Cuma , 29 Mart 2024

*Muhalif partilere bazı tarihi hatırlatmalar

Faik Bulut

Muhalif partilere bazı tarihi hatırlatmalar

6 Şubat Depremi doğal afet değil, bir doğa olayıdır. Küresel vahşi kapitalizm ile serbest piyasacı mantığın yol açtığı (orman yangınları, ağaç kesmeler, çölleşme, buzulların erimesi, sel taşkınları, hava kirliliği, kuraklık, deprem gibi) iklim krizi bağlantılı büyük tahribat, kâr hırsıyla hareket eden çevrelerin eseridir. Dolayısıyla gazeteci Zühal Kalkandelen’in isabetli tespitiyle: Her felaket sonrasında, kader’, ‘fıtrat’ diyerek halkı uyutmaya çalışan siyasal İslamcıların amacı, yıkım düzenini normalleştirip çıkar ağını büyütmektir. Siyasi bir enkaz var ve halk bu enkaz altında eziliyor. Vakit, ilk seçimde bu siyasi enkazı kaldırma vaktidir!” (Cumhuriyet, 8 Şubat 2023)

Bugünlere gelene dek Millet İttifakı ve özelde CHP, söylemde sert siyasi eleştiriler yapmakla birlikte esas olarak ürkek, çekingen ve tereddütlü davranmıştır. Onlardan görüştüklerime, ünlü Alman şair Bertolt Brecht’in “Cesaret Ana ve Çocukları” isimli tiyatro oyununu hatırlatırım. Bu oyunun ana karakteri olan Cesaret Ana, 17. yüzyılda geçen Otuz Yıl Savaşları sırasında savaş meydanlarını arşınlayarak bulduğu her şeyin ticaretini yapan bir satıcıdır. Ancak hayatta kalmak için onun verdiği bu mücadele, aynı zamanda geri dönüşsüz kayıplar anlamına gelmektedir.

Savaşın dehşetine kapılanları, kendine karşı körleşerek kazandığını zannederken kaybedenleri, kötülüğe ortak olanları anımsatır bahsi geçen tiyatro oyunu. Oysa korkaklık ve ürkekliğin bir şeye yaramadığını ünlü düşünür ve siyasetçiler özdeyişler halinde dile getirmişlerdir.

Mesela Yunan filozofu Platon, “Korkaklar hiçbir zaman zafer anıtları dikmemişlerdir” demiştir. Yunan filozofu Epikür, “Etrafa korku salanın kendisi de korkuyordur” teşhisinde bulunmuştur. Roma tarihçisi Titüs Livius, “Az korkarsan, az tehlikedesin” şeklinde bir tarihi ders vermiştir. Çinli bilge Konfüçyüs, “Bir şeyin haklı olduğunu bildiğin halde, o şeyden yana çıkmazsan, korkaksın demektir” tespitini yapmıştır. Mahatma Gandi’nin tespiti ise şöyledir: “Korku işe yarayabilir ama korkaklık hiçbir işe yaramaz.”

CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, Millet İttifakı’nın cumhurbaşkanı adayı olarak belirlendikten sonra, nihayet ürkeklik-çekingenlik masasından kalkarak HDP’nin de içinde bulunduğu Emek ve Özgürlük İttifakı, Sol Parti ve TİP ile buluşmaya başlayabildi. Bir anlamda, Altılı Masa’nın dağılmaya yüz tuttuğu Akşener-Kılıçdaroğlu polemiğinden sonra ufukta tehlike görününce kalk borusu çalıverdi. Askerde eratın kalkma vakti geldiğini belirten bu ses duyulduğunda “kalkmamanın” imkânsız olduğu da iyi bilinir.

Kalk borusu sadece Kılıçdaroğlu ve Altılı Masa için çalmıyor. Aynı zamanda bu masanın dışındaki sol kesimler için de çalıyor. Zira halk adına yola çıkan bu kesimler, kendi içlerinde ve dar vadilerinde birbirleriyle uğraşmaktan halkın davasının ne olduğunu unutuyorlar. Kaldı ki, 12 Eylül 1980’den bu yana geniş anlamda halk kitleleriyle eski bağlarını kurmaktan bir hayli uzak kaldılar.

Milliyetçi-mukaddesatçı kesimden Altılı Masa’da bulunan partiler arasında oy oranı en yüksek olanı İYİ Parti’dir. Genel Başkan Meral Akşener, son pazarlıkta Kılıçdaroğlu yerine Ekrem İmamoğlu ile Mansur Yavaş’ın cumhurbaşkanı olmasında diretti. Olmayınca ayrıldı; mekik diplomasisi sonucunda yeniden masaya döndü. Bulunan ara formüle göre; milliyetçi-mukaddesatçı geleneğe yakın duran İmamoğlu ile Yavaş, Kılıçdaroğlu’nun yardımcısı olarak görevlendirildiler. Beklenen şudur: Bu ikisi, muhafazakâr kesimin oylarının gelmesini sağlayacak; Akşener başbakanlık makamına oturacak; aynı kesimden gelecek oylar sayesinde bir yandan MHP’nin altı boşaltılıp tabanı kazanılacak, diğer yandan İYİ Parti, merkez sağ oylar ile Türk-İslamcı çevrelerin temsilcisi haline gelecek; mümkün olduğunca HDP ve sol partiler, değişecek iktidarda söz ve karar sahibi olmayacak…

Akşener’in “Kılıçdaroğlu HPD ile görüşebilir. Ancak HDP bu masaya gelemez!” mealindeki açıklamasına karşılık bazı CHP’liler de, “HDP’ye bakanlık verilmeyecek!” diye açıklama yaptılar. Buna karşılık da HDP, “Bakanlık vs” şeklinde niyet, talep ve istekleri olmadığını açıkladı. Hatırlayalım; yaklaşık bir yıl önce benzer bir soruya cevaben, “Anayasal bir parti olarak seçime katılan HDP’nin icabında bakanlık alma hakkı var” diyen CHP milletvekili Gürsel Tekin, kendi parti yönetimi ve çevresinde adeta aforoz edilmiş, lanetli damgası yemişti.

Aslında yelpazenin Türkçü, Turancı, İslamcı kesimlerinin ortak bir noktası var: En iyi Kürt, siyasi varlığı olmayan itaatkâr Kürt’tür. Bu tespit ta İttihat ve Terakki döneminden başlar. “Alman Şarkiyatçı Dr. Friç” unvanıyla “Kürtler, Tarihi ve İçtimai Tedkikat” isimli bir kitap yazan Naci İsmail Pelister, o tarihte uç vermekte olan Türkçü-Turancı fikriyatın inkârcı görüşlerini desteklemek babından “Kürt diye bir milletin olmadığını” iddia etmişti. 1920’lerden 1980’lere kadar dönemin aydınları tarafından “Devlet veya MİT Kürdologları” olarak anılan bazı akademisyen ve devlet görevlileri de “Kürt” diye bir varlık olmadığını, aslında Türk milletinden olan bu toplumun dağlarda yaşamalarından ötürü “Kürtleştiğini” iddia ediyorlardı.

Ancak, mantık yoksunu bu görevliler şu sorunun cevabını veremiyorlardı: Dağlarda yaşayan bu Türklerin, sonradan Kürtleşmiş olabilmesi için onlara Kürt kültür ve dilini öğreten bir kavmin olması gerekirdi. Peki, bu dili öğretenler hangi kavim veya millettendi?

Orhun Abideleri üzerinde çalışma yapıp anlamlandıran bir Alman arkeoloğun çalışmasının yanlış Türkçeleştirilmesinden yola çıkan kimileri ise, “Bakın, Kürtlerin Türk budunu/kavmi olduğu Orhun Abideleri’nde yazılı halde var!” diyerek adeta bayram yaptılar. Onca zamandan sonra başka bir söylem tutturuldu: Biz Türk milleti derken sadece Türkleri kastetmiyoruz. Herkes, bu ulusun içinde mevcuttur. Bu söylemin tercümesi esasen şuydu: “Biz, diğer etnik toplulukları yani Kürt, Laz, Çerkes, Arap vs herkesi asimile ettik ve edeceğiz.”

Turancılar ise, “Evet Kürt vardır, ancak biyolojik bir varlıktır” iddiasını dile dolamışlardı. Oysa ceylan, it, kurt, yılan ve ağaç da biyolojik varlıktır. Sadece insan, biyolojik varlık olmanın ötesinde diliyle, kültürüyle, çevresiyle, toplumsallığıyla ve dünyayı algılayışıyla insandır.  Dindarlara ve İslamcılara gelince, “Türk veya Kürt fark etmez. Hepimiz Hz. Âdem’in evlatlarıyız” demekle birlikte Türklükle övünürler, Arapları necip kavim olarak yüceltirler. Sıra Kürt insanına gelince, herkes dilini yutmuş gibi suskunluğu yeğler.

Milliyetçi-mukaddesatçı kesimin şu olguyu görüp bilince çıkarmasında yarar var: Gerek 1925 Şêx Said yenilgisi, gerekse 1937-38 Dersim katliamı sonrasında Kürt halkına reva görülen onca zulümden sonra, devlet adına raporlar düzenleyen kimi üst düzey görevlilerin yazdıkları dehşet vericidir. Şu örneği birlikte okuyalım:

“1947 yılında, devletin diğer kurumlarının bölgeye ve Kürtlere bakışında da benzer bir değişim dikkat çekmektedir. Maliye Müfettişi Burhan Ulutan’ın bölge hakkında hazırladığı ve aynı yıl içerisinde Maliye Bakanlığı’na sunduğu raporun başlığı ‘Cenup Şark Anadolu Hakkında Bazı Notlar’dır:

Devlet olarak, yarın acı bir ihtimalle karşılaşmak istemiyorsak, birkaç bin kişilik jandarma ve ordu mevcudiyeti ile buraya hâkim olunamayacağını, yerli halkla anlaşmak ve onları bağrımıza basmak ve aramıza karıştırmak mecburiyetinde bulunduğumuzu hatırımızdan çıkartmamalıyız…

Hakikatleri açıkça görmek ve ifade etmek yöneticilerin en önemli görevidir. Kendi vatanımızda, kendi kardeşlerimiz arasında adeta bir müstemleke (sömürge) devleti gibi yaşamamızın, silâh kuvvetiyle halka hâkim olmaya çalışmamızın sebepleri üzerinde ısrarla durmak, bunları bertaraf etmeye çalışarak vazifeye başlamak hedefimiz olmalıdır.”

Belirtelim: 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, 1990’lı yıllarda bu raporları okuduğunda “dehşete düştüğünü” ifade etmişti.

Çıkarılan bir kanun gereği, sürgüne gönderilen Kürtlerin yaşadıkları bölgelere geri dönmelerinden sonra “Devlet ile Kürtler” arasındaki kopuşu gözlemleyen Celal Bayar-Adnan Menderes öncülüğünde kurulan Demokrat Parti (DP), sürgün yemiş veya zulme uğramış Kürt kanaat önderlerini kendi partilerinden milletvekili adayı gösterince Kürt coğrafyasında CHP’den çok daha fazla oy alıp milletvekili çıkarmıştı.

Bu konunun arka planını TİP eski milletvekili ve Liceli Dr. Tarık Ziya Ekinci, birkaç yıl önce 2 saatlik sohbeti sırasında Kürt aydınlarına anlatmıştı. Buna karşılık CHP, % 58,5 oy alarak Kars’taki 10 milletvekilliğinin tamamını kazanmıştı. Nedeni ise şöyle bir söylentinin halk arasında yayılmasıydı: “İsmet İnönü kendisi de Kürt olduğundan daha önce sürülmüş olan Kürtleri yerlerine geri getirmiştir. Celal Bayar ise Türk olduğu için seçimleri kazanırsa Kürtleri kesecek ve sürgün edecektir.”

Bu söylentiyi, dönemin Demokrat Parti’nin Kars İl Teşkilâtı Başkanı İsmail Hakkı Alaca’nın, Yüksek Seçim Kurulu’na gönderdiği ve belgeye dayanmayan 20 Mayıs 1950 tarihli itiraz dilekçeden okuyoruz.

27 Mayıs 1960 darbesi sonrasında Yassıada’da tutuklu bulunan Başbakan Adnan Menderes ile uzun görüşmeler yapan ve Kürt şahsiyetlerini niçin partiye aldıklarını soran Milli Birlik Komitesi temsilcilerinin, Menderes’ten “Devlet ile Kürtleri birbirine yaklaştırmak için” cevabını aldıktan sonra hazırladıkları rapora bakılırsa, “Politik Kürtçülük, Bayar-Menderes’in bu girişimleriyle başlamıştır!” (Nevzat Çiçek, 27 Mayıs’ın Öteki Yüzü: Sivas Kampı)

DP, Kürt oylarını fazlasıyla kazanmak için Van’ın Özalp ilçesinde 33 Kürt köylüsünü katletme emrini veren (Temmuz 1943) Orgeneral Mustafa Muğlalı hakkında dava açılmasını da kabul etmişti. Buna karşılık İnönü, Muğlalı’ya arka çıkıp koruyan bir tutum içine girmişti. Bunu başta CHP olmak üzere Altılı Masa bileşenlerinin akılda tutmasında yarar var. Zira bugünün Kürtleri ne o zamanın Kürt insanı gibi biçare ve ağzı var dili yok bir Kürt’tür, ne de meselesi sadece oy meselesidir. Günümüzde demokrasi, hak ve özgürlükler konusu yaşamsal hale gelmiştir. Kürt insanı da bilinçlenip politikleşmiştir; kendine Kürt olmak yerine kendisi için (mücadele etme ve hakkını arama anlamında) Kürt oluvermiştir.

İnönü, 4 Şubat 1964’te New York Times’a verdiği Kıbrıs meselesiyle ilgili görüşlerini açıklamıştı. Bu söyleşinde, Kıbrıs düğümünün ancak federasyon ile çözülebileceğini belirtmişti. 1950’lerde DP milletvekili olan Siverekli Mustafa Remzi Bucak, 1964’te dönemin Başbakanı İsmet İnönü’ye açık bir mektup iletmişti. Mektupta şu ibareler yer almaktaydı: “Kıbrıs’taki 80 bin Türk için önerdiğiniz federasyonu Kürtler için de düşünür müsünüz?” Bucak ayrıca şunu da belirtmişti: “Ülkeyi idare edenlerin çözmemesi halinde Kürt meselesi daha da büyüyerek, uluslararası bir sorun haline gelecektir.”

“Kürtlük/Kürtçülük” fikriyatının aslında 1925’te Kürtlerin hakları için ayağa kalkıp yenilen Şêx Said ile bu hakları inkâr edip vermeyen ve isyanı bastıran dönemin Başbakanı İsmet İnönü’nün ortak eseri olduğunu belirten M.R.Bucak, şu noktaları da vurgulamıştı: “Kürtler, asimile edilemeyecektir. İster kendisi uyanmış ister başkaları tarafından uyandırılmış olsun; artık yalnızca Kürdistan sınırları içinde kalmayan ve Ankara’ya, Konya’ya, İstanbul’a sirayet eden bir Kürtçülük cereyanı söz konusudur. Kürtleri bütün kesimleriyle kendi milliyetlerini idrak eder hale getiren bu cereyanın büyümesinde en büyük paylardan biri İsmet Paşa’ya aittir… Bu hakikati görmemek veya görmezden gelmek, sadece kendilerinden başkalarına yaşama hakkı tanımayan hodkâmların sonunda duçar oldukları akıbete uğramak olur ki, bu hususta hele Osmanlı tarihi, pek çok misallerle doludur.” (https://www.perspektif.online/ismet-inonuye-mektup)

Yakın geçmişten kimi örnekler vererek devam edelim:

1) Ekim 1989’da Paris’te düzenlenen “Kürt Ulusal Kimliği ve İnsan Hakları” konulu bir konferansa katılan Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP) milletvekilleri Kenan Sönmez, İsmail Hakkı Önal, Ahmet Türk, Adnan Ekmen, Mahmut Alınak, Salih Sümer 16 Kasım’da partiden ihraç edildi. İhraç kararını protesto eden Abdullah Baştürk, Fehmi Işıklar, Cüneyt Canver, Mehmet Kahraman, Arif Sağ, İlhami Binici, Kemal Anadol, Hüsnü Okçuoğlu, Tevfik Koçak, Kamil Ateşoğlu ve Aydın Güven Gürkan partiden istifa ettiler. Bunu Diyarbakır örgütündeki toplu istifalar izledi. Ardından 7 Haziran 1990 tarihinde Halkın Emek Partisi kuruldu.

2) 15 Mayıs 1990’da SHP, “Doğu ve Güneydoğu Sorunlarına Bakış ve Çözüm Önerileri” başlıklı bir raporu Parti Meclisi’nde oybirliğiyle kabul etti. Kürt kimliğinin kabulü anlamına gelen bu kapsamlı çalışma, “Kürt Raporu” olarak anıldı. Gelgelelim dönemin sosyal demokratlarını temsilen hazırlanan rapor hayata geçirilemedi. O tarihten itibaren silahlı çatışmalar tırmanarak devam etti.

3) 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, 1992’de çıktığı bölge gezisinde şunları söyledi: “1990 öncesinde herkesi ırki olarak da Türk sayıyorduk. Başbakan olarak da Kürt realitesini tanıyoruz dedim. Yani Türk milleti içinde başka ırktan gelenler de vardır, bunu tanımak ve kabul etmek gerekir demiştim.” Bunun da gerekleri yerine getirilmedi.

Peki, nedendi bunca inat? Geçmişten bir örnek verelim:

Almanya tarihinin en karanlık döneminden geçiyordu. Masum insanların dükkânları taşlanıyor, kadınlar ve çocuklar zalimce sokak ortasında aşağılanıyordu. Genç bir teolog olan Dietrich Bonhoeffer bu zalimliğe yüksek sesle itiraz etti ve bu sebeple 1943’te hapse atıldı. Hapisteyken papaz bu konu üzerine uzun uzun düşündü. Sayısız filozof, şair, fikir ve bilim insanı çıkaran bu kültür, nasıl olup da organize kötülüğün, zalimliğin, korkaklığın, cehaletin ve suçun merkezi haline gelmişti?

Bonhoeffer, “Sorunun kökeninde kötülük değil, aptallık yatıyor” dedi. Hapisteyken yazdığı mektuplarda aptallığın yarattığı kötülüğün, diğer tüm kötülüklerden daha tehlikeli olduğunu fark etti. Kötülüğü protesto edebilirdiniz, karşı argümanlarla kötülükle mücadele etmeniz de mümkündü. Oysa organize olmuş ahmaklar sürüsüne karşı yapabileceğiniz hiçbir şey yoktu. Ne protestolar, ne zorlama onlara etki ediyordu. Mantıklı gerekçeler sunduğunuzda önce reddederler, reddedemeyecek hale geldiklerinde ise önemsizleştirirlerdi. Aptal insanlar hallerinden memnundu fakat saldırıya da hazır haldeydiler. Saldırıya geçtiklerinde kötü insanlardan çok daha tehlikeliydiler…

Bonhoeffer, aptallıkla mücadele edebilmek için önce onun doğasını anlamaya çalıştı: Aptallık bir zekâ problemi değildi, ahlaki bir problemdi. Yalnız insanlarda bu maraz daha az görülüyordu. Buradan yola çıkarak aptallığın psikolojik değil, sosyolojik bir problem olduğu sonucuna vardı.

Güçlerin birisinde toplanması arzusuna politik ve dini hareketlerde çok rastlanıyordu. Aptallık hastalığının bulaştığı yerler, böylesi gruplardı. Ahmaklar ve diktatörler arasında muazzam bir korelasyon vardı, ikisi de birbirine ihtiyaç duyuyordu. İnsanların ahlaki ve entelektüel birikimleri bir anda yok olmuyordu. Diktatör, gücünü artırdıkça aptallar o gücün büyüsüne kapılıyor ve bağımsız düşünme yetisini ele geçiriyor, otonom biçimde hareket ediyorlardı. Gözüne sokulan gerçekleri inatçı bicimde reddediyorlardı. (Kaynak: Nezevanun – 10/10 Philosophy, akt. Müjdat Gezen, “Aptallığın Teorisi”, Cumhuriyet, 28 Mart 2022)

O halde ne yapılmalı? Kamuoyunda anketleri ve siyasi analizleriyle tanınan Bekir Ağırdır’ın önerisi şöyle:

“Kimsenin kendini dışarıda hissetmediği, diğerlerinin kendi sevincine, yasına, umuduna, korkusuna sağır kalmadığı, duyarsız olmadığı duygusunun güçlenmesi gerekiyor. Toplumsal barış, huzur ve esenlik, toplumun tüm farklı kesimlerinin dâhil olacakları bir süreçle sağlanabilir. Bunun için de yalnızca ‘devletten bakış’ yetmiyor. Yeni bir toplum sözleşmesi gerekiyor. Ülkenin çoklu krizler karşısında, yeni bir onarım ve ileriye doğru sıçrama yapacak parlamento kombinasyonu bu seçimde oluşabilir. Bunun yolu parlamentoda bir partinin ya da ittifakın çoğunluğuna dayanmayan en geniş toplumsal ve siyasal temsiliyeti sağlamaktır.” (30 Ocak 2023, T24 gazetesi)

“Nasıl olmalı?” sorusunun yanıtını, MİT eski Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş şöyle veriyor:

“Böylesine bir ortamda bir umut ışığı olarak tüm demokratların işbirliği yapması, ittifaklar ve dayanışma kurması, kaçınılmaz, tartışmasız, alternatifsiz bir gerçeklik, bir olgu olarak karşımızda tabii ki, ama bu da kolay değil. Çünkü Türkiye yıllardır kimlik politikalarıyla ayrıştırıldı. İnanç ayrıştırmalarıyla, mezhep ayrıştırmalarıyla, ırkçılıkla, kültürel farklılıkları körükleyerek […] toplum bölündü, parçalandı. Siyasal olarak da ideolojik olarak da çok partili ve bir çatışma ortamını ortaya çıkaracak yapılar karşımıza çıktı. Böylesi bir ortamda […] ittifak meselesinin ‘Millet İttifakı’ adı altında şekillenmesi çok önemli bir gelişmedir. Türkiye için bir yeniliktir.

[…] Yalnız ‘Millet İttifakı’ içinde bulunduğumuz tehdit karşısında yetmiyor. Evet, ‘Millet İttifakı’ dışında işte ‘Emek ve Özgürlük İttifakı’ gibi bir bileşenler kümesi, HDP’nin de içinde olduğu gerçek bileşenler kümesi var. Önemli toplumsal ve mağduriyet duyan kesimleri oluşturuyorlar. Onun dışında Sosyalist Güçler Birliği gibi, sosyalist, sol, komünist hareketleri destekleyen zinde güçler gibi bir ittifak karşımıza çıkmış bulunuyor ve bunlar hep aydınlığa gitmek isteyen yapılar o bakımdan. Büyük çoğunlukta demokrat yapılar ve ayrışmayı, yozlaşmayı ortadan kaldırmak isteyen ve toplumdaki dertlere karşılık yeni bir yaşamı sunmak isteyen bir yapı yani.” (bianet, 13 Mart 2023)

Son birkaç not:

1-Seçmen, muhalefetten daha radikal ve kararlı görünüyor. Gelgelim Millet İttifakı ve genelde muhalefet, onları ikna edip kendi tarafına çekemiyor. Bu haliyle muhalefetin altı boş, ayakları havada kalıyor. 2-Kılıçdaroğlu sağ kesimle ittifakı temel alıyor. Ancak şunu hiç unutmamalıdır: Sol ve Kürt hareketi, Türkiye’nin vicdanıdır! Onsuz gidilen yolun sonu dikenli ve karanlıktır. 3-Kürt ve devlet saplantılı Türkçü müttefikleri, “Türkiye dâhil Ortadoğu Kürtsüz, Alevisiz ve emekçisiz olmaz” fikrini benimseyip içselleştirmedikleri sürece, gerek cumhurbaşkanlığı kazanıldığında ve gerekse yeni hükümet kurulduğunda, ülkede bilinen anlamıyla demokratikleşme ve toplumsal kurtuluş olmayacaktır. 4- Birlikten kasıt, farklılıkları kabul ederek bir araya gelmektir. Başka türlü birlik-beraberlik, birilerinin içinde asimile olup erimek anlamına gelir. 5-Başörtüsü, yabancı ülke ziyaretleri ve bazı demeçleri göz önüne alındığında Kılıçdaroğlu, kimi danışmanlarının durumunu yeniden gözden geçirmelidir. 6-Millet İttifakı’nın göçmen sorunu ve dış ilişkiler meselesi muğlak olduğu için, Erdoğan Rusya, İran, Azerbaycan ve Orta Asya Cumhuriyetleri tarafından desteklenmektedir. Bu konulardaki siyaset netliğe kavuşturulmalıdır.

*GazeteKarınca