumlarda bulunan doktor da mesleği süresince edindiği tecrübelerini örneklerle anlattı.
Gezi bitiminde kardeşçe ve dostça birbirimize sarılarak vedalaştık. Lafta kalmayacağına inandığım sıcak ilişkiler kurmuştuk.
“Bizim memlekete de gelip misafirimiz olun” tarzında açık davet çağrılar duyduk.
Klasik işletmeci anlayışından uzak bir yöntemle gerçekleştirilen bu organizasyon ilk olmasına rağmen amacına ulaşmıştı. Doktorumuz, masrafların neredeyse tümünü cebinden ödemişti.
Doktora göre, maksat para kazanmak değildi. Doğup büyüdüğü köyüne, içinden çıktığı halkına ve dostlarına faydalı şeyler yapmaktan mutluluk duyuyordu.
Dedesinden kendisine kalmış olan manevi miras şuydu: Gayretli olup bilimde yükselmek suretiyle topluma yararlı olmak.
Doğrusu, yıllar önce Van yöresindeki kalabalık doğa gezilerini videolardan izlemiş, Basel’deki yakın bir dostumdan Hakkâri yöresindeki doğa gezisinin ayrıntılarını öğrenmiştim. Kayseri veya Hatay merkezli gezi turlarına dair yeterli bilgim olduğunu da sanıyorum.
Ege yöresinde kırsal alanda kurulmuş çiftlik benzeri konaklama ve terapi merkezlerinin doğa ve çevreye özen göstermelerine rağmen klasik işletmecilik mantığıyla kurulmuş oldukları kanaatindeyim.
Bahsedilen nedenlerle Psikiyatrist Fikret Zengin’in amatör bir ruhla ve maddi kazanç amacı gütmeden düzenlediği bu geziyi daha farklı bulduğumu söylemeliyim.
Kendisine, “Bir psikiyatrist ve psikoterapist olarak diğer meslektaşlarınızdan farklı tedavi yönteminiz nedir?” diye sorduğumda yanıtını iki noktada yoğunlaştırmıştı.
Bir: Meslektaşlarımın çoğu, meseleyi sadece zihinsel ve ruhsal bir hastalık olarak ele alıp ona göre psikoterapi yoluyla tedavi etmeye yoğunlaşıyor.
Oysa bu tür tedavilerde hastanın fiziksel, ruhsal, zihinsel, kültürel olarak yaşadığı toplum ile ortamın da göz önünde bulundurulması gerekir.
Ben, tüm bu etkenleri göz önüne alarak rahatsızlıkları tedavi etmeye bakıyorum. Avrupa ve diğer ülkelerden gelen, bu arada Avrupa’da yaşayan Türkiyeli veya Ortadoğu kökenli insanlarla önce sohbet ediyorum.
Ruhundan, kültüründen, fiziksel yaşamından ve dilinden anlayabiliyorsam tedavi etmeyi üstleniyorum. Aksi durumda hasta kabul etmiyorum.
İki: Madem insan doğanın bir parçasıdır. O halde salt dört duvar arasında terapi yapıp tedavi etmeye çalışmak ona yetmez. Eskiden yaşadığı doğa ortamına götürerek tedavi etmek çok daha verimli ve sonuç alıcıdır.
Böyle bir terapi bazen akan suyun başında, bazen ağacın dibinde oturarak veya ona sarılarak ya da çayır çimenin ortasında, fırsat olduğunda günbatımı veya gündoğumu sırasında yüksek bir tepede yapılabilir. Bu yöntemle tedavi daha kalıcı olur.
Hâsılı kelam, masallardaki ab-ı hayat denen yaşam iksirini bulamadıysam da onun kadar değerli suları içip Karlıova’nın “ölmez otu” misali şifalı bitkilerinden bolca yararlanmak suretiyle muradıma erdim.
Katılanlarla konuştuğumda, yerel basına da yansıyan geziye ilişkin övgü dolu sözlerin ötesinde, bu hususta benimle hemfikir olduklarını da öğrendim.
* Şu kaynaklardan yararlanılmıştır: Vikipedi “Karlıova” maddesi ile Bingöl İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü ve Karlıova Belediyesi sitesi.
© The Independentturk