Fidel ve Che! 1960’ların yükselen devrim dalgasında tüm ilericilerin kalbi bu iki isimle çarpıyordu. Arkalarında Küba halkı, bu öfkeli adamlar o yıllarda el ele vererek bir destan yazdılar.
Aslında birbirine uzak diyarlarda dünyaya gelmişlerdi. Birincisi Küba’da varlıklı bir ailenin çiftliğinde doğmuş, ikincisi ise hayata gözlerini Arjantin’de, orta halli, aydınlık bir yuvada açmıştı. Oysa dilleri de davaları da birdi. Conquistador ataların torunlarıydı; fakat çağlarına uygun bir fütühat düşlüyorlardı ve sonunda da «imkânsız»ı gerçekleştirdiler. Örnek bir direnişle, emperyal Kuzeylilerin Güney komşularına yaptığı silahlı müdahaleler serisinin son saldırısına dur dediler. Ve bu bir ilkti.
***
Uzun yürüyüş 1955’te bir Temmuz günü Meksiko’da emekli bir generalin kapısının çalınması ile başlamıştı. Alberto Bayo adlı bu İspanyol subay, General Franco’ya karşı savaşmış, yenilgiden sonra da Meksika’ya yerleşmişti. Bir mobilya fabrikası vardı; ayrıca havacılık ve dil dersleri veriyordu. Kısaca rahatı yerindeydi.
Kapıyı çalan dev adam ise Fidel Castro’dan başkası değildi. 1953’ta Moncada kışlasına yaptığı başarısız saldırıdan ders almış, daha ciddi bir hazırlığa ihtiyaç olduğunu anlamıştı. 15 yıl mahkûmiyetle girdiği hapishaneden siyasi af ile kurtulduktan sonra da dava arkadaşları ile Meksika’ya göçmüştü. Orada bulduğu General Bayo’ya sakin sakin bir devrim yapmaya hazırlandıklarını söylüyor, kendilerine gerilla dersleri vermesini istiyordu. O sırada Fidel 32, Bayo ise 60 yaşındaydı. 82 gönüllü idiler ve aralarında Che Guevera da vardı. O da Meksika’daydı ve 8 Temmuz 1955’te Fidel’le tanıştıktan sonra bütün bir gece devrim konuşmuşlar ve birbirlerine bağlanmışlardı.
***
Emekli general bu beklenmedik öneri karşısında önce şaşırdı ve hemen yanıt veremedi. Yerleşik bir düzeni vardı; düşünmesi lazımdı. Ne var ki düşündükçe de özgürlük kavgaları gözünde canlanıyor ve bu yiğit devrimciyi kıramayacağını anlıyordu. Sonunda öneriyi kabul etti; başkente 40 km. kadar uzaklıkta bir çiftlik kiraladılar ve eğitime başladılar. Bayo’nun 1960’ta kaleme aldığı anılarına göre en iyi gerilla da –nefes darlığı çekmesine rağmen- Che Guevera olmuştu.
***
Kübalı devrimciler eğitildiler, gerilla tekniklerini öğrendiler ve 1956 Aralık ayında da bir tekneyle Küba’ya gizlice «giriş» yaptılar. Oysa gündüz gözüydü; görüldüler ve hava kuvvetlerinin bombardımanı ile karşılaştılar. Buna köylü kılavuzun ihaneti de eklenince kayıpları arttı ve Sierra Maestra dağlarına 82 gerilladan ancak 12 tanesi varabildi. Bu arada, Batista, halka Fidel Castro’nun öldürüldüğünü bile ilan etmişti!
Oysa devrimciler yılmadılar, yıkılmadılar ve kayıpları da kısa sürede küçük burjuva aydınlardan ve köylü saflarından yapılan sayısız katılımla karşıladılar. Böylece çatışmalar giderek devrimciler lehine sonuçlanmaya başladı ve 17 Şubat 1957’de Fidel Castro’nun New York Times gazetesiyle yaptığı tarihi söyleşi de kamuoyunda hareket lehine bir dönüm noktası oldu.
***
Artık savaşın kaderi belli olmuştu ve çürümüş diktatörlüğün güçleri her çatışmadan yenik çıkıyordu. 1959’a gelindiğinde de tüm umudunu yitiren Batista ülkesinden kaçmış ve yerine entrikacı bir general bırakmıştı. Sonunda bu generalin ABD elçiliği ile işbirliği içinde bir cunta yönetimi kurma planı da çöktü ve Castro’nun yönettiği devrimci ordu, «Darbeye hayır, devrime evet!» sloganı ile Santiago de Cuba’ya, 8 Ocak’ta da halkın alkışları arasında Havana’ya girdi.
***
Savaş bitmiş, iktidar fethedilmiş, toplumsal inşa dönemi başlamıştı. Oysa Kuzeyden gelen saldırı da devam ediyordu. Tecrit, ambargo, suikast, askeri çıkartma.. her türlü silah mübahtı. İdeolojik planda da, Batista’nın kokuşmuş diktatörlüğünü hoş gören kirli saraylar, yeni rejimi zulümle, despotizmle suçluyorlardı. Hepsi de boşa çıkarıldı. Ne var ki bağımsız ve özgün bir devrim olan Küba Devrimi dünyadan kopuk bir halde de yaşayamazdı. Havana, Sovyet yörüngesine bu koşullarda girdi. 1962 nükleer krizini Moskova’yla beraber ve biraz da onuru kırılarak yaşadı; yirmi yıl kadar sonra da Perestroyka’ya « hayır » dese bile dönüşümün sonuçlarını derinden yaşadı. Yine de pes etmedi. Bu arada, çileli yürüyüşte Che Guevera ile de yollar ayrılmıştı.
***
Che Guevera devrim başarıya ulaştıktan sonra yeni bir toplum inşası çabalarına sanayi bakanı olarak katılmıştı. Fakat o aynı zamanda bir kuramcıydı. Troçkist değildi, fakat sosyalizme sınır tanımıyordu. Régis Debray ile birlikte köy gerillası temelli bir «foko teorisi» geliştirmişti. Derken, 1965 yılı ortalarında birdenbire ortadan kayboldu.
***
Kamuoyu merak içindeydi. Yoksa iki lider birbirine mi düşmüşlerdi? 3 Ekim 1965’te Fidel Castro, kaybolan dostu Che Guevera’nın kendisine yolladığı bir mektubu açıkladı. Che, bu mektubunda « dünyanın başka diyarları mütevazi çabalarıma ihtiyaç duyuyorlar; ayrılma zamanı geldi» diyor ve şunları da ekliyordu: «Eğer bir ölçüde ciddi bir hatam varsa, bu, Sierra Maestra’nın daha ilk günlerinden itibaren sana daha fazla güvenmemek oldu ». Ve mektubunu şu sözlerle bitiriyordu : «Eğer bir gün başka gökler altında hesap verme günü gelirse, son düşüncem Küba halkı, özellikle de senin için olacak!»..
Durum aydınlanmıştı; fakat ne yazık ki hesap verme günü çok gecikmeden, iki yıl sonra, Bolivya ormanlarında geldi. Şanlı bir kavga noktalanmış, emperyalizmin kirli defterine kanlı bir sayfa daha yazılmıştı.
***
Che öldü; Küba Devrimi solgun yaşamına devam etti. 2006 yılında Fidel de hastalanmış, görevi terk etmişti. On yıl daha yaşadı ve 25 Kasım’da da son nefesini verdi. Fakat hayret! Sanki ölmemiş de, tüm gücü ve neşesiyle hayata yeniden dönmüştü! Trump’ların, Farage’ların, Le Pen’lerin ve daha bir sürü demagog popülistin kol gezdiği dünyada tüm hakseverler 1960’lara özlem duyuyor, Fidel ve Che’nin yazdıkları destanı hasretle anıyorlardı. Sanki ölüleri dirilerinden daha güçlü hale gelmişti! Tabii tepkiler de gecikmedi ve «muhafazakar ve liberal çığırtkanlar korosu» milyarderlerin TV kanallarında yoksul Küba halkının despotik bir rejim altında nasıl inlediğini anlatmaya başladılar.
Ne demeli? Küba elbette ki bir «burjuva demokrasisi» değildi. Doğrusu şu ki devamlı baskın ve işgal korkusu içinde yaşayan bu Küba halkı gerçek bir «halk demokrasisi» de kuramadı. Fakat lafı uzatmayalım ve gelin bu konuda son sözü yine Latin Amerikalı bir devrimciye bırakalım. Eski bir Guevarist olan Arjantinli filozof Miguel Benasayag, «Küba rejiminin iki yüzü, diyordu, Latin Amerika’da tüm 20. yüzyıl boyunca, ABD düzen ve disiplinine karşı egemenliklerini ortaya koyma cesaretini gösteren halkların tüm demokratik girişimlerinin, her seferinde daha trajik kırımlarla karşılaştığı hatırlanmadan anlaşılamaz».