Birgün Gazetesi’nden Can Uğur’un Fikret Başkaya ile röportajı
Laiklik konusu Türkiye’nin en kritik meselelerinden biri olmaya devam ediyor. Özellikle geçen haftalarda ‘laikliği kazanacağız’ bildirisi dağıtan Hazirancılara dönük polis saldırısı toplumun geniş kesimlerince tepki gördü. Laiklik mücadelesinin nasıl yürütüleceği, konunun en önemli halkasını oluşturuyor. Gerici ve faşizan uygulamalara karşı laikliği temel alan bir mücadelenin yürütülmesinin önemini, bu alanda yaptığı çalışmalarla bilinen Doç. Dr. Fikret Başkaya’yla konuştuk. Başkaya ile laikliğin tarihsel anlamından Türkiye’de nereye tekabül ettiğine kadar geniş bir yelpazede ele aldığımız meseleyi ‘laikliğin emekçiler ve demokratlar açısından önemi?’ sorusuyla açmaya çalıştık. Fikret Başkaya’nın bu soruya yanıtı oldukça açıktı: Laiklik mücadelesi emekçi sınıflar için ekmek kadar, su kadar, hava kadar önemli.
»Laikliğin tarihsel arka planında ne var? Türkiye’de egemen sınıfların laiklikle ilişkisi nasıldır?
Laiklik modernitenin bir gereği ve sonucudur. Modernite, “insan, tarihini yapar” demektir. Batı’da modernite, geleneksel mülk sahibi sınıflarla (kilise ve soylular) cepheden bir mücadele sonucu varlık kazanmıştır. Kiliseye (Clérgé) ve toprak aristokrasisine karşı mücadelenin sonucudur. Başka türlü söylersek, Ancién Régime’le cebelleşerek kazanılmış bir mevzidir. Demokrasinin ve hukukun temelini oluşturur. Dolayısıyla, vazgeçilmezdir. Laik olmayan, laiklik temeli üzerine oturmayan bir rejimde demokrasi mümkün değildir. Elbette laiklik pratiği Avrupa’nın farklı ülkelerinde farklı bir görünüm almıştır ama hepsinde ortak payda, dinin, kamusal alandan püskürtülmesidir. Eski rejimin geleneksek ideolojisinin denklemin dışına atılmasıdır.
Bir rejimin laikliğinden söz edebilmenin koşulu: Dinin hiçbir politik işlev üstlenmemesi, politikanın da dine karışmamasıdır. Eğer siz dine karışırsanız, din de size karışır… Aynı Türkiye’de olduğu gibi.
Türkiye’de mülk sahibi sınıfların (burjuvazinin) oluşması Batı’dakinden farklı bir yol izledi. Orada burjuvazi, eski rejimle dalaşarak, onu etkisizleştirerek var oldu. Bizde devlet sayesinde, devletin serasında palazlanmış bir burjuvazi (mülk sahibi sınıflar) söz konusudur. Daha da ötede, bir bakıma bidayette devletin “suç ortağı” olarak var olmuş bir burjuvazi söz konusudur. Bizde büyük sermayenin kökenini araştırırsanız, burjuvazinin, katledilen, sürgün edilen Ermeni, Rum ve Süryani mallarını gasp ederek sahaya çıkığını görürsünüz.
Bizde hiç bir zaman devlet ve onun geleneksel ideolojisi olan dinle cepheden bir hesaplaşma olmadı. Eski rejimle ideolojik bir hesaplaşma olmadı… Bu yüzden laiklik de, sekülerleşme de güdük kaldı. Mülk sahibi sınıflar ve onların devleti, dozunu kendilerinin ayarladığı bir dinci gericiliğe her zaman ihtiyaç duydular. Güdümlü bir dinci gericiliği sürekli olarak beslediler. Zira, sadece peydahladıkları uyduruk resmi ideolojiye dayanarak yönetemezlerdi. Dinci gericiliği yardıma çağırmak zorundaydılar… Din, demokrasi güçlerine, sola, sosyalistlere, komünistlere, ilericilere, velhasıl toplumsal uyanışa karşı kullanıldı. Fakat hesap edemedikleri bir şey vardı: Güdümlü hareketler her zaman güdümlü olmaktan çıkma potansiyeline sahiptirler… Yangını çıkaran onu söndüremeyebilir, ruhları çağıran onu geri gönderemeyebilir… Nitekim şimdilerde öyle olduğu görüldü. Besledikleri karganın tehlikeli olabileceği görüldü… Tabii herkes tarafından değil…
Türkiye’de “laikliğin” dozu mülk sahibi sınıflar ve tabii devlet tarafından “ayarlandığında” dinci gericiliğin güçlenmesi kaçınılmazdı… Devlet dine bu kadar karışırsa olacağı budur… Bir kere Diyanet İşleri Başkanlığı (Aslında Din İşleri Bakanlığıdır) devletin göbeğine yerleşmişken, orada laiklikten söz edilemezdi. Siz anayasaya “Türkiye laiktir” yazdınız diye laik olması mı gerekiyor. Ekseri, “Türkiye laiktir laik kalacak” diye slogan atılıyor… Doğrusu: “Türkiye laik değil ama mutlaka laik olacak” olabilirdi. Dolayısıyla rejimin niteliğine dair bir netlik olmalıdır.
»Laiklik mücadelesinin emekçiler açısından önemi nedir?
Tabii laiklik mücadelesi emekçi sınıflar için ekmek kadar, su kadar, hava kadar önemli. Aksi halde bu toplumda haysiyetli bir yaşam sürmeleri, sadece ücretli köle değil, tam köle olmaktan kurtulmaları mümkün olmaz. Yazık ki, bizde bu sorun yeterince anlaşılmış ve gereği yapılmış değil. Laiklik yoksa kaçınılmaz olarak özgürlükler ve hak-hukuk da yok demektir. Orada tam bir keyfilik geçerli olur. Ne dediğimi anlamak için sınırlı laiklik pratiğinden de iyice uzaklaşıldığı son dönemde olup-bitenlere, yaşananlara bakmak yeter… Eğer rejim gerçekten laik olmazsa, emekçilerin “tam köle” statüsüne indirgenmeleri kaçınılmazdır. Onun için işçi sınıfının ve bir bütün olarak ezilen ve sömürülen sınıfların, laiklik ilkesini bir namus ve haysiyet meselesi yapmaları gerekiyor…
»Devrimciler, demokratlar açısından laiklik mücadelesi nereye tekabül eder?
Devrimciler ve gerçekten demokrasiden yana olanlar, laikliği olmazsa olmaz bir gereklilik ve zorunluluk olarak görmek zorundalar. Aksi halde daha baştan iddiaları boşa çıkar. Zira, başta da söylediğim gibi, laiklik, demokrasinin, özgürlüklerin, sosyal eşitliğin üzerinde yükseldiği temeldir. O temeli önemsemeyen hiç bir sol, ilerici, sosyalist hareketin bir şeyler kazanma şansı yoktur. Fakat, bu rejim yerli yerinde durdukça laiklik ve demokrasi mücadelesinden bir sonuç alınamaz, behemehal rejimi değiştirmeyi hedef alan bir rotaya girmek gerekiyor… Yanılsamalara hapsolmanın bir alemi yok… Sorunları çözmek istiyorsanız, işe şeyleri adıyla çağırarak başlayacaksınız. Radikal olacaksınız ve “radikal olmak demek sorunları kökeninde ele almak” demektir…