Referandum yapıldı; sonuç belli oldu; İngiltere AB’ye “hayır!” dedi.
Bu kez, oylar verilirken bile sondajlarına devam eden The City anketçileri de yanıldılar. Ve bizleri de yanılttılar.
Kısaca Johnson kazandı; Jo kaybetti.
Boris Johnson eski Londra belediye başkanıydı. Eton ve Oxford’dan geçmiş has bir İngiliz “seçkini” idi. Oysa kökeni Osmanlıydı. 2. Meşrutiyet yıllarının ünlü gazetecisi Ali Kemal’in torunuydu. O da Mülkiye’de okumuş, uzun yıllar Avupa’da yaşamış bir Osmanlı “seçkini” idi. Ülkesinde de özgürlük savaşına katılmış ve Babıali Baskını’ndan sonra hapishanelerle de tanışmıştı. Ne var ki Kurtuluş Savaşı’na karşı çıkıp, harekete ve liderine hakaretler yağdırmaya başlayınca halkın nefretini kazanmış ve zaferden sonra da feci bir şekilde linç edilmişti. Bu koşullarda oğlu Osman Kemal de anneannesi tarafından yetiştirildi; İngiltere’ye yerleşti ve Johnny Johnson adını alarak geçmişle bağlarını kopardı. Şimdi yüz yıl kadar sonra bu göçmenin torunu da, tarihin garip bir cilvesi olarak göçmenleri hedef tahtasına oturtuyordu. Ve mesajı da yandaşları arasında daha çok “Türkler” olarak algılanıyordu. Kendi niyeti bu olmasa da, Türkler ve benzerleriyle hesaplaşmak ister gibi bir hali vardı.
***
Aslında Johnson “Türkler” demiyor, “mülteciler” diyordu; ülkesinin Ortadoğu savaşının yarattığı göç dalgasına tahammülü yoktu. Eğer AB kapıları kapatamıyor, aksine “Türklere vize” gibi tehlikeli oyunlar oynuyorsa, o zaman da Büyük Britanya’nın kendi kapılarını kapatması lazımdı. Kaldı ki sadece AB dışı değil, Doğu Avrupa ülkeleri de büyük bir göç potansiyeli taşıyorlardı. Bu konuda yazdığı yazıya (Le Monde. 23 Haziran) “Britanyalılar AB’den çıkma şansını kullanmalıdırlar!” başlığını uygun görmüştü.
***
Bu göçmen torunu aslında iltica politikasına tamamen karşı değildi; ancak bunun kontrol altına alınmasını istiyordu. AB’ye her yıl İngiltere’nin ödediği 13, 8 milyar Euro bu konuda iyi bir araç olabilirdi. Ayrıca AB dışında kalan Büyük Britanya ABD, Çin, Hindistan gibi ülkelerle iki taraflı anlaşmalar yaparak çok daha elverişli ticari ilişkiler kurabilirdi. Avrupa Komisyonu bile bu ilişkilerin 300 bin kadar yeni iş sağlayacağını hesaplamıştı. Oysa tutucu Brüksel bürokrasisi her şeyi önlüyor, dünyanın en eski parlamentosu ülke kanunlarının ancak % 40’ını çıkarabiliyorlardu. Gerçekçi araştırmalar bu oranın aslında % 87 olduğunu ortaya koydular; fakat bu ultra-liberal popülist için her türlü atış serbestti. « İktidarı halka vermek isteyen bizleriz; diyordu; bu korporatist ve elitist sisteme karşı çıkanlar bizleriz ! ».
***
Joanne Helen Cox ise bütün bunlara « hayır ! » diyor, Johnson’un argümanlarını teker teker çürütüyordu. Arkadaşları arasındaki adı Jo idi ; genç bir İşçi Partisi vekiliydi ve AB’ye bir sürü itirazı olsa da, « oradayız; orada kalalım! » diyordu. « AB’ye evet! » kampının lideri değildi, ama 16 Haziran’da bir neo-nazi tarafından öldürüldükten sonra kampın sembolü haline geldi. Ölmeden altı gün önce o da düşüncelerini Yorkshire Post’ta açıklamıştı.
***
Jo’ya göre Johnson’un mülteci düşmanı kampanyası tamamen demagojik nedenlere dayanıyordu. Bir kere AB dışında kalınarak ilticanın önlenebileceğini sanmak tam bir hayaldi. AB ortak pazarına bağlı kalındıkça zaten bunu önlemek mümkün değildi. Örneğin Brexit’çilerin bu konuda ileri sürdükleri Norveç gibi ülkeler İngiltere’den daha büyük oranlarda göçmen kabul ediyorlardı. Kaldı ki, göçmenler, ülkede alıcı olmaktan çok verici durumuna gelmişlerdi. « Biliyoruz ki, diyordu Jo, Büyük Britanya’ya gelmiş olan Avrupalı göçmenler, 2001 yılından itibaren ekonomimize kazandıklarından 26 milyar Euro daha fazla getirdiler ».
Jo, bununla da kalmıyor, olası bir Brexit’in global olarak ülkeye ne kadar pahalıya mal olacağını anlatıyordu. ABD Başkanı’ndan Yokshire emekçilerine kadar herkes bunu söylemişti. Yorkshire vekili yine de eleştirilerinde ölçülüydü. Karşıtlarını « ırkçılık » ve « yabancı düşmanlığı » ile suçlamıyor, sadece «kaygılı vatandaşlar» olarak niteliyordu. Yanılmıştı; düşmanları onun gösterdiği hoşgörüyü kendisinden esirgediler; vahşice saldırdılar.
***
Oysa Jo savunmasında haklı sayılıyordu; AB’yi başından itibaren sistematik olarak eleştirmiş Amerikalı iktisatçılar bile şimdi Brexit’e cephe almışlardı. Harvard’lı Niall Ferguson « İngiltere kıta Avrupa’sına o kadar sıkı bağlarla bağlı ki, diyordu, Brexit tam bir saçmalık olur ! ». Ve bir tarihçi olarak da 1808, 1914 ve 1939 tarihlerini veriyordu. Büyük Britanya ne zaman «Avrupa’ya karşı tutarlı bir politika izlemeyi terk ederek ona sırt çevirmişse » sonuç felaket olmuştu. Oysa 1973’ten itibaren Birleşik Krallık AB ile tam bir entegrasyon sağlamış ve bir « success story » yazmıştı. Birlik içinde Almanya ve Holanda ile birlikte Fransızlara karşı « özgür ticaret » şampiyonluğu yapmış ve denge unsuru olmuştu. Kısaca şimdi AB’den çıkılması felaket olurdu; bu yüzden Ada halkı akıllı davranacak; AB’ye mutlaka « evet! » diyecekti.
***
Ferguson böyle düşünüyordu; fakat onun günah keçisi Paul Krugman’ın düşünceleri de farklı değildi. O da Brexit’in tehlikelerini New York Times’de (12 Haziran) on bir madde halinde sıraladı. Nobel ödüllü iktisatçının hesaplarına göre Brexit’in yaratacağı krizde Birleşik Krallık her yıl GSMH’sından % 2 oranında bir değer kaybedecekti. « The City ve ona bağlı servetler » en fazla kaybedenler olurken, krizden kazançlı çıkan bölgeler de olacaktı. Yine de Krugman Brexit’in « dramatik bir finans krizi » yaratacağına inanmıyordu. Kendi oyu olsa, bunu AB’ye « evet » demek için kullanırdı. Ne var ki AB sisteminin de « umutsuz şekilde reform ihtiyacı » içinde olduğunun bilincindeydi.
***
İktisatçılar kendi alanlarında kimlerin kaybetmiş olacağını yazdılar. Siyasi planda kaybedenlerin başında ise kuşkusuz Başbakan David Cameron geliyordu. 2013’te böyle bir referandum taahütü altına girerek seçim kazanan bu muhafazakâr siyasetçi, referandum sonuçlarıyla bu kez de seçim kaybetmeye aday görünüyordu. Oysa «evet»ler kazansın diye elinden geleni yapmıştı. Oylamadan iki gün önce yaptığı konuşmada AB’den çıkmanın gelecek nesillere yükleyeceği yükü hatırlatmış, dramatik bir uslupla Churchill’e gönderme yaparak «Brit’s don’t quit!» demişti. Olmadı; seçmen çoğunluğu kendisini izlemedi ve Ada’yı sadece Manş Denizi ile değil, Atlantik Okyanusu ile de karalardan ayıran sular dalgalanmaya başladı. Belli ki 2008 yılında başlayan kapitalizm krizi bu oylamayla yeni bir menzile varmış oluyordu. Henüz yolun sonunu kimsenin göremediği, çelişkilerle dolu bir menzile..
***
F. Fukuyama Sovyet sistemi çöküp de liberalizm zafer kazanınca «tarih bitti» demiş ve 1992’de yayınladığı kitap büyük yankılar uyandırmıştı. Liberalizmin yenilgi üzerine yenilgi yaşadığı bu günlerde ise, galiba «tarihin hızlandığı»ndan söz etmek daha doğru olacak! İlginçtir ki son günlerde Fukuyama’nın kendisi de bu dönüşümün ip uçlarını çözümlemeye çalışıyor. Foreign Affairs dergisinin son sayısına yazdığı yazıda geleneksel ABD sistemin çöküşünü konu ederek popülizmin sosyal dayanaklarını tartışıyor ve keskinleşen sınıf farkları karşısında «açıklanması gereken popülistlerin yükselişi değil, neden bu yükselişte bu kadar geciktikleridir» diyor. Bunun tehlikelerini göz ardı etmeden!
Fukuyama’ya göre son seçimlere damgasını vuran Trump-Sanders antagonizmi, aslında geleneksel politikaların çökmekte olduğunu gösteriyor. « Sosyal sınıf sorunu Amerikan politikasının kalbine oturdu; diyor Fukuyama; ırk, etnik köken, toplumsal cinsiyet, cinsel tercih, coğrafya gibi ayrımcılıkların yerini aldı ». Demek ki ne tarih sona ermiş, ne de sınıf kavgası. 1930’larda olduğu gibi bugün de bu çatışmada « ezilenler » yine pervasız demagogların peşine takılma tehlikesiyle karşı karşıyalar. Ne var ki, N. Ferguson’un dediği gibi, her ülke de sonunda layık olduğu demagoga sahip oluyor. Örneğin Trump, azgın bir iş adamı modeli ; Johnson ise elit fabrikası Eton’un saf bir ürünü. Bu nedenle seçmenleriyle aynı telden çalıyorlar. Ortak noktaları, duruşlarında hiçbir tutarlılığın olmaması ! ». Seçmenlerin büyük bir kısmını kararsızlığa sevkeden de bu !
***
« Kararsızlık » dedik; işte tüm popülist maceraların tarlası. İngiltere’deki oylamadan önce Fransa’da bulunan Paul McCartney, bir gazetecinin sorusuna « konuştuğum herkes kolayca bir uçtan öbür uca geçiyorlar; ben de onlar gibiyim; kafam çok karışık!» diye yanıt veriyordu. İyi de McCartney Rock’n Roll, yani « sallan, yuvarlan! » kralı ve bireysel planda eğlenceli olan bu dans malesef kolektif planda iyi sonuçlar vermiyor. Bazı acı tarihi anılar gösteriyor ki halkların «sallanıp yuvarlanmaları» hiç de eğlenceli olmuyor. Yani demek istiyorum ki önümüzdeki dikenli dönemde daha çok, dik duranlara ihtiyaç olacak.. Tüm «mağdur»lara, demagoji yapmadan, yalan söylemeden doğru istikameti gösterebilecek olanlara.. Özellikle de popülist demagojinin sınır tanımadığı bu topraklarda..